Kerim (ATEŞ)
Geçirdiğimiz o harika dakikalardan sonra Duru’yu hızlıca yıkayıp kuruladım. Üzerine kendi tişörtlerimden birini giydirip yatağa yatırdım. Başını yastığa koyar koymaz derin bir uykuya daldı. Meleğimi bu kadar yorduğuma inanmakta güçlük çekiyordum; yine de onunla geçirdiğim her an paha biçilemezdi.
Ruhuma, bedenime, kalbimin en kuytu köşelerine kadar iyi gelmişti. Onunlayken gerçekten yaşadığımı hissediyordum. Duru’dan başka hiçbir kadını düşünemiyor, arzulayamıyordum. Varlığına, sesine, nefesine doyamıyordum. Bu sadece fiziksel bir çekim değildi; ruhumun da onun ruhuna ihtiyacı vardı. Sanki bütün varlığım, onun varlığıyla tamamlanıyordu.
Uzun süre yüzünü seyrettim. O kadar huzurluydu ki… adeta bir meleği izliyormuş gibiydim. Masum, güzel, temiz… Her anlamda kusursuzdu. Yüzünün her hattını zihnime kazırken, bu güzelliğin bana güvenmesi, bana ait hissetmesi kalbimi tarifsiz bir heyecanla dolduruyordu.
İçimden, “Keşke şartlar farklı olsaydı…” dedim. Belki o zaman bambaşka bir hayatımız olurdu. Ama o tür hayaller kurmak bana yasaktı.
Dün gece bana dönüp birden “Ateş” dediğinde yaşadığım paniği tarif edemem. Bir an ne yapacağımı bilemedim; beni gördüğünü sandım. Neyse ki kolyedeki figürden bahsettiğini söyleyince tarifsiz bir rahatlama hissettim. Onun yanında sadece Kerim olmak istiyordum… Onun sevdiği, güvendiği, onu asla incitmeyecek olan Kerim. Çünkü Ateş benim karanlık yanımdı. Duru dâhil, beni inciten herkesten intikam almak için yanıp tutuşan o acımasız tarafım.
Keşke hep Kerim kalabilseydim onun yanında… Ama bu mümkün değildi. Ne yazık ki Duru da çok yakında Ateş’in acımasız yüzüyle tanışacaktı. Kendime, onun yanındayken bunları düşünmeyeceğime söz vermiştim ama düşüncelerim yine kontrolden çıkmıştı.
Duru uykusunda bana biraz daha sokuldu, başını göğsüme yasladı. Ben de onu kollarımın arasına aldım. Saçlarının kokusuna gömülüp huzur bulduğum tek yerde, onun sıcaklığında uykuya daldım.
Sabah gözlerimi açtığımda, Duru’nun beni izlediğini gördüm.
“Günaydın, meleğim.” dedim gülümseyerek.
“Günaydın…” diye fısıldadı.
Ama yüzünde belli belirsiz bir tedirginlik vardı.
“Korkuyorum Kerim…” dedi kısık bir sesle.
Hemen doğruldum. “Neden korkuyorsun Duru? Bana anlatmadığın bir şey mi var?”
Elimi tutup yavaşça gülümsedi. “Sakin ol. Öyle bir şey değil… Sadece bu yaşadığımızın bitmesinden, seni kaybetmekten korkuyorum.”
Onu kucağıma çekip burnuna hafifçe dokundum.
“Bana güveniyor musun?”
“Evet…”
“O halde hiçbir şeyden korkma. Ben hep yanında olacağım. Bu yaşadığımız şeyin bitmesine izin vermeyeceğim.”
Yanaklarına bir öpücük kondurdum.
“Duru, sana doyamıyorum.” dedim içtenlikle.
Yüzünde güneş gibi bir gülümseme belirdi.
“Bunun farkındayım Kerim.” dedi neşeyle.
Bir süre sessiz kaldık. Sonra ben sordum:
“Meleğim, her şey yolunda mıydı ben yokken?”
“Evet, babamla güzel vakit geçirdik. Onunla her şey harika.”
“Babanı çok seviyorsun.”
“Evet Kerim, o benim hayatım.”
Bir an sustu. Derin bir nefes alıp, “Sana dürüst olmak istiyorum.” dedi.
“Dinliyorum güzelim.”
“Ben anne sevgisiyle büyümedim. Annem bana hamileyken depresyondaymış. İstenmeyen bir gebelikmiş benimki. Ben doğduktan sonra da o karanlığın içinden çıkamamış. Hep uzak, hep soğuktu bana karşı… Hiç anne-kız olamadık. Ben sevgiyi ablamdan, ağabeylerimden kalan kırıntılarla öğrenmeye çalıştım. Beni aslında Ayfer Sultan büyüttü; o yüzden o, benim için çok kıymetlidir. Annemin olması gereken bütün zamanlarda Ayfer Sultan yanımdaydı. Annemden göremediğim sevgiyi babamla tamamladım. O hem annem, hem babam oldu bana.”
Sözleri boğazımda düğümlendi. Karşımda geçmişin izlerini taşıyan ama hâlâ saf, hâlâ masum bir kadın vardı. Anlattıkça içindeki yük hafifliyordu; ben de sadece dinliyordum.
“Belki bu yüzden babama bu kadar bağlıyım,” dedi sessizce. “Onu suçlamıyorum; annemin de kendince sebepleri vardır. Ama bazen insan sadece… sevildiğini bilmek istiyor.”
Gözlerimin içine baktı.
“Ama şimdi… ilk kez, senden sonra tamam hissediyorum.”
Saçlarına burnumu dayadım, fısıldadım:
“Ben de ilk kez seninle tam hissediyorum, güzelim.”
“Babanın canının sıkkın olduğunu söylemiştin. Halletti mi problemlerini?”
“Bilmiyorum Kerim. İşle ilgili şeyleri benimle çok paylaşmaz. Ama bu sene bana çok şaşırtıcı bir hediye verdi.”
Kaşlarımı kaldırdım. “Benim hediyem kadar güzel mi?” dedim muzipçe.
Gülümsedi, yanağıma hafifçe dokundu. “Senin hediyen paha biçilemez. Ellerinde çizip ona hayat vermişsin; benim için en anlamlısı o.”
Sözleri içimi ısıttı.
“Babam bana doğum günümde bir tapu hediye etti.”
“Nasıl yani?” dedim şaşkınlıkla.
“Bilmiyorum. ‘Yarın bir şey olursa güvencen olsun’ dedi. Kabul etmek istemedim ama babamı ikna etmek zordur.”
O an içimde bir şüphe belirdi. Esat, işlerin daha da kötüye gideceğini fark etmişti. Ve kendince Duru’nun geleceğini güvence altına almaya çalışıyordu. Merak ettiğim şey, bunu yalnızca Duru’ya mı, yoksa tüm çocuklarına mı yaptığıydı.
Duru kedi gibi sokulup boynuma sarıldı.
“İyi ki varsın, Kerim…” dedi.
Ve o an anladım:
Onun varlığı, benim en büyük hediyemdi.
Bir haftayı neredeyse tamamen Duru’yla geçirdim. Onunla olmak bana iyi geliyordu. Gündüzleri, okulda olmadığı zamanlarda birlikte yapabileceğimiz türlü aktiviteler buluyorduk. Birbirimize öylesine uyumluyduk ki, saatler yetmiyor, günler nasıl geçiyor anlamıyorduk. Birlikte güler, eğlenir, konuşurduk; hiçbir an birbirimizden sıkılmıyorduk.
Gecelerse bambaşkaydı… Duru’nun ruhu, benim ruhuma karışmış gibiydi. Onu keşfetmek, derinlerine inmek büyüleyiciydi. Her seferinde, yeni bir şey öğrenen bir öğrenci gibi heyecanını belli edip kendini saklamıyordu. Duru’ya olan arzumu, tutkumun her geçen gün daha da arttığını fark ediyordum. Yataktaki her hâli beni deli ediyordu; arzusu, tutkusu, cilvesi, utangaçlığı… Her şeyiyle kusursuzdu. Ve ben, neredeyse her gece onun kollarında kendimi kaybediyordum.
O okuldayken, Türkiye’deki işlerimi buradan yürütmeye çalışıyordum. Uzaktan işleri kontrol etmek zordu ama kardeşim gibi gördüğüm, güvendiğim dostlarım vardı. Bu süre zarfında annem de iyice toparlanmıştı. Her gün Aslı’ya çiçekler ve hediyeler gönderiyor, kısa da olsa her gün arayıp varlığımı hissettiriyordum.
Bu sırada Esat, her geçen gün daha da büyük bir borç batağına saplanıyordu. Oğlu Serdar’ın borçları yüzünden, birçok kıymetli tapusunu kumarhane sahiplerine devretmek zorunda kalmıştı. Artık onların hayatına adım adım dâhil olma zamanı gelmişti. Büyük oyun yeni yeni başlıyordu. Bu düşüncelerle dalıp gitmişken, Tan içeri girdi.
“Abi, hava harika,” dedi içeri girerken.
“Eee, ne yapalım Tan?” dedim memnuniyetsiz bir ses tonuyla.
“Abi, yarın hep birlikte pikniğe gitsek?”
Kaşlarımı çatarak şaşkınlıkla yüzüne baktım.
“Abi, neden şaşırıyorsun? Piknik diyorum, atomu parçalayalım demiyorum ya,” dedi gülümseyerek.
Pikniğin en son ne zaman hayatıma dâhil olduğunu hatırlamıyordum. Ben, on dört yaşında babasının intiharıyla büyüyen, bir daha çocuk olamayan bir adamdım. En son hatırladığım piknik, on üç yaşındayken annemle ve babamla gittiğimiz o son piknikti. Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi o gün… Babamla top oynamış, mangalı birlikte yakmıştık. Annemin bize sevgi dolu bakışları, o anki mutluluğu gözlerimin önüne gelince içten bir tebessüm ettim. Unutulmaya yüz tutmuş güzel hatıralar yeniden canlanıyordu zihnimde.
Tan’a döndüm.
“Olur,” dedim. “Çok da güzel olur. Sen hazırlıkları yap, ben de Duru’yla konuşurum. Arkadaşlarını da çağırır, hep birlikte gideriz.”
Tan yüzünü buruşturdu.
“Abi, o Anna denen kız gelmese…”
“Neden gelmesin, Tan?”
“O kız beni korkutuyor.”
“Neden? Küçücük kız, neden korkuyorsun ondan?”
“Abi, beni sikecek gibi bakıyor.”
Bu sözleri üzerine kahkahaya attım.
“Korkma, seni korurum,” dedim alaycı bir sesle.
“Abi, dalga geçme, ciddiyim. O kızda bir tuhaflık var.”
“Zaten anlamıyorum,” diye devam etti. “Duru gibi bir kızın bu kadar garip arkadaşları olmasına ne demeli?”
“Oğlum, ne varmış kızın arkadaşlarında?” diye sordum.
Tan hemen atıldı:
“Abi, bak, Anna bulduğu erkeği havada kapıyor. O iki erkek çocuk desen, birlikte aşk yaşıyorlar kendi dünyalarındalar; Bir de o Ville midir nedir, onun bakışlarını hiç beğenmiyorum Sana karşı ”
Bu kez kahkaham daha da gür çıktı.
“Oğlum, korkma. Ben kendimi korurum; sen kendine dikkat et,” dedim gülerek.
“Tan, Duru bizim gibi değil. Onun o kadar büyük ve güzel bir kalbi var ki… İnsanları olduğu gibi kabullenip sevebiliyor.”
Bu sözleri söylerken sesim farkında olmadan yumuşadı. Duru’nun adının geçtiği her cümlede, içimde garip bir huzur doğuyordu.
Duruya akşam piknik fikrinden bahsedince mutluluktan havalara uçtu. Hemen arkadaşlarını arayıp gerekli organizasyonu yaptı. Tabii, boynuma sarılıp dudaklarıma kocaman bir öpücük kondurup teşekkür etmeyi de ihmal etmedi. Onu mutlu etmek gerçekten çok kolaydı.
Duru, çevremdeki bütün kadınlardan o kadar farklıydı ki… Bu fark onu daha da özel kılıyordu. Aramızdaki tek sorun, beni Ayfer Hanım’la tanıştırmak istemesiydi. Ancak ben bunun için henüz erken olduğunu söyleyip konuyu geçiştiriyordum. Çünkü şu an Duru’nun hayatında çok önemli bir rolü olan birinin beni tanıması, ileride işler karıştığında problem yaratabilirdi.
Duru kısa süreli de olsa bu tavrıma üzülüyordu ama birkaç öpücüğümle gönlünü almayı başarıyordum. Onun yanında kendimi bambaşka bir dünyada hissediyordum,kirlenmemiş, saf, güzel bir dünyada. Ama ne yazık ki ben o dünyaya ait değildim. Ve bu dünyadaki varlığımın sonu, çok da uzak değildi.
Yine, birbirimizi tüketerek geçirdiğimiz bir gecenin sabahına uyanmıştık. Tan bütün ayarlamaları yapmıştı. Duru, Tan ve ben aynı arabayla piknik alanına gidiyorduk; Duru’nun diğer arkadaşları ile doğrudan orada buluşacaktık. Burada geçirdiğim süre boyunca Duru ve Tan iyice kaynaşmışlardı. Aralarında sanki görünmez bir bağ vardı; abi kardeş gibiydiler.
Tan’ın da söylediği gibi, arada Duru’yu ondan kıskanmadığımı söylersem yalan olurdu. Çünkü Duru’nun ilgisini yalnızca kendime istiyordum.
Uzun zamandır ilk kez kendim gibiydim. İçimden geldiği gibi davranıyor, kahkahalar atıyor, o eski, dertsiz tasasız genç adama dönüşüyordum.
Piknik alanına vardığımızda, Duru’nun arkadaşları bizi bekliyordu: Ville ve sevgilisi Roope; grubun abisi Jess ve sevgilisi, grubun ablası sayılan Helka; grubun en sessiz üyesi Emil; ve elbette grubun delisi, neşesi Anna.
Tan, Anna’yı görünce yüzünü buruşturdu ama Anna, Tan’ı gördüğüne gayet memnun bir şekilde gülümsedi.
Güneş tepede parlıyordu. Hafif esen rüzgâr ağaçların yapraklarını dans ettiriyor, uzaktan gelen kuş sesleri pikniğimize eşlik ediyordu. Duru’nun neşesi etrafa yayılmıştı; adeta herkes onun enerjisinden pay alıyordu. Gülüşleri, rüzgârla birlikte yayılıp toprağın, çiçeklerin kokusuna karışıyordu.
Tan mangalın başına geçmiş, ciddi bir edayla etleri çevirmeye çalışıyordu. Anna ise ona sürekli laf atıyor, Tan’ı sinirlendirip kendi kahkahalarına boğuluyordu. Duru ve Helka, masa örtüsünü sererken aralarında çocukça şakalaşıyorlardı. Jess, her zamanki ağırbaşlılığıyla olan biteni izliyor, arada bir Roope’ye göz kırpıp gülümsemekten kendini alamıyordu.ville ise herkesi dikkatle izliyor herkese ayrı ayrı laf yetiştiriyordu.
Ben ise biraz uzakta, elimdeki içecekle hepsini izliyordum. Bu kadar huzurlu bir anı en son ne zaman yaşadığımı hatırlamıyordum. Duru’nun saçları güneş ışığında altın gibi parlıyordu. Bir an göz göze geldik; gülümsemesiyle içimdeki bütün karanlıklar dağıldı. O an içimden “Keşke zaman dursa,” dedim.
Yemekler hazır olunca herkes büyük bir iştahla sofraya oturdu. Tan’ın ızgaraları beklenmedik şekilde lezzetliydi, Anna bile dalga geçmeyi bırakıp “Hayatımda yediğim en iyi et bu!” demek zorunda kaldı. Kahkahalar birbirine karışıyor, neşemiz gökyüzüne yükseliyordu. Duru, masanın bir ucundan bana uzanıp elimi tuttu; gözleriyle sessiz bir teşekkür ediyordu. Sadece onun mutluluğu bile bütün dünyaya bedeldi.
Yemekten sonra hep birlikte göl kenarına yürüdük. Duru ayakkabılarını çıkarıp suya girdi, Tan ve Anna hemen ardından koştular. Su sıçratmalar, çığlıklar, kahkahalar... Hepsi bir rüya gibiydi. Duru suyu yüzüme sıçrattığında, ben de onu kollarından yakalayıp kendime çektim. Islak saçları yüzüme yapıştı, göz göze geldik. O an dünya durmuş gibiydi. Ne geçmiş vardı, ne gelecek... sadece o an, sadece biz vardık ve hiç düşünmeden dudaklarına yapışıp uzun uzun öptüm..
Akşamüstü olduğunda güneş yavaşça batarken herkes yorgun ama huzurluydu. Çimenlerin üzerine uzandık, gökyüzü pembe ve turuncunun en güzel tonlarına bürünmüştü. Duru başını göğsüme yasladı, sessizce “Bugün çok güzeldi…” dedi.
Ben ise yalnızca saçlarını okşayabildim. İçimden geçenleri söylemeye cesaretim yoktu. Çünkü biliyordum… bu güzel gün, belki de onunla geçirdiğim son huzurlu gündü.
Ama o an, sadece o ana ait olmak istedim.
Rüzgâr saçlarını savururken, ben sadece sessizce fısıldadım:
“Evet, Duru bugün gerçekten çok güzeldi.