Çıkan sese ve konuşan kişiye bakınca eğer korkudan bayılacak durumda olmasa bu durum komik bile gelebilirdi. Küçük adamın üstündeki değişik vizon rengi büyük siyah düğmeleri olan cekete baktı, kendini açıklamak için bir şey söylemeyi düşündü ama ne diyecekti. "Şeyy bilmiyorum" dedi geveleyerek "Gerçekten nasıl geldim bilmiyorum"
"Ah siz çocuklar ve güçleriniz. Yalan mı konuşuyorsun yoksa doğru mu söylüyorsun Profesör Elena'ya anlatırsın" dedi küçük adam.
Güçler kelimesinde kalmıştı Simya gerisini dinleyememişti bile. Ne güçleri, nasıl güçler... Küçük adam "Peşime takıl" diye bağırdı. Gerçekten boyuna göre güçlü bir sesi vardı. Ve pek de genç sayılmazdı 50'li yaşların ortalarındaydı.
"Beyefendi ben açıklayabilirim" dedi Simya ama küçük adam "Beyefendi de ne demek? Profesör diyeceksin" diye bağırdı.
Simya daha ağzını açmamaya niyetliydi. Peşine takıldı, taştan yapılma merdivenlerden aşağı inerken bir yandan yapıyı inceliyor etrafına bakıyordu. Merdivenlerin sahanlıkları bile taş kaplamaydı. Duvarlar aynı kütüphanenin yapısı gibi taştan örülmeydi. İndikleri koridorun tamamı camlardan dolan güneş ışığıyla aydınlanmıştı. Burada da duvarlarda büyük mumlar asılıydı. Cam olmayan tarafında da bir sürü tablo vardı. İrili ufaklı üstünde tanımadığı yüzlerin resmedildiği bir sürü tablo. Bir yandan da neler olup bittiğini çözmeye çalışıyordu. Tekrar konuşmayı denedi; "Efendim buraya nasıl geldim bilmiyorum. Bir kitap buld..." cümlesini bitiremeden küçük adam bağırdı;
"Halen daha buradaki kuralları öğrenemedin mi? Tatil dönemlerinde okula girmek yasak. Eğer yurtta kalıyorsan da izin belgen olması lazım. Nerede izin belgen göster."
"Lütfen bilmiyordum gerçekten izin belgem yok" dedi Simya panikle sanki cebinden bir izin kâğıdı çıkacak gibi ceplerini yoklayarak
"Ne dediğinizi gerçekten anlamıyorum. Gerçekten kitap vardı mavi renk..."
"Profesör Elena'ya anlatırsın derdini" dedi sinirli küçük adam hızlı adımlarla yürüyerek.
Simya kütüphaneden dolayı buranın bir okul olduğunu düşünmüştü ama okullar böyle olmazdı. En azından kendi okuduğu okul böyle değildi. Her yerde tablolar, kocaman biblolar vardı. Sonunda düz bir koridora indiler. Sanki bir yerin kapısı açık kalmış gibi hafif bir rüzgâr yüzüne vurdu. Koridorun ucunda büyük bir kapı olduğunu fark etti, binanın yüksekliği kadar vardı belki yirmi metreydi. Kendisi hiç tanımadığı bilmediği bir yerde, yine hiç tanımadığı bir adamı takip ederken bulmuştu. Yeni yaşam dilekleri bir anda buhar olup uçtu. Hızlıca merdivenlerin köşelerini dönerken sanki zaman durmuştu, duyduğu tek şey taş zemine vuran ayak sesleriydi. Bir şeyler yanlıştı yine içinde o yanlış his vardı. Son döndüğü merdivenin köşesinde kendi yaşıtı birine gördü, tanımıyor olsa da sonunda başka biri diye sevindi. Ondan yardım isteyebilirdi ama ne diyecekti ki.
"Merhaba Profesör Öker nasılsınız?" dedi yabancı genç elindeki istif edilmiş kâğıtları düzelterek. Sesi gayet hoştu, Simya'nın aptal bir inancı vardı, sesi güzel insanların iyi niyetli olabileceklerine dair... Bu arada küçük adamın adını da öğrenmişti gerçekten de bir profesördü.
"Merhaba Tibet bitirdin mi öğrenci evraklarını?" dedi Profesör Öker. Yüzü ekşimiş yoğurt yemiş gibiydi.
Simya sinirinin sadece kendisine olmadığını anlayınca daha iyi hissetti. Belli ki bu adamda kendi okulundaki Mehmet Hoca gibi öğrencilere tahammül edemiyordu.
"Sayılır efendim az kaldı" dedi Tibet, Simya'ya hafiften göz kırparak. Çapkın gülüşünün, birbirinden farklı gözlerinin, gür kısa kestane rengi saçlarının ve inci gibi dişlerinin birleşimi çok güzel bir adamdı. Elindeki evraklara bir göz atarak "Sanırım 200 tane var sadece" dedi tekrardan. Profesör Öker kaşlarını çatıp, "Bugün bitecekler umarım" diye söylendi.
Simya bu konuşmanın belli bir kısmında dinlemeyi bırakmıştı, bu yabancıyı yani Tibet'i inceliyordu. Oldukça yakışıklıydı, uzun boyluydu ve kendisine çok yakışan bronz bir tene sahipti. Simya güneşten yanmıştır diye düşünürken gözlerini biri mavi diğeri kahverengi bir çift gözden ayıramıyordu. İlk defa böyle bir şey görmüştü. Aslında gayet güzel gözüküyordu. Sonra hatırladı. Heterokromi olmalıydı bir yerde okumuştu, o yüzden iki gözü birbirinden farklı renkteydi. Simya korku dolu gözleri ile Tibet'i süzmeye devam ediyordu. "Sen kimsin? Tatil gününde burada ne yapıyorsun böyle" dedi Tibet gülerek "Yoksa benim gibi sende mi cezalısın?"
"Ben Simya" dedi samimi haline aldanarak cevap vermeye niyetlenmişti ama daha cümlesini tamamlayamadan Profesör Öker gene sözünü kesti. "Hadi Profesör Elena'ya anlatırsın derdini" dedi.
Öğrencilerin yaramazlıklarından bıkmıştı belli ki. Söylenip duruyordu. Tibet muzur muzur gülümsüyordu. Oldukça komik bir tip gibiydi. Tibet elindeki evrakları en yakın odaya bırakıp onların peşine takıldı. Koridorun ucunda büyük barut rengi ahşap bir kapı vardı. Biraz daha gerisinde de aynı renkten başka bir kapı vardı. O kapı kadar büyük olmasa da yinede Simya'nın iki katıydı. Profesör Öker kapıyı tıklattı. Girdikleri odada kimse yoktu. Kütüphane kadar olmasa da büyükçe bir yerdi. Birkaç tane büyük penceresi vardı, pencerelerden birinin önünde ahşaptan koyu kahverengi bir masa ve üstünde bir sürü kâğıt duruyordu, belli ki birisi burada çalışmıştı. Odanın sağ tarafında ufak bir şömine vardı ancak havaların sıcak olmasından dolayı yanmıyordu. Duvara dayalı iki tane büyük dolap vardı. Kapakları kapalı olduğundan içindekiler belli değildi ama yan tarafında aynı büyüklükte bir tane de kitaplık daha vardı. Simya, Elena dedikleri kadın çok kitap okuyor diye düşündü.
