Gece boyu süren çatışmanın ardından sabahın ilk ışıkları dağların zirvesine vururken, karargâhın üzerinde ağır bir sessizlik çökmüştü. Sessizlik, huzurdan değil; yaklaşan fırtınanın habercisiydi. Cem, çadırdan çıkıp etrafı kolaçan ettiğinde gözleri yorgun ama zihni tetikteydi. Telsizden gelen kısa ve kesik sesler, yeni bir görevin yakın olduğunu söylüyordu.
Timdeki askerler hazırlık yaparken Cem’in gözleri farkında olmadan Elif’i aradı. Onu karargâhın biraz ötesinde, sedyelerin arasında yaralılarla ilgilenirken buldu. Elif’in yüzünde yorgunluğun izleri vardı ama bakışlarında hâlâ inatçı bir ışık yanıyordu. Cem o ışığı görünce hem gurur duydu hem de içinde tarifsiz bir korku hissetti. Bu topraklar umutla oynayan, hayatları bir anda söndüren yerlerdi.
Birliğin komutanı içeri girip sesi yankılanan bir emir verdi:
“Karahan! Timinle birlikte sınır hattına intikal edeceksiniz. İstihbarata göre karşı tarafa mühimmat sevkiyatı yapılıyor. Gözünüzü dört açın.”
Cem başını sertçe salladı. “Emredersiniz, komutanım!”
Elif, uzaktan bu konuşmayı duyduğunda kalbi hızlandı. İçinde tanımlayamadığı bir endişe vardı. Cem’in göreve gidişleri her defasında biraz daha ağır geliyordu. Bu kez farklıydı; içgüdüleri ona yaklaşan tehlikeyi fısıldıyordu.
Cem hazırlanmak için çadırına döndüğünde Elif kapının önünde belirdi. Göz göze geldiklerinde Cem, içinden geçenleri saklamaya çalıştı. Ama Elif’in bakışları, onun en derin sırlarını bile ortaya çıkaracak kadar delici ve dürüsttü.
“Gidiyorsun.” dedi Elif, sesi hem sakin hem de titrek.
“Bu benim işim.” diye karşılık verdi Cem, kuru bir tonda.
Elif bir an sustu, sonra adım atarak ona yaklaştı.
“Ve benim işim… geri döndüğünde seni hayatta görmek. O yüzden sakın bana boş sözler bırakma, Cem.”
Cem’in yüzü sertti ama gözlerinde beliren kırılganlık her şeyi ele veriyordu. Elif’in elleri titrek bir cesaretle onun koluna dokundu. O an savaşın, silahların ve görevlerin ötesinde başka bir gerçek vardı: Kalplerini birbirine bağlayan görünmez bir hat.
Cem Erden hazırlıklarını tamamlarken, timdeki diğer askerler de sessizce teçhizatlarını kontrol ediyordu. Çelik yelekler, dolu şarjörler, gece görüş dürbünleri… Her bir parça, önlerinde belirsiz bir yolun ağırlığını hatırlatıyordu. Cem, tüfeğini omzuna asarken bakışlarını son kez Elif’e çevirdi. Onun gözlerindeki kaygıyı görmemek imkânsızdı.
“Endişelenme.” dedi Cem, sesini olabildiğince kararlı göstermeye çalışarak.
Elif ise dudaklarını sıktı. “Bunu bana söyleyip giden her asker… aynı cümleyle dönmedi, Cem.”
Bu söz, Cem’in yüreğine bir kurşun gibi saplandı. Ama buna rağmen arkasını dönmek zorundaydı. Çünkü savaş, geride kalan duygulara izin tanımıyordu.
Tim, ağır adımlarla ilerlerken Elif onları gözleriyle takip etti. İçinden bir ses, Cem’in arkasından gitmesini, onun nefes aldığı her anı gözetmesini fısıldıyordu. Ama görev çizgisi ile kalp çizgisi birbirine karıştığında insanın aklı bulanıyordu.
Saatler sonra sınır hattına vardıklarında hava keskin ve soğuktu. Dağların gölgesinde, pusuların kol gezdiği kayalıklarda yürümek, her an ölümle yüzleşmeye hazır olmak demekti. Cem, öncü olarak ilerlerken zihni bir an bile dağılmadı. Elif’in sözleri aklında dönüp duruyordu: “Bunu bana söyleyip giden her asker… aynı cümleyle dönmedi.”
Karargâhta kalan Elif ise kendini işine vermeye çalışıyordu. Yaralı askerleri sarmak, ateşi çıkanları kontrol etmek, gece nöbetindeki yorgun gözlere biraz su vermek… Ama kalbi sürekli başka bir yerdeydi: Cem’in yanında, tehlikenin ortasında.
Gecenin ilerleyen saatlerinde telsizden kısa, kesik bir ses yankılandı.
“...Erden… temas… ateş altındayız!”
Elif’in elindeki stetoskop yere düştü. Nefesi hızlandı, kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. O an anladı ki bu kez geri planda kalamayacaktı. Çünkü bazen kalbin emri, savaşın emrinden daha güçlüydü.
Mermiler dağların sessizliğini paramparça etti. Gecenin zifiri karanlığını aydınlatan kurşun izleri, Cem ve timine pusu kurulduğunu kanıtlıyordu. Askerler kayalıkların arkasına sığınırken Cem, gözünü dürbünden ayırmadan emirlerini yağdırıyordu.
“Ali, sağ kanattan dolan! Murat, ateş bastırması yap! Geri çekilmek yok, mevziyi bırakmıyoruz!”
Sesi tok, emirleri keskin ve netti. Panik yoktu, sadece savaşın gerektirdiği disiplin. Yılların deneyimi onun her hareketinde kendini belli ediyordu. Ama kalbinin derinliklerinde başka bir ses yankılanıyordu: “Ya Elif haklıysa? Ya bu sefer dönemeyeceksem?”
Timinin en genç askerlerinden biri, Mehmet, bir kayanın arkasına sığındığında panikle Cem’e seslendi:
“Komutanım, sıkıştık! Arkadan da geliyorlar!”
Cem, hızlıca durumu değerlendirdi. Eğer o anda kararsız kalırsa hepsi orada can verebilirdi. Dişlerini sıktı, sonra telsizi eline aldı.
“Merkez! Erden konuşuyor, yoğun ateş altındayız. Takviye gerekiyor, konumumu gönderiyorum!”
Elif, karargâhta telsizden gelen bu sesi duyunca olduğu yerde donup kaldı. Cem’in sesi her zamanki gibi kararlıydı ama nefesinin ritminden anladı; durum sandığından çok daha kritikti. İçinde yükselen korku, mantığının duvarlarını yıktı.
Bir süre düşündü. Sonra eline ilk yardım çantasını aldı, gözlerini kararlı bir şekilde kısarak kendi kendine fısıldadı:
“Burada oturup dua etmek yerine… orada olmalıyım. Onun yanında.”
Elif’in bu kararı, geri dönülmez bir yolun başlangıcıydı. Çünkü savaş, yalnızca askerlerin değil; kalbinde ateş taşıyan herkesin sınavıydı.
Cem, çatışmanın ortasında tetikteyken aklından geçen tek şey, timini sağ salim karargâha götürmekti. Fakat kaderin iplerini tutan görünmez eller, o gece onları bambaşka bir yola sürüklüyordu.
Elif, çantasını sırtına geçirip sessizce cephaneliğin arkasından ayrıldı. Nereye gittiğini soran birkaç askere yalnızca, “Yaralılara destek olmam lazım.” demekle yetindi. Hiç kimse onun kalbinin aslında tek bir kişiye kilitlendiğini bilmiyordu.
Dağ yolları zordu; taşlar kayıyor, gecenin karanlığı gözlerini yakıyordu. Ama Elif’in içindeki kararlılık, korkunun önüne geçmişti. Adımları titrek olsa da geri dönmeyi aklına bile getirmedi.
O sırada çatışma daha da şiddetlenmişti. Cem, timini kayalıkların arkasına topladı, eli kanayan Mehmet’in yarasını bastırdı. “Dayan,” dedi sert ama umut veren bir sesle, “buradan çıkacağız.”
Bir an için Cem’in gözleri gökyüzüne kaydı. Bulutların arasında beliren ay ışığı, sanki gökten inen bir işaret gibiydi. İçinden sessizce, kimseye duyurmadan fısıldadı:
“Allah’ım… bu adamlara bir şey olursa beni de alma.”
Tam o sırada kulaklarına yaklaştıkça netleşen bir ses geldi: hafif, telaşlı ama tanıdık.
“Cem!”
Cem’in gözleri irkildi. Bu sesin sahibini yanılma payı olmadan tanıyordu. Silah seslerinin ortasında, Elif çalılıkların arasından çıktı, elindeki çantayı yere bırakarak yaralılara koştu.
Timin şaşkın bakışları arasında Cem ayağa fırladı, öfkesi ile endişesi birbirine karışmıştı.
“Sen burada ne arıyorsun?!” diye bağırdı.
Elif nefes nefese, titreyen ama kararlı bir sesle karşılık verdi:
“Burada sen varsın. Ve ben, senin yanında olmadan yaşayamayacağımı anladım.”
Cem, bir an için konuşamadı. Kurşun sesleri, patlamalar, bağırışlar… her şey bir sis perdesinin ardında kayboldu. Geriye yalnızca o sözler kaldı.
Ve o an Cem, savaşın ortasında bile bir kalbin teslim olabileceğini gördü.
Cem, dişlerini sıkarak Elif’in kolundan tuttu, gözleri öfkeyle parlıyordu ama içinde gizlenen korku çok daha büyüktü. “Burada bir kurşun sana değerse, bunun hesabını ne kendime ne de bu toprağa veremem, anlıyor musun?” dedi. Sesindeki titrek sertlik, aslında yüreğinin çaresizliğini ele veriyordu.