Güneşin ilk ışıkları ufku aydınlatırken savaş alanının sessizliği yeniden ortaya çıktı. Toprakta hâlâ duman tüten mermiler, gece yaşananların sessiz tanıklarıydı. Kuşlar bile ürkek ötüyor, sabahın huzurunu bulmakta zorlanıyordu.
Cem, kampın kenarında ağır adımlarla dolaşıyordu. Omuzları gergindi, gözleri yorgun ama zihni hâlâ uyanıktı. Bir gecede hem askerlerini hem de yanında olmaması gereken bir kadını korumak zorunda kalmıştı. Bu ikili yük, göğsüne taş gibi oturmuştu.
Elif ise biraz ileride, küçük bir taşın üzerinde oturuyordu. Defteri dizlerinde, kalemi parmaklarının arasında dönüp duruyordu. Gözleri kızarmıştı ama pes etmiyordu. Yüreğinde hâlâ gece boyunca duyduğu çığlıklar ve gördüğü kan izleri vardı. Onları yazmak zorundaydı. Onları yazmazsa, sanki ölenler gerçekten yok olmuş gibi olacaktı.
Cem ağır adımlarla yanına geldi. Bir süre sessizce ona baktı. Sonunda derin bir nefes aldı.
“Elif… bu iş burada biter. Seni güvenli bölgeye götüreceğim. Daha fazla riske atamam.”
Elif başını kaldırdı. Dudaklarının kenarında hafif ama inatçı bir tebessüm vardı.
“Yanılıyorsun. Buraya geldim, çünkü kalemim bu topraklarda olmalı. Gitmeyeceğim.”
Cem kaşlarını çattı. “Senin için savaşmaya mecbur değilim.”
Elif’in gözleri kararlılıkla parladı.
“Belki değilsin… ama kendim için savaşmaya hazırım. Benim savaşım da burada.”
Cem, ilk kez cevap veremedi. Yüreğinin en derininde Elif’in sözleri yankılandı:
“Onun savaşı kelimelerle, benimki kurşunlarla… ama ikimiz de kaybedersek, bu toprakların sesi susacak.”
Cem, Elif’in gözlerindeki kararlılığı gördükçe geçmişten bir an zihnine doldu. Gözleri uzaklara kaydı, ama aslında yıllar öncesine gidiyordu.
Henüz on yedi yaşındaydı… Bir yaz akşamı köy meydanında arkadaşlarıyla otururken köylerine kara haber gelmişti. Amcası, sınırda görevdeyken şehit düşmüştü. O gün kalabalığın arasında babasının titreyen sesini, annesinin ağlayışını hiç unutmadı. Tabutun üzerinde dalgalanan bayrak, Cem’in kalbine kazınmıştı.
O günden sonra tek bir düşüncesi vardı: “Onun yarım kalan nöbetini ben devralacağım.”
Ne olursa olsun, kim olursa olsun… hayatını vatanı korumaya adayacaktı.
Elif, Cem’in gözlerinin bir noktaya takılı kaldığını fark etti. Defterini yavaşça kapatıp ona yaklaştı.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu, sesi alışılmadık bir yumuşaklıkla.
Cem bir an sustu, sonra kısa ama keskin bir cümle kurdu:
“Beni buraya getiren sebep, bir tabutun üzerine kapanmış bayraktı.”
Elif’in kalbi sıkıştı. O an, Cem’in sadece bir asker değil; yaralı bir kalp taşıyan bir adam olduğunu anladı. Kalemiyle onun hikâyesini yazmak için daha da kararlı hale geldi.
Ama Cem içinden geçirdiği başka bir cümleyi söylemedi:
“Ve şimdi… o bayrağın yanına senin isminin düşmesinden korkuyorum.”
Güneş yükselmeye başladığında tim toparlandı. Cem, askerleriyle birlikte bölgeyi kontrol etmeye koyuldu. Elif de her zamanki gibi adımlarını geri çekmedi, biraz geriden onları takip etti.
Kayanın ardından ilerlerken Cem’in içgüdüleri aniden devreye girdi. Sessizliği yırtan, neredeyse duyulmaz bir metal sürtünme sesi kulaklarına çarptı. O sesi yılların deneyimiyle tanıyordu: şarjör yerleştirme sesi.
“Yatın!” diye bağırdı.
O an, kayaların arkasından açılan ateş havayı delip geçti. Kurşunlar sağa sola çarpıyor, taş parçaları havaya savruluyordu. Cem refleksle arkasına döndü ve Elif’i gördü. Kadın olduğu yerde donup kalmıştı, defteri elinden düşmüştü.
Cem düşünmeden koştu. Kurşunlar etraflarında vızıldarken Elif’i sertçe yere yatırdı, üzerine kapandı. Toprağın soğukluğu, silah seslerinin sıcaklığına karışıyordu.
Elif, nefes nefese kalmıştı. Cem’in yüzü sadece birkaç santim ötesindeydi. Gözlerindeki öfke, bu kez korkuyla karışmıştı.
“Kaç kere söyledim sana… yanımdan ayrılma diye?!”
Elif’in sesi titrek ama meydan okuyan bir tondaydı:
“Kaç kere söyledim… geride kalmam diye?”
Bir anlık sessizlik oldu. Silah sesleri uzaklaşırken, aralarındaki nefesler birbirine karıştı. Cem, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. İçinde bastıramadığı bir gerçek vardı: Bu kadın, sadece savaş alanına değil, kalbinin en kırılgan yerine de sızıyordu.
O an Elif’in kulağına eğildi, fısıltı gibi çıkan sözleri duydu:
“Bir gün bu inadın seni öldürürse… ben de seninle ölürüm.”
Silah sesleri yavaş yavaş kesildiğinde Cem, Elif’in üzerindeki baskısını hafifletti ama kollarını bırakmadı. Nefesi hâlâ hızlıydı, alnından süzülen ter damlaları toprağa düşüyordu. Onu incitmemek için geri çekilse de gözlerini Elif’in gözlerinden ayıramadı.
Elif kalbinin deli gibi çarptığını hissediyordu. Bu çarpıntının korkudan mı yoksa Cem’in yakınlığından mı olduğunu ayırt edemiyordu. Ama bildiği tek şey vardı: Bu adam, yalnızca onu korumuyordu… kendi kalbini de ona teslim etmeye çoktan başlamıştı.
Elif, yavaşça fısıldadı:
“Ben buraya savaşın gölgesini yazmaya geldim. Ama artık görüyorum ki… savaşın içindeki ışığı da yazmak zorundayım.”
Cem, gözlerini kısa bir an yere indirdi. Ardından sesi daha yumuşak, neredeyse kırılgan bir tonda çıktı:
“Beni ışık yapma, Elif. Çünkü ben karanlıkta yaşamayı öğrendim.”
Bu sözler, Elif’in içine işledi. Ama o, kararlılıkla başını salladı.
“Bazen en büyük ışık… en derin karanlıkların içinden doğar.”
İkisi de bir süre sessiz kaldı. O an savaş alanı, kurşunlar ve pusular bir anlığına yok olmuş gibiydi. Geriye sadece birbirine temas eden iki kalp kalmıştı.
Ve Elif biliyordu… Bu hikâye yalnızca bir savaş hikâyesi değil, kaleminin ve kalbinin en ağır sınavı olacaktı.
Tam o sırada telsizden komutanın sesi duyuldu, gergin ve sert:
“Erden, hazırlanın! Bir sonraki harekât için emir bekliyoruz.”
Cem’in yüzü yeniden katılaştı. Elif, bir an önceki yumuşaklığı kaybolan bakışlarını görünce, bu dünyanın onun omuzlarına ne kadar ağır bir yük bindirdiğini daha iyi anladı. Savaş, ikisine de nefes alacak kadar bile zaman tanımıyordu.
Elif, Cem’e bakarak fısıldadı:
“Ne olursa olsun… yanındayım.”
Cem gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Ardından kısa ama sarsıcı bir cevap verdi:
“Umarım pişman olmazsın.”
Ve o an Elif, neyle karşılaşacağını bilmeden kalbinin en derinine işledi bu sözleri. Çünkü biliyordu; onların hikâyesi artık sadece kurşunlarla değil, seçimlerle de yazılacaktı.