Profesör Öker ve Tibet sanki birinin gelmesini bekler gibi duruyordu. Simya etrafındaki her şeye göz gezdirirdi, masanın üzerinde bir sürü kitap, kalem, uzun bir ağaç parçasına benzeyen bir çubuk ve haritayı andıran bir büyük kâğıt parçası vardı. Okul sırasını andıran sıralar Simya'ya cidden buranın okul olabileceğini düşündürmeye başlamıştı. Ders yapılabilmesi için tasarlanmış bu odada koridordaki gibi duvarlarında büyük mumlar, mum dolu bir avize ve bir sürü tablo vardı. Simya kafasını hafif sağa çevirince aynada kendi yansımasını gördü. Korkunç görünüyordu. Topuz yaptığı saçları dağılmıştı, gözleri korkudan da kocaman olmuştu. Sırtında çantası üstünde hala okul forması ile put gibi duruyordu. Eliyle dağılmış saçlarına bir çeki düzen verdi, göz ucuyla Tibet'i takip ederek ilk karşılaşmalarında bu kadar pespaye karşısına çıktığından dolayı da utanç duyuyordu.
Pencerenin önünde duran büyük ahşap elbise askılığının üstünde çok zarif kırmızı yeşil çizgileri olan, uzun kuyruklu, narin gagalı bir kuş vardı. Simya kuş türlerini pek fazla bilmese de ömründe böyle bir kuş görmediğine emindi. Kuş kanat çırpmaya başladı, havada birkaç tur atmıştı ki birden uzun siyah saçlı bir kadına dönüştü. Simya'nın gördükleri karşısında nutku tutulmuştu. Gözleri kocaman olmuştu, çığlık atmak istiyordu ancak çok korkmuştu sesi çıkmıyordu. Demin orada duran kuş şimdi karşısında bir kadın olarak duruyordu. Gördüğü şey konusunda kesinlikle emin değildi, belki de kafayı yemişti hatta sıyırmıştı. Karşısında duran 40'lı yaşlardaki kadından gözlerini alamadan bir süre baktı ve pat diye yere düştü, taştan zeminde boylu boyunca uzanıyordu. Tibet onu tutmak için hamle yaptı ama yetişememişti. "Profesör yardım edin" diye bağırdı.
Profesör Elena ve Öker Simya'yı bir masanın üstüne yatırdılardı. Profesör Elena, Tibet'i Şifacıyı çağırması için revire gönderdi. Bir süre sonra Simya sanki bir uykudan uyanırmışçasına gözlerini araladı. "Bana ne oldu?" diye sordu, sertçe yere vurduğu kafasını okşadı. Hala etrafı puslu görüyordu. "Nerdeyim ben?" diye sordu tekrar. Sanki kafasının üstünde çizgi filmlerdeki gibi kuşlar uçuşuyordu. Bir kadının kendisine seslendiğini duyar gibi oldu.
"Zavallı yavrum bayıldın. Şimdi iyi misin?" diyordu bu ses.
Gözlerini hafifçe araladı, artık dünya daha az dönüyordu. Tepesinde ona bakan bir çift koyu kahverengi göze baktı, masanın üstüne doğruldu. Karşısında uzun kırmızı, yeşil renkte kadife bir elbise giymiş bir kadın vardı. Profesör Elena oldukça endişeli bakıyordu. Çakmak çakmak kahverengi gözleriyle Simya'yı inceliyordu. Upuzun neredeyse yere değen siyah saçları eliyle geriye attı. Simya etrafına baktı, gördüklerinin rüya olmadığı anladığı an çığlık atarak masadan kendini yere attı. Eline bir sandalye alarak önüne koydu. Arkasını şömineye vermişti. Profesör Elena ve Öker'e karşı durdu.
"Sizde kimsiniz?" diye bağırdı acı acı "Asıl siz nesiniz? Olamaz şaka değil mi bu. Ya da bunların hepsi benim kafamda oluyor. Bunlar gerçek değil."
Gözlerini sık sıkı kapatmıştı. Belki de gözlerini açtığında her şey eskisine dönmüş olacaktı. Birden koluna birinin dokunduğunu hissetti. O kadar çok korkuyordu ki gözlerini açamıyordu.
"Simya iyi misin?" dedi yumuşak bir ses, ismiyle hitap edilmesi ona daha iyi hissettirmişti. Gözlerini açtı. