Sınıf, Zeki Hoca'nın dersine başladığı anda sessizliğe bürünmüştü. Pencere kenarlarından sızan soluk sonbahar güneşi, onun tahtaya yansıyan siluetini daha da büyüleyici hale getiriyordu. Zeki, bir tarih öğretmeninden beklenmeyecek kadar enerjik, etkileyici ve öz güvenliydi. Üniversiteden mezun olalı yalnızca üç yıl olmuştu ama bu kısa süreye, tarih kitaplarının sayfalarını canlandıran derin bir yetenek ve öğrencilerinin hayran olduğu mükemmel bir kişilik sığdırmıştı.
Yakışıklıydı, bunu herkes kabul ediyordu. Koyu siyah, her zaman özenle taranmış saçları, yüz hatlarına derin bir olgunluk katan hafif kirli sakalı ve görenleri adeta içine çeken siyah, derin gözleri, bir öğretmenden çok yakışıklı dizi oyuncularına benziyordu. Giyimi de ona başka bir hava katıyordu: Üzerindeki her zaman ütülü beyaz gömlek, manşetleri hafif yukarı sıvamış haliyle, ona çekici bir rahatlık kazandırıyordu.
Sınıfın ortasında ellerini arkasında kavuşturup yürümeye başladığında, sesi sanki bir tiyatro sahnesinden yükseliyormuş gibiydi:
"Her medeniyetin zirveye çıktığı bir an vardır. Peki ya o zirveden düşüş? Düşüşü kimse anlatmaz, değil mi?"
Tahta başına geçtiğinde, her kalem darbesi sınıfa bir mesaj gibiydi. "Burası, Roma İmparatorluğu’nun başlangıcı… Ama unutmayın, bir şey ne kadar güçlü yükselirse, o kadar büyük bir çöküşe hazırlanır." Gözlerini hafifçe sınıfa doğru kaldırdı. O anda göz göze geldiği herkes, onun bakışlarında bir şeyler bulmuş gibi hissetti: Kimisi aşk, kimisi ilham, kimisi hayranlık.
Arka sırada oturan Esra, defterinin boş sayfasına kalemiyle küçük doodle’lar çizerken yanındaki Melis’e eğildi:
"Ben hayatımda böyle bir adam görmedim. Bir insan hem bu kadar yakışıklı hem de bu kadar tutkulu olabilir mi?"
Melis, onu dinlemeye çabalasa da gözlerini Zeki Hoca’dan alamıyordu.
Ön sırada oturan Selin ise kendine kızıyordu. "Tarihi sevmediğimi sanırdım ama Zeki Hoca anlatınca başka bir şey oluyor. O ses tonu, o vurgular… Adam tarih anlatmıyor, yaşıyor resmen." Not defterine hızlıca birkaç cümle karalamaya çalıştı ama her seferinde gözleri tahtadan çok, Zeki hocanın karizmatik duruşuna takılıyordu.
Biraz ötede oturan Merve, ders boyunca başını sürekli kaldırıp indiriyor, kalbinin hızlandığını hissediyordu. Göz ucuyla Zeki hocayı izlerken içinden geçirdi: *"Bir insanın tarihe olan tutkusu bile bu kadar çekici olabilir mi? Gözlerindeki o parıltı, herkesi kendisine aşık edebilir."*
Zil çalıp teneffüs başladığında, sınıftaki sessizlik hâlâ sürüyordu. Kimse kalkıp o büyülü atmosferi bozmaya cesaret edememiş, kimse Zeki hocanın etkisinden çıkamamıştı. Zeki Hoca masasına doğru yürürken kalemini kapatıp kitaplarını topladı ve kapıya yöneldi. Kapıdan çıkarken kulağına ilişen fısıltılar yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeye neden oldu:
"Ah ahh, insan dersin hiç bitmesini istemiyor!"
"Bence tarihe Zeki Hoca’yı eklesinler. Kim unutabilir ki böyle birini?"
Zeki Hoca kapıdan çıkıp koridora doğru yürürken, sınıfın kapısına vuran hafif rüzgâr, onu izleyen öğrencilerde bir boşluk hissi bıraktı. Bu genç öğretmen, yalnızca dersin değil, öğrencilerinin zihinlerinde uzun sürecek bir hayranlığın da kahramanıydı.
Zeki Hoca sınıftan ayrılıp koridorda yürümeye başladığında, tenefüs çoktan başlamıştı. Koyu gri zemine vuran adımları, genç öğretmenin sakin ama kendine güvenen tavrını yansıtıyordu. Öğretmenler odasına yaklaşırken, ders esnasında anlattığı olaylar hâlâ zihninde yankılanıyordu. Onun için tarih sadece bir ders değil, hayatın kendisiydi. Bunu hissettirmek için her fırsatı değerlendiriyor, öğrencilerini bu büyülü dünyanın içine çekmekten mutluluk duyuyordu.
Kapıyı aralayıp öğretmenler odasına girdiğinde, içerideki tanıdık yüzler onu karşıladı. Herkesin gün içinde kısa sürelerle buluştuğu bu oda, kahve ve çay kokusunun havada dolaştığı bir huzur alanıydı. Karşı masada oturan yaşlı Türkçe öğretmeni Nalan Hanım, elindeki kitabı bırakıp Zeki'ye gülümsedi.
"Bugün de mi çok yoğundun, Zeki Bey? Yüzün yorgun görünüyor," dedi.
Zeki, hafif bir tebessümle cevap verdi: "Tarih insanı yoruyor, Nalan Hanım. Ama ben bu yorgunluktan keyif alıyorum"
Zeki dolabına doğru yürüyerek kitaplarını yerleştirdi. Yavaşça kapakları kapatıp arkasını döndüğünde, pencere kenarında oturan beden eğitimi öğretmeni Kemal Bey'in ona takıldığını fark etti:
"Zeki, tüm enerjini burada harcıyorsun, sonra da akşam dışarı çıkalım mı dediğimde mızmızlanıyorsun"
Zeki, gülerek başını salladı. "Öğrenciler o enerjiyi hak ediyor. Ama sana söz, bu hafta bir akşam seninle çıkacağım."
Tam o sırada kapı hafifçe aralandı. Gelen kişi, az önceki sınıfın popüler öğrencilerinden biri olan Esra'ydı. Elinde dikkatlice tuttuğu buharı tüten karton bardakta bir çayla içeri girdi. Genç kızın gözleri hafifçe parlıyordu; hem biraz heyecanlı hem de cesurdu.
"Zeki Hocam," dedi Esra, sesi hafif bir çekingenlikle titrese de gözlerindeki sevinç bunu bastırıyordu. "Size çay getirdim."
Zeki, bir an şaşırmış gibi oldu ama hemen sıcak bir gülümsemeyle teşekkür etti. "Teşekkür ederim kızım."
Esra’nın yüzüne bir an bir gölge düştü. *Kızım?* Bu kelimeyi duymazdan gelmeye karar verdi. Hocasının bu şekilde hitap etmesi, onun hayranlığını gölgeleyecek bir şey değildi. Hızla toparlandı ve çay dolu karton bardağı ona uzattı. "Afiyet olsun hocam," dedi mutlulukla.
Zeki, ona tekrar teşekkür etti ve Esra başını eğip gülümseyerek kapıya yöneldi. Koridorda adımları hızlanırken, kalbinin çarpıntısını bastıramıyordu. İçinden geçen tek bir cümle vardı: *Kızım demeseydi daha iyiydi ama neyse, gülüşü her şeye bedeldi.*
Öğretmenler odasında çayın kokusuyla Zeki’nin yüzündeki hafif tebessüm, diğer öğretmenlerin dikkatini çekmişti.
"Öğrencilerinin sana bu kadar düşkün olmasına şaşmamalı," dedi Kemal Bey. "Herhalde tarihe ilgi duymayanı bile hayran bırakıyorsun."
Zeki karton bardağı dikkatlice dudaklarına götürüp bir yudum içti ve hafifçe omuz silkti. "İşini severek yapınca, öğrenciler de bunun farkına varıyor. Onların tarihe olan bu ilgisini görmek güzel."
Nalan Hanım araya girerek, "Acaba o ilgi sadece tarihe mi yoksa size mi?" dedi gülümseyerek.
Zeki, bu sözler karşısında utangaç bir şekilde başını eğip hafifçe güldü. Herkesin beklentilerini karşılamak kolay değildi ama tarih onun için bir görev olduğu kadar bir tutkuydu da. Öğrencilerinin bu tutkuya ortak olabilmesi için elinden geleni yapıyordu.
Zil sesi, öğretmenler odasındaki bu hoş sohbeti böldü. Dersin başlamasına işaret eden bu yankı, odadaki öğretmenleri harekete geçirdi. Zeki, bardağındaki çayı hızlıca bitirip masadaki kitaplarını ve kalemlerini topladı. "Ders vakti," diyerek ayağa kalktı. Çıkmadan önce arkadaşlarına hafif bir baş selamı verdi ve kapıyı açarak koridora adım attı.
Koridorda yürürken sabırsızlıkla sınıfına yöneldi. Onların dikkatle bakan gözleri ve canlı enerjileri, Zeki’nin içindeki öğretmenlik ateşini daha da güçlendiriyordu. Kapıya yaklaştığında içeriden gelen hafif bir uğultu duydu. Sınıfın içi, bir yandan kendi aralarında konuşan öğrencilerle doluydu. Ama onun adımları kapının önünde durduğunda, içerideki uğultu neredeyse anında kesildi.
Zeki Hoca kapıyı açıp içeri girdiğinde, bütün sınıf gözlerini ona çevirmişti. Elindeki kitapları ve kalemleri masasına bıraktı. Hafifçe başını kaldırarak, "Hadi bakalım, kaldığımız yerden devam edelim," dedi. Onun bu basit cümlesi bile güçlü tonlamasıyla öğrenciler üzerinde güçlü bir etki bırakıyordu.
Esra, en arka sırada otururken, hocasının yüzündeki aynı sıcak gülümsemeyi bir kez daha görmek için çabalıyordu. Kendisine hitaben söylediği "kızım" kelimesini duymazdan gelerek kendisine nasıl da sıcacık güldüğünü düşünüyordu. Kalemini eline alıp bir şeyler yazmaya çalışsa da aklı derste değil, Zeki hocadaydı.
Zeki hocanın ses tonu, yeniden sınıfı etkisi altına aldı. Ders sadece bir bilgi aktarımı değil, aynı zamanda bir hikâye gibiydi. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü anlatırken gözleriyle sınıfın her köşesini tarıyor, en ufak bir ilgisizlik belirtisi görürse o kişiyi tekrar derse katmanın yollarını buluyordu.
Esra, kendi kendine bir cümle mırıldandı: "Keşke böyle bir sevgilim olsa... Onu sonsuza dek dinleyebilirdim." Sesi kısık olsa da, yanındaki Melis bu sözleri duydu ve başını sallayarak onayladı.
Zeki Hoca için öğretmen olmak, sadece bir meslek değil, hayatının anlamını bulduğu bir sahneydi. Öğrencileri de onun bu tutkusunu hissediyor ve tarih, onların gözünde bir ders olmaktan çıkıp bambaşka bir dünyaya dönüşüyordu.