Bana Denizi Anlat

2160 Kelimeler
Her şey o kadar dingindi ki aramızda, şu an sadece doğa konuşuyordu. Ama o beni dinliyordu. Ben de sözlerime devam ettim. "İnsan bazen en basit şeye bile ağlayabilir. Bazense dağların kaldıramayacağı kadar ağır acıları omuzlar da gıkı çıkmaz. Ama sanma ki ağlayan güçsüz, dayanan çok güçlü. Bize basit gelen bir şey onun derinliklerinden ağır bir yarayı tetikliyordur belki de. İnsanın kalbindeki yükü ne kadar çoksa taşıması o kadar zorlaşır. Üzüldüğü herhangi bir şeyi gözünden akıttığı yaşlarla yok edebilir. Ama kalbe yerleşmiş acılar gözden akan yaşla kaybolmaz. Daha da büyür. Yalnızlığından başka kalbini dökecek kimsen yoktur. O da seni dinler dinler susar. Daha çok delirirsin bu sefer ama yine geçmez. Oysa deniz öyle mi?" Dalgara çevirdim başımı. "Sen gönlünle ona ağlarsın o da dalgalarıyla sana. Şimdi elini kalbine götürdün ya. Deniz senin bağıramadığın tüm dertleri kayalara vura vura çıkardığı o hırçın sesiyle senin yerine bağırmış gibi hissettin. İşte bu yüzden ağladın. Denizle aranda olan bağı fark ettiğin için." Şaşkınca sormuştu. "Nereden bildin?" Yeniden ona döndüm. "Neyi?" "Bağıramadıklarımı dalgaların yerime bağırdığını düşündüğümü?" Gülümsemiştim. "Aynı dili konuşuyoruz da ondan." dedim. "Aynı dili konuşuyorsak senin de dertlerin ağırdır o zaman." Asılı kalmıştı tebessüm yanağımda. Söndüremedim, utandım karşısında. Ağır desem ona ayıp, değil desem bana. Biraz bekleyip sormuştu. "Bana biraz daha denizi anlatır mısın?" Küçük bir baş sallamayla devam ettim. "Kulağına dolan her su sesinde senden omzuna yük olmuş dertlerini istedi. Sende zaten taşıyamadığın yükleri ondan bir parçaya dönüştürüp gözlerinden attın. Fakat kalbinden sökerek. Bunun farkına bile varmadan. Ama buraya her ruhun göğüs kafesine sığmadığında kaçıp kaçıp geliyorsan, sen zaten onu anlıyorsun. Benim tercüme etmeme gerek yok." "Nereden öğrendin?" Dili çözülmüştü bana karşı. Başımı tekrar ona döndürmüştüm. "Böyle konuşmayı." diye devam etti. "Nasıl konuşmayı?" "Böyle işte. Psikolog gibi. İnsana cümlelerinle huzur vermeyi. Nereden öğrendin?" "En iyi öğretmenden." Meraklı bakışları arasından gülümsedim. "Hayattan." "Mesleğin ne Yiğit KARACAN?" "Psikolog demek isterdim." Tebessüm etmişti. "Öyleyse halkla ilişkiler, insan hakları ya da sosyolog. Ama bu kadar iyi kelime oyunu yaptığına göre edebiyat öğretmeni de olma ihtimalini arttırıyor." "Tamirci" dedim. "Hatta işsiz bir tamirci." Şaşırmıştı. Üzülmüştü de sanki biraz. "Dünya çok adaletsiz, değil mi?" diye sordu. "Evet, evet öyle. Kimseye eşit yazılmamış." "Okusan ne olmak isterdin?" "Hiç düşünmedim." "Hayalde mi kurmadın?" Acı acı gülümsedim yüzüne. "Dünya gerçekten çok adaletsiz." "Sen çok iyi bir insansın Yiğit KARACAN. Evleneceğin insan çok şanslı bir kız olacak." Boğazımın düğümleri çoğalmıştı. Tek kaşım havalanırken sırıtıp yere eğdiğim başımı salladım. "Bence insanlar iki çift söze değil, iki yüz liraya göre adam hesabına koyuyorlar. Cebinde bırak iki yüzü iki lira olmayınca suratına bakmıyorlar. Aşk bize haram kılınmış." Derin bir iç çekmişti. Rüzgar arada aramıza girip bizi susturuyordu. Omuzlarına düşen saçlarını savuruyordu gecede. Onu kendi dertlerimle üzmemek zaten dolu olan kafasını dağıtmak için "peki sen ne okuyorsun?" diye sordum. Yüzüne gelen saçları arkaya atıp tıpkı benim gibi dizlerini kollarının arasına almıştı. "Müzik öğretmeni olmak isterdim. Ama 2 güne bir hastanede olduğumdan çok fazla fırsat bulamadığım için ders çalışamadım. Bu yüzden kazanamadım sınavı. Babam tekrar dene dedi ama ne gerek var. Başvuru yapsam bile o günü görebilecek miyim? Hadi bir umudum olsun diyelim, nasıl çalışacağım? Bir günümün diğerinden farkı yok ki." "Böyle düşünme. Hepimiz bir gün er ya da geç öleceğiz. Hayattan zevk almak yerine zaten öleceğim diye bakarak yaşarken neden kendini öldürüyorsun gözünde?" Sessizleşmişti. Biraz kafasını dağıtması için tebessüm ederek "müzik öğretmeni olmak istiyorsan sesin çok güzeldir" dedim. Bana bakıp kısacık süren utangaç bir gülücük yerleştirdi o an dudaklarına. Az önceye nazaran yumuşamıştı biraz. "Bilmiyorum, daha önce hiç başkasına şarkı söylemedim. Babam dinlermiş gizli gizli bazen, o güzel bir sesim olduğunu söylerdi. Belki de beni mutlu etmek için böyle diyordu, gerçekten bilmiyorum." "O zaman ilk yabancı dinleyicin olabilir miyim? Söz veriyorum doğruyu söyleyeceğim." Şey diyerek duraksadı. Heyecanlanmıştı. "Ne söyleyeyim peki? İstek parça var mı?" Sanki yıllarca birinin ona bu soruyu sormasını beklemiş gibi çocuksu masum bir sevinç kaplamıştı onu. Dudaklarımı geriye büktüm. "Ne söylemek istersen. Kafana göre takıl, bana uyar her türlü." "Çok heyecanlandım" diyerek gülümseyip önüne döndü. Nefesini toplarken bende önüme dönüp denizi seyre dalmış, merakla ne söyleyeceğini bekliyordum. Dinleyin geceler, duyun sesimi Benden daha yanlız değilsiniz ki. Nedir bu karanlık, nedir bu sessizlik? Benden dertli değilsiniz ki. Uzanan elimi tutun ne olur, Benden daha güçsüz değilsiniz ki. Ağlamayın; susun, susun, susun ne olur. Benden daha yanlız değilsiniz ki. O an diğer kıtaya katılıp şaşkın bakışları arasında ona eşlik etmiştim.  Var mı bu dünyada ben gibi yanlız? Var mı bu dünyada ben gibi bahtsız? Doğuştan kadersiz, doğuştan şanssız... Benden dertli değilsiniz ki. Benden dertli ahh, değilsiniz ki. Şarkının ritmine kapılıp, denizin dalgasıyla birleşen sesimiz güzel bir ahenk yakalamıştı. Ama ona bu yaşta bu şarkıyı söyleten hayat canımı yine sıkmıştı. Bana dönüp sesimin güzel olduğunu hatırlattı. Ona aynı tepkiyi verdim. Çünkü kadife gibi bir sese sahipti. Hayallerinin peşinden mutlaka gitmesi gerektiğini tembihlerken daha iç açıcı ve yaşına uygun şarkılar söylemesini dile getirerek gülümsedim. Bana tebessüm edip şarkıların yaşı olmaz, yaşanmışlıkları olur demişti. Haklıydı. Eskiden ben de söylerdim bu şarkıyı çoğu kez. Maziyi düşününce duraksamıştım. Çelik gibi havayı içime çekerken ciğerlerim bu durumdan bezmiş gibi birkaç küçük öksürük kaçırmıştım ağzımdan. Bana Algül'ümü anımsatmıştı o an. Dalıp gitmiştim yine ona. Niye buradaydı, ben çekip gidince sevmeye kıyamadığım yanakları ismi gibi allara mı karışmıştı? Dudaklarımı bastırıp burnumu çekince yanıbaşımda duran genç kız sormuştu. "Ne oldu Yiğit KARACAN?" Ellerimi arkaya doğru uzatıp yerden destek alırken başımı havaya kaldırarak pırıl pırıl, berrak gökyüzüne baktım. İçimde tuttuğum anıları geceye savurmak istercesine derinden bir nefes saldım semaya. "Hani dedin ya buraya gelenin bir derdi vardır diye." Ona çevirdim başımı. Yüzümde küçük bir gülümseme oluştu. "Derdim aklıma geldi." "Merak ettim doğrusu." "Bende" dedim silikçe. "Ne?" "Geç oldu, baban seni merak etmiştir. Sana evine kadar eşlik edeyim." Burun kıvırmıştı. Kafasını önüne döndürüp biraz daha kalmak istediğini söyledi. Sessizliğimiz içimizdeki acılarımızı anlatıyordu. Bu suskunluk değildi, çığlıklar feryat feryadaydı. Susarak konuşanları, gülerek ağlayanlar anlardı. Saatler ilerledikçe esinti artmaya başlamış, vücudumu istemsiz bir titreme sararken kollarımı bedenime dolamıştım. Bakışlarım yanımda sessizce oturan yabancıya ilişmişti. Soğuk, tenine çarpmıyor muydu bu kızın? Hiç tepki vermeden öylece uzakları seyrediyordu. Onu kısa da olsa izlediğimi fark edip "biliyor musun Yiğit KARACAN?" dedi. "Hayatımı kurtardığın için sana minnettarım." "Kim olsa aynını yapardı." "Yapmazdı, emin ol" dedi içli içli. Pek bir manalı çıkmıştı. Hafiften gülümsedi. Sedasına yansıyordu bu tebessümü. "İçimde garip bir rahatlama hissi var." Bana döndü didarı(yüzü). "Sanki dertlerim hafiflemiş gibi." "Deniz havası iyi gelmiştir" dedim mütebessim yüz hatlarımla. "Hayır. Öyle bir şey değil. Buraya uzun zamandır uğrarım. Ama hiç bu kadar rahat hissetmemiştim. Sanırım sen iyi geldin." "Ben mi?" Dedim şaşkınca. "Ne yapmış olabilirim ki?" "Beni dinledin. Sessizce, yargılamadan, dertlerimi küçümsemeden, alaya almadan. Daha önce derdimi dinleyen biri olmamıştı." Denize döndü bakışları yeniden. "Psikologlarım dışında." dedi sitem edercesine. "Ki onlar da bana hiç samimi gelmiyor zaten. Ezberlenmiş tıbbi terimlerle nasihatler verip duruyorlar." Yutkunup kafasını dikleştirdi. "Eminim benim yaşadıklarım kendi başlarına gelse, zerre kadar dayanamazlardı." Bana çevirdi yorgun çehresini yeniden. "Seninle geçirdiğim şu bir saat, onların ilaçlarından ve seanslarından daha etkiliydi. Teşekkür ederim Yiğit KARACAN. Bu dünyanın senin gibi insanlara ihtiyacı var." "Sen çok güçlü bir kızsın. Zekisin de. Bu dünyanın sen gibilere ihtiyacı var. Eminim." diyerek ayağa kalkıp pantolonumun arkasını elimle çırparken "benim yokluğum bile fark edilmez" dedim. Kafasını bana kaldırdı.  "Bence kendine haksızlık ediyorsun. İçindeki seni görmeyi dene. Çevredeki insanlar şanslı kişiler." "Henüz beni tanımıyorsun bile, hakkımda böyle şeyler düşünmen doğru mu?" "Babaannem hep derdi ki: 'kızım, bir insanı tanımak istiyorsan onunla bir süre dertleş. Çünkü dertlerimiz bizim zaaflarımızdır. Herkes en güçlü yanını göstermek ister insanlara ama dertleşirken birçoğu bunu unutur ve kendi yüzünü çıkarır ortaya. Eğer seni gerçekten dinliyor ve kalbinden gelerek konuşuyorsa o insan iyidir.' Benimle daha önce kalbinden gelerek hiç kimse konuşmadı Yiğit KARACAN. Normalde hiç yapmadığım bir şey yaptım aslında. Yabancılarla konuşmazdım pek ama sen farklısın. Garip." "Garip olan ne?" "Sanki daha önceden tanıyor gibi hissettim." Ayağa kalkmıştı. Eliyle arkasındaki tozları silkelerken "belki yine bir gün burada karşılaşırız ha. Ya da ben..." deyip duraksadı. Yutkundu. Ben de öyle. Boğazıma takıldı sanki o an nefesim. "Neyse." diye devam edip derince bir iç çekerken başını önüne çevirdi. Rüzgarın yüzüne yüzüne vurduğu saçlarını suratından uzaklaştırıp "sen olmasaydın şimdi kayalıklarda dalgaların çarptığı cansız bir beden olacaktım. Belki de çürüyecektim, bir mezarım bile olmayacaktı." dedi. Yüzü yeniden bana çevirdi. "Bu yaptığını ömrüm boyunca unutmayacağım. Haklıydın. Yaşamak ölmekten daha zor. Yaşam cesaret ister. Bu sözünü asla unutmayacağım." Elini uzattı. Yorgun bakışları benimkileri andırırken sıkmıştım elini. "Hoşça kal Yiğit KARACAN." "Hoşça kal." Birkaç adım atıp durmuştu. Bana dönüp Efser dedi. "Benim adım Efser. Efser ACARSOY." Ona tebessüm etmiştim. Karanlığa karışıp uzaklaşmıştı. Bende daha fazla oyalanmadan gitsem iyi olacaktı. Saat epey geç olmuştu. Gül kokulu annem beni kim bilir ne kadar merak etmişti. Ellerimi kafamın aksine bomboş olan ceplerime sokmuş, soğuktan büzüşmüş halde hızlı hızlı eve doğru ilerliyordum. Ayağımın altına gelen ceviz büyüklüğünde ki taşa ayakkabının ucuyla vurup sekip gidişini seyretmiştim. Gürültü sarmıştı etrafı. Işıl ışıldı vilayet. Bu şehir parası olanlara mı güzeldi sadece be?! Kafamı gökyüzüne çevirdim. Işığı cılız iki yıldız yan yana gelmiş beni utandırmak için gülümsüyordu sanki bana. Hayat parası olanlara değil, güzeli görmeyi bilenlere güzeldi. Bizim mahallenin girişinde olan üç katlı sarı binayı geçmiştim. Birine adres tarif edeceğimizde en bilindik nokta olarak 'şu üç katlı sarı binayı gördün mü?' diye devamını getirdiğimiz cümlelerle anlatırdık. Biraz ilerisinde pek sevmediğim bir gazino yer alıyordu. Alem Gazino... Bizim arkadaşlardan Türkmen vardı, orada güvenlik olarak çalışıyordu. Pek memnun değildi işinden ama yine de şikayet etmezdi fazla. Mekanın önünden geçerken ona da selam vermek istemiştim fakat kafası yoğundu. Pek müsait olmadığını görünce sessizce geçip gitmeyi istedim. Başarmıştım da bunu. O ara kapıdan biri çıkmıştı. Mini eteğin üzerinde suni kürk bolerosuyla bir kadın merdivenlerden inerken yönümü dönüp bakmamış, ayaklarımı hızlandırmıştım ki o kadın hızlı hızlı ismimi tekrarlamıştı. Yavaşça durup arkamı dönmüştüm. El salladığını görünce bizim mahalleden Mehtap abla olduğunu anladım. Sırıtarak bana doğru yaklaşmıştı. "Nereden böyle dalgın dalgın bu saatte?" Cüzdan kadar küçük, ayakkabısıyla aynı renk alev kırmızısı çantasından çakmak çıkarıp elinde hazır olan sigarayı ağzına götürerek tutuşturmuştu. İçine çektiği dumanı havaya üflerken "sen pek geçmezdin buradan? Hayırdır Türkmen'e mı baktın?" diye sordu. Elim ilerideki giriş kapısını gösterirken "başı kalabalık ya, rahatsız etmek istemedim." dedim. Bir an arkasını dönüp baktı. Evet diyerek devam etti. "İçeride kavga çıktı. Neyse boşver Türkmen'i. Ben bir şey duydum da haberin var mı merak ettim." "Hayırdır inşallah abla, ne duydun ki?" "Algül dönmüş." Kalmıştım isminin son hecesinde. Dudaklarım hafif aralandı lakin diyecek bir kelam yoktu. Kalbime bile gömmeyi başaramadığım gülümü iki sözle yalandan öldürecektim. "Ne yapayım?" "Yiğit..." "Ne, Mehtap abla?" Küçük hareketlerle başımı oynatarak etrafa bakındım. "Evlenmiş barklanmış. Haberim olsa ne olacak, olmasa ne olacak?" Başım hafifçe önüme düştü. "Bana ne Algül'den?" Elindeki sigarayı daha yarısındayken yere atıp ayakları altında ezdi. Burnunu çekti havanın serinliğinden. "Gerçekten sana ne mi Yiğit?" Boynumdaki damarlar gerilmişti. Kaşlarım birbirine yaklaştı. Bakışlarım acizce yere düşmek istemedi. Gözlerine diktim kahverengi gözlerimi. Bana ne deyip yutkundum. "Ben yirmj yaşımdaydım evlendiğinde. Belki bir çocuğu bile vardır." Dudaklarım titredi. "Bana ne be Mehtap abla? Bana, ne?" Arkamı dönmüştüm. Var dedi. Gözlerimi birbirine bastırdım. Ardından nefesimi toplarken bir oğlu var diye devam etti. Çenemden bir titreme yayıldı. Gözlerim dolmuştu ama akmadan kuruttum. Yüzümü ona döndüm yeniden. Suratımda durmayı sevmeyen ince bir tebessüm yer aldı. "Allah analı babalı büyütsün." Kapıda biri belirdi. Bizden tarafa bakarak yüksek sesle 'Mehtap abla!' diye bağırdı. Gitmeden bana attığı o son bakışta nedamet görmüştüm. Biraz da acıyarak izledi beni. Sessizce arkasını dönerken "iyi geceler, Türkmen'e selamını söylerim." dedi. Tüm o göz alıcı rekli ışıkların arasında kaybolarak içeri girdi. Yüzümü aklımın köşelerine benzeyen karanlık sokağa çevirdim. Attığım her adımda ayak sesim değildi kulağıma dolan. Az önceki kelimeler yankı yapıyordu. Bir oğlu var... Elimi ağzıma götürdüm. Utanmıştım da biraz kendimden. Kocaman adam ağlar mıydı çocuk gibi? Yanağımı göz uçlarına doğru çekiştirerek elimle sildim. Bir oğlu var! Sanki nefes alamıyordum. Oksijen diye soluduğum zehirdi. Boğuyordu beni, boğuluyordum. Ellerim diz kapaklarımda dizlerimin üstüne eğildim. 'Ben sana benzeyen bir oğlum olmasını isterdim.'  Kulaklarımı tıkadım. Sus Algül, sus! Nefret ediyorum senden, yalanlarından. Hatırlamak istemiyordum. Sus! 'Neden?' 'Senin kadar yiğit, güçlü, korkusuz olsun diye. Olsun ki annesini korusun. Bir de, sevdiğine böyle güzel baksın. Babası gibi mert bir delikanlı olsun." Yere düştü dizlerim. Geçmişin ekosu susmuyordu, vücudum da taşıyamaz hâle gelmişti. 'Aaa...' 'Ne oldu?' 'İsmi, ismi Mert olsun.' 'Olsun Gül'üm olmasına da ben de annesi kadar güzel bir kızım olsun istiyorum. Ne yapacağız şimdi? Gerçi annesi kadar güzel olabilir mi emin değilim.' 'Senin kızını bilmem de benim oğlum babası gibi olacak. Babası gibi yiğit, adı gibi Mert.' Yavaşça doğrulttum belimi. Bacaklarım güçsüzdü. Zar zor kendimi kaldırım taşına attım. Elimin ayasıyla gözlerimi sildim. Sonra ters çevirdiğim parmaklarım burnumun ucunda biriken ıslaklığı temizledi. "Benim bir kızım olmadı Algül. Sen hayallerine ne çabuk kavuşmuşsun." Durup kendimi dinledim. Beni bırakıp giden biri için miydi bu arsız yaşlar? Neden terk edildiğimi bile bilmezken. Unutmuştun hani Yiğit? Niye yandı canın bu kadar KARACAN! Benliğimle olan sorgularım sürerken her şeyi bitirmiştim kafamda. Bir rüzgar gibi beynimde esen tüm düşünceleri dindirmiştim. Birkaç dakika sakinleştikten sonra dizlerimin üstünde yere doğru sarkmış ellerimi kaldırıp başımdan geçirerek oturduğum yerden doğruldum. Benden hallice olan geceye derin bir nefes bıraktım. Giderek ağırlaşan göz kapaklarıma uyku hali gelmişti fakat yürüyordum. Eve gireceğim sokağın sonunda tanıdık bir ses bana seslenmişti. "Yiğit!..."
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE