Burada ne işim var, derken!
“Göçün en anlamsızı nasıl olur?”
“Göç anlamlı mı ki kendi içinde, bunun anlamsız versiyonunun tanımını yapalım?”
Bu soruları kendime de kimseye de soramıyordum, ancak aklımı zorlayıp duruyordu. Beklenmedik zamanlarda çeşitli gerekçelerle oradan oraya gitmemizin, neredeyse bir okulu bir yerde bitiremeyip, diplomamı başladığım okulda alamamamın derdini çekerken, ebeveynlerimin aldırmaz durumlarına da kızıyordum. Her okul yılına başladığımda, acaba bu yıl bir yere taşınır mıyız, korkusunu yaşamaktan bıkmıştım. Ergenliğe çıkıp gençliğe doğru adım atarken, ergenlik çağı sorunlarını bile doya doya yaşayamamak gibi bir sorunum olması ne komikti. Yaşıtlarım bunalımlar içindeydiler, ben hep taşınma, gittiğim yerde yeni arkadaşlar edinme, hep yeniden başlama derdindeydim. Çok zordu yeniden kabuller. İster istemez bir zaman dışlanmak, gözetilmek, denenmek ve kendimi kabul ettirmek. Birbirlerini çok eksiden beri tanıyan, çocuklukları birlikte geçmiş, genelde yerel yapıların içine girmek çok zor oluyordu. Kendimi kabul ettirmem de. Biraz güç denemeleri, ürkütme korkuma çabaları ve egemenlik kurma çabaları içinde kendime yer buluyordum zorla da olsa. Sonra da üstünlük sağlıyordum ki bunun yollarını öğrenmek zorunda kalmıştım. Sevilen, sayılan biri olmamla birlikte sanki yeniden yer değiştirme zamanım geliyordu. Mutlaka bir gerekçe çıkıyordu ve biz taşınıyorduk. Hem de uzak uzak illere. Beklenmedik yerlere. Beş kardeş, ki en büyüğümüz ablam sırf bu nedenle okuyamamıştı. Bıkmıştı okul değiştirmekten. Bir iki kez sınıf kaybedince, benden bu kadar, demiş, eve çekilmişti. Sonra sıra bendeydi. Ben çok zorlansam da durumu kurtarmaya çalışıyordum. Ancak diğer üç kardeşimde okumakta zorlanıyorlardı. Ben yoluma aldırmazlıkla ve bir de çok çalışmakla bulmuştum. Çok çalışmak. Başka çarem yoktu. Hep geri kalıyor, hep yeniden başlıyordum. Bir yerin kuralı başka bir yere uymuyordu. Bir yerin töresi de baş yere uymuyordu. Okulların eğitim sistemi çok farklıydı. Hocalar daha doğrusu ben de diyeyim yöreye göre değişik tiplerde değişik davranıştaydılar. Ben tanımıyordum, ama diğer öğrenciler tanıyorlardı. Onların davranışlarını anlayana kadar çok zaman geçiyordu. Ha sonra durumu çözüyordum. Ama zaman kaybediyoruz ama zaman kaybediyordum. Oysa o çağda bu zamana çok ihtiyacım vardı. Artı çalışmalı artı çalışmalı üniversiteye hazırlanmalıydım. Bu konuda en küçük bir ön çalışmam yoktu. Zaman bulamamıştım. Sürekli olarak yeniden yeniden başlamak beni çok yoruyordu. Bıkmıştım da. Bıraksam ne yapacaktım? Bırakmasam ne olacaktı? İki arada bir dere de böylece sürüp gidiyor yaşam ve ben biliyordum. Bir şeylerin farkına varmam son geldiğimiz Türkiye’nin en büyük kentinde başlamıştı. Gençliğin ilk adımları mı diyelim, ergenlikten çıkış noktası mı diyelim, bilmiyorum.
Kızgınlığım değişik tepkilerle ortaya çıkıyor, aldırmazlık, büyüklerimin sözünü dinlememek, kendimce davranmak seçtiğim yol oluyordu. Çekilmez bir yapı da başlamıştı. Çok kavgacı olmuştum. Hemen her şeye kızıyor hemen herkese dalıyordum. Her fırsatta… Yüzümde, gözümde, üstümde başımda kavga izleri eksik olmuyordu. Baş etmesi zor biriydim. Kimse bana bulaşmak istemiyordu. Ama ben herkese bulaşıyordum. Zamanda dokunulmaz olacağımı biliyordum. Çünkü buraya kadar hep böyle olmuştu. Her yeni gittiği yerde biz zaman savaşım veriyordum, sonra rahat ediyordum. Herkesin bir korkma noktası vardı. Benimki biraz yukarıdaydı. Bunu bilince davranışlarım değişiyor kişilerin de bana karşı davranışları değişiyordu.
İki yıl sonra lise bitecek ve ben yeni bir yerde, neredeyse bir ay boyunca sürdüremediğim eğitimime kaldığım yerden devam etmeye çabalarken, sınıfımdan geri kaldığım için canım sıkkın, ama sıkı bir çalışma içindeydim. Gözlerim sınıfın güzel birkaç kızının üzerinde, ama aklım hep derslerimde…
Değişik kafalı ebeveynlerim, değişik bir semtte, değişik bir ev tutmuşlardı bu kez. O çevrenin en yüksek apartmanlarından biri desem! Kıt aile kaynaklarına göre biraz pahalı, ama güzel bir apartman… Yazık ki biz en kat katta, girişin bir üstünde oturmak zorundaydık. En uygun fiyatlı daire burasıydı, ama yine de pahalıydı. Bir pencere apartmanın ana girişine bakıyor, zaman zaman oradan dışarıyı gözlüyor hem sokağımıza hem de apartmana girip çıkanlara, tanımak ve nasıl tiplerle görüşmek durumunda kalacağımızı düşünerek bakıyordum. Sıradan tipler yanında ilginç tipler de vardı. Çok ilginç tipler. Örneğin dairelerden birinde kim oturuyorsa, her gün neredeyse yirmi ekmek gidiyordu eve. İnanılmazdı. Hemen bir ad taktım onlara:
“Çok ekmek yiyenler!”
Başka bir ailenin özelliği, arabalarına olan düşkünlüğüydü. Onca arabası olanın yanı sıra, bunlar, aslında çok da özel olmayan arabalarına tapmak gibi bir durumdaydılar. Biri iniyor, diğeri çıkıyor, her inip çıkan mutlaka arabaya bir göz atıyor ya da girip içine oturuyor, zaman zaman penceresi açık müzik dinliyor, sesi yükseltiyor.
Onlara da bir ad taktım:
“Görmemişler!”
Benim ad takma nedenim, onları tanımamam ve kim olduklarını bilmemem. Ama bu adların kısa zamanda yayılacağını da biliyorum. Hep böyle oldu. Kime hangi adı taktıysam, tuttu. Bu da bir yetenek sayılır.
Ha bir aile daha çıktı ortaya. Üst katlarda oturuyorlar. Bunların özelliği de aşağıya kim inse ve apartman kapısından çıksa, yukarıdan, balkondan birinin ya da birilerinin ona seslenmesi. Hep böyle. Sanki aşağıya birini gönderip, yukarıdan seslenince mutlu oluyorlar.
Onların da adı hazır:
“Yankı ailesi!”
Asıl olayı daha sonra yaşayacağımı bilmiyordum. Tanrı beni sınıyordu, sanırım. Çünkü böylesi bir rastlantı olmazdı, olamazdı, ama oldu.
Apartmanın giriş kapısına bakan bana ait, evin en küçük odasının camından dışarıya bakıyordum. Öylesine can sıkıntısı içinde.
Taşınalı on gün kadar olmuş, okuluma birkaç kere gitmiş ne okulda ne de mahallede, yaşadığımız sokakta hatta apartmanda henüz ve yeterince fark edilmemiş, zaman yitirdiğim için oldukça çok çalışmak zorunda kalmış bir gençliğe adım atmış kişi olarak, o günün tatil günü olduğunun bilincinde bile olmadan, biraz da alık alık bakıyordum. Kahvaltıyı biraz geç yapmıştık ve ders çalışarak açığı kapatmaya çabalamak üzere hazırlanıyordum.
Lise ikinci sınıf…
Karşıdaki küçük markette giren-çıkan az sayıda kişi fark ediliyordu. İlk katta olunca onların yüzlerini şekillerini rahatlıkla ayırt edebiliyordum.
Marketten bir kız çıktı.
Uzaktan bile çok düzgün ve güzel olduğu belli oluyordu. Ki ben de kızları çok severdim. Hele güzel kızları. Kafama takılırsa işin üzerine üzerine giderdim. Öyle utanmak, geri durmak, çekinmek gibi bir huyum yoktu. Eh, elim ayağımda düzgün sayılırdı.
Dikkatle, ama gerçekten dikkatle bakmaya başladım kıza. İlk kez görmem normaldi, çünkü henüz yeniydim oralarda.
Kız güzel yürüyordu.
Önce dikkatimi bu çekti.
Kadınlar güzel yürümeli. Yürürken de kadın olduklarını belli etmeliler. Bunu bir sanat şekline sokmak ayrı bir yetenek ister ki çok az kadın bunu başarabilir.
Çok salınmayacak. Orasını burasını çok sallamayacak. Gösteri yapmayacak, ama güzel yürüyecek.
Bu kız öyleydi işte. Çekingen değildi, cesurdu. Kendine güveniyordu. Uzaktan seçemiyordum, ama demek ki güzeldi. Ancak güzeller böyle yürürler.
Saçları sarıydı.
Ha, sarı saç sıradandı artık. Biraz zaman biraz da masraf işi çözüveriyordu. Anadan doğma sarı saçı nerde bulacaksın? Bu konu biraz canımı sıktı. Genç kızların saçlarını boyamaya ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Bu kız da çok gençti. Uzaktan seçebildiğim kadarıyla. Belki daha ileriki zamanlarda, ama genken değil. Yine de gözlerimi ayırmadan baktım kıza. Nereye gidiyordu? Nasıldı?
Elinde küçük bir poşet, ayağında kendisine çok yakışan bir kot, üzerinde sarı bir tişört ve güz mevsiminin zorunlu giysisi kısa bir mont. Hava güneşliydi ve ben pencereyi açmıştım, ama serindi. Güneş doğrudan odama vurmuyor, dairenin diğer yanından doğuyordu, ancak henüz kombiyi tam kapasite ile yakmıyorduk. Tasarruf sorunu…
Kız, omuzlarına inen saçlarını havalandıracak bir yel olmadığı halde nasılsa hareketlendirerek geliyordu bu yana doğru. Ben, dikkatle bakıyordum.
Bilmiyorum gerçek mi, ama birkaç kez denemiş, başarmıştım. Bir kitapta okuduğum teknik:
“Sana bakmasını istediğin kişiye dikkatle bakacaksın. Bu sırada sürekli ‘Bana bak’ diyeceksin. Mutlaka seni fark eder ve bakar.”
Okuduğum kitapta, duygu yoğunluğu önemli, diyordu. Bir ayrıntı daha vardı:
“Bakmasını istediğin kişinin arkası dönük olacak. Tam ensesine odaklanacaksın ve…”
Sarı saçlı kız bu yana doğru yürüyordu ve ban oldukça uzaktı. Denemenin bir zararı olmazdı. Açık pencerede, dışarıya doğru abanmadan, dimdik durarak ona doğru bakıyordum. Üzerimde beyaz bir gömlek vardı. Okulda da giydiğim gömlek. Çok fazla gömleğim olmadığını da yazayım da eksik bir konu kalmasın.
Kız başını kaldırdı ve bana doğru baktı. Bunu beyin gücüme mi yorayım yoksa rastlantıya mı?
Fark etmezdi. Bakmıştı işte! Daha ne istiyordum. Bu saatten sonra ayrıntıların önemi yoktu. Ben, asla duruşumu ve durumumu değiştirmeden bakmayı sürdürdüm. O da… Bu kadar cesaret fazlaydı, ama güzeldi de.
Ancak…
Bu yana doğru yürüdüğünü görünce…
Evet, bana doğru, daha doğrusu bizim apartmana doğru yürüyordu. Yüzünde anlamını çıkaramadığım bir hal. Öylece dimdik, sanki üzerime geliyordu. Bir yanlış yapıp yapmadığımı düşündürttü bana. Kız bozulmuş muydu, kızmış mıydı? Bakışlarım rahatsız mı etmişti.
Zaman, kızların çok alıngan olduğu zaman değildi, ama bilmem ki!
Yaklaştı, yaklaştı…
Apartman kapısına doğru dönüş yapınca, aman Tanrı’m! Bu güzel kız bu apartmanda oturuyordu.
Yaşıtım gibiydi. Orta boylu, incecik, yüzü çok güzeldi. Sanırım gözleri de renkliydi.
Bu kadar çeşni bir araya gelir mi?
Sarışın, renkli gözlü ve güzel…
Denk gelmişti ve bizim yeni geldiğimiz mahallede, aynı apartmanda…
İçim kıpır kıpır ediyordu. Düşünmeyi bırakmıştım. Artık baktığımı gizlemenin, fazla da dik durmanın anlamı yoktu. Onu daha rahat görmek için dışarıya doğru eğilmeye başladım, eğilebildiğimce, bir kez daha baktı. Belli belirsiz gülümsedi. Pencereden söz atmanın ve konuşmanın mallık olduğunu biliyordum ya, kendimi zor tutuyordum. Sağa döndü, kapıya doğru. Yerle apartmanın bağlantısını sağlayan saymadım ama yedi ya da on kadar merdiveni aşmak için…
Yansan, yukardan görüyordum artık. Önümden geçiyordu. Bir kez daha bakması için yeniden bildiğim telkin yolunu seçtim. Normalde kapıyı açarken bir kez dönüp bakmalıydı.
Bakmadı. Kapıyı otomatikle açtı. Kapıdan girip ileriye asansöre yürüdü. İyice sarkmıştım pencereden, ama yine de hangi kata çıktığını göremezdim.
Bu öykü şimdilik bitmişti ya o gözler, ne renk olduğunu seçemediğim o gözler aklıma girmişti bir kere. Onun kim olduğunu, adını, hangi katta oturduğunu, nerede okuduğunu, öğrenciydi mutlaka ve sanırım o da lisedeydi, öğrenmeliydim. Ah bir de benim gittiğim liseye gidiyorsa…
Çok fazla mı şey istiyordum?
Göçmüş, çevremi yitirmiş, yeni bir çevre kurmak adına savaşıma başlamıştım. Ergen yaşlarımdaydım ve sevmek benim de hakkımdı. Neden bu kız bütün çektiklerimin armağanı olmasındı?
Kendimi beğenirdim ve böyle bir armağanı hak ettiğimi düşünüyordum.
Çalışmaya başlamam için her şeyi kafamdan silmeliydim. Çalışmak zorundaydım. Geri kaldığım dersler vardı. Geliş nedeniyle giremediğim sınavlara tek başıma girecektim. Hem okul durumu hem hocaların davranışı değişikti burada. Büyük bir kentten daha küçük bir kente gelince ister istemez bocalıyordunuz ki bunun tersi de benzerdi. Ama bu daha zordu. Bir şeyleri yitirmişim gibi geliyordu. Seneye üniversite sınavına girecek, kendime bir gelecek kurmak için aradan sıyrılmaya çalışacaktım. Bütün yaşıtlarım gibi bir yandan umursamıyor, diğer yandan kafaya takıyordum.
Çalışmaya başladım.
Kimileri için birilerine kafayı takmak ders çalışmasına engel olur belki. Ama ben hemen unuturum. Çünkü ders önemlidir. Evet, o sarı saçlar o gözler…
Birden aklıma geliverdi.
Saçları boyaysa ki dedim ya bunu her genç kız deneyebilir. Ha bana doğal bir sarı gibi geldi. Sanki boyanmış değil de. Bu konuda iddiada bulunacak kadar bilgili değilim, ama öyle sandım. Şimdi de gözlerin lens renkliliği olup olmadığı düştü aklıma. İşte bu beni soğuturdu. Yapmacıklığın lider olduğu bir çağda hem saçı hem de gözleri yapma olan bir genç kız…
Ergen çağların bir özelliği vardır:
“Kolay başlarsın kolayca bırakırsın!”
Bu yapmacıklık tedirginliği ile bu iş bitti, dedim ne zaman ve ne başladıysa!
Kendimi derse verdim.
Sorgusu bir ailem var. Zamane gençliğinin yanlış yönlendirmeler içinde yaşadıkları saçmalıklar, bizim açımızdan, onları korkuyordu. Haklıydılar. O kadar çok kötülük vardı ki dışarda. Çocuklarından birisi bu kötülüklere bulaşır, diye haklı olarak sürekli kontrol altında tutuyorlardı bizi. Çocukların en büyüğü olarak da beni. Babamın ön kabulü, çocuklardan en büyüğü eğer yanlış bir yola girerse, diğerlerini kontrol etmek zor olur. Belki haklıydı. Bilmiyorum. Büyümeden ve baba olmadan öğrenmem de mümkün değildi. Büyümeye ve evlenmeye ve baba olmaya da şimdilik hiç niyetim yoktu. Zaman zaman televizyonlarda izlediğim ya da internette yakaladığım eski Yeşilçam filmlerinde gördüğüm aşkların benzerlerini yaşamak da zordu bu çağda yakınlarımızda görmek de. Daha düzdü her şey. Yaşam düzdü. Çok fazla karmaşıklık yoktu. Maddi durumun iyiyse iyi yaşıyordunuz. Kötüyse kötü. Bu kadar basit ve kolay bir tanım. Ha bizim gibi orta gelirli bir aileyseniz yaşamınız da orta olacaktı. Öyle olmak zorundaydı. Belki özentiler daha fazlaydı. Marka tutkunluğu ve sık sık değişen modaya uyma zorunluluğu ya da kendimizi öyle hissetme.
Büyüklerim anlatıyorlardı. Onlar liseye takım elbise ve kravat takarak giderlermiş. Şimdi formalar daha etkin oldu. Yakasında mutlaka okulun simgesi bir logo ve adını belirtir harfler olduğu için benzerlerinden daha yüksek fiyata almak zorunda olduğumuz, kışın uzun kollu yazın kısa kollu formalar. Bir ara kıyafet serbestisi falan da olmuştu ya onun da sıkıntısı çıkınca yeniden formaya döndük.
Doğrusu, öğrencinin giysisi ile de belirgin olmasıydı. Sıradanlaşmak standartlaşmak bu yaşta bizi sıksa da ben gerekli olduğuna inanıyorum, çünkü öğrenci olduğumuz belli olunca halk da görevliler de başka türlü davranıyorlar. Kimi zaman belki ters oluyor davranışlar, ama çoğu zaman iyi oluyor. Kollanıyorsunuz, korunuyorsunuz.
Apartmanımız dediğim gibi yüksekti ve ben en üst kattaki terası merak ediyordum. Hiç çıkmamıştım. Her daireye bir anahtarı verilmişti. İhtiyaç olduğu zaman gidip işlerini görsünler, diye. Kapısını açık bırakmanın tehlikeli olduğunu hatırlatmıştı apartman görevlisi. Doğrusu da buydu. Pek çıkan da olmuyordu sanırım. Üst katların deniz manzarası ihtiyacı yoktu, ama biz alt katta denize özlem duyuyorduk. Ben özellikle manzarayı merak ediyordum. Bunu görmemin yolu da terasa çıkmaktı. Zamanını kolluyordum. Asansöre de hiç binmemiştim. Henüz gerek olmamıştı. Hele şu dersleri bir çözeyim. Okul standart duruma gelsin. Çok değil bir ay sonra hem okul hem mahalle beni tanır ve kabul ederdi. Bu konuda güvence verebilirim. Deneyimlerimle bundan emindim.
İlk kavgamı ne zaman ne için yapacağımı bilmiyordum, ama çok yakındı. Birisi mutlaka yeni gelen öğrenciye bulaşacaktı. Bir ezme ezikleme hareketiydi. Yerseniz biter ve burada olduğunuz sürece ezik olurdunuz.
Ama yemezseniz…
Ben yemezdim.
Bekler, tam zamanını kollar, sokak kavgası bilmenin gereğini mutlaka yerine getirirdim. Çok iyi kavga ederdim, ama duruşum, davranışlarım çok efendice olduğu için çakallar beni kolay lokma bilirlerdi. Öyle bilince de üzerime bordolama gelirlerdi. Sokakta bordolama girersen kavgaya, dayağı yersin. Bunu bilmek için benim gibi onlarca kavga yapman gerekir.
Babam akıllı biriydi. Ben öyle çok gösterişli, kaba saba bir tip değildim. Yani bugün olduğu gibi yaşıtım iki hatta üç kişiyi rahatlıkla dövecek hale henüz gelmemiştim. Ne zaman nereye vuracağımı da bilmiyordum.
İlk okuldaydım. Sanırım beşinci sınıf. O zaman ilkokul beş sınıftı. Gittiğimiz bir kentte, daha okulun ilk günü, okulun kabadayısı geçinen irice bir bebe üzerime geldi. Ben de eyvallah etmedim ve karşı çıktım ezik olmamak adına. Doğru bir kavgada iyi ir dayak yedim. Üzerimdeki gömlek yırtıldı. Bir gözüm de şişti. Epeyce direndim, ama gücüm yetmedi. O zaman kavganın puştluklarını da bilmiyorum.
Eve geldim.
Anam ah vah, dedi biraz. Sonra can ve mal öyküsü ile gömleğin yırtıldığını görünce kızdı. Yani gözümün şişinsen de gömleğin yırtılması zor geldi ona. Kendince haklıydı garip anam. Dedim ya, orta gelirli bir aileyseniz, öyle yaşamak zorundasınız.
Babam geldi. Anam yaşadıklarımı anlatmamıştı. Babam gözümdeki moru gördü. Baktı, kafanı kaldır, dedi. Kaldırdım. Çok kötü değil, dedi. Sonra sıradan bir iş gibi sorguladı:
“Kaç kişiydiler?”
“Tek.”
“Hım! Nasıl biriydi?
“Son sınıftan, devasa bir çocuk!”
“Sen mi başlattın o mu?”
“Yeni geldim ya, ezmeye çabaladı.”
“Evet, yeni gelenleri denerler. Sen de karşılık verdin. Bari iyi dövüştün mü?”
“İyi dövüştüm!”
“İlk kim vurdu!”
“O!”
“Neden sen değil?”
“Konuşarak çözeceğimi sandım!”
İlk kez böyle bir konuşma yapıyorduk ve ben aslında babamın bilmediğim bir yönünü o gün öğrendim. Dik bir adamdı babam. Kimseye baş eğdiğini, memurluğunda amirlerine yağ çektiğini sanmam. Öyle olsa bu kadar gezmezdik. Babamın gençliğinde gençlik olaylarına karıştığını biliyordum, ama onun iyi bir kavgacı olduğunu o akşam öğrenecektim.
İlk kez biraz anlattı babam. Anamın, çocuğu yanlış yönlendirme. Kavgacı olacak, sözlerine aldırmadı.
“Kavga gelip onu buluyor. Bu gidişle çok gezeceğiz. Her yerde karşısına birileri çıkacak. Kavga etmeyi bildin ki!”
Benden sonraki kardeşim, iki yaş küçüğüm, kızdı. Sonra hemen bir yıl sonra erkek, üç yıl sonra da kız… Ben bugün 16 yaşındayım. En küçüğümüz okula yeni başlamıştı ve dört öğrenci vardı evde.
O zaman ise ben 9 yaşındaydım. En küçük kardeşim henüz yoktu.
Babam dedi ki:
“Hadi yemeğimizi yiyelim de sana birkaç hareket göstereyim. Sen de kardeşine öğretirsin!”
Erkek kardeşimle iyi anlaşırdık. Zaman zaman boğuşur, güreşirdik. Elbette onu incitmemek için çok dikkat ederdim.
Bugün de öyledir. O da iyi kavga eder ki hocamız babamızdır.
Babam öğrettiği hareketleri kardeşimle deneyerek pekiştirmemi istiyordu.
Yemeği nasıl hızlı yedim ve babamı beklemeye başladım, bilmiyorum. Babam da inadına ağır davrandı. Sonra salonun ortasındaki sehpayı kenara aldırdı.
“İlk derse başlıyoruz” dedi. Karşısındaydım. Kardeşlerim de bizi izliyordu ki erkek kardeşim benden daha heyecanlıydı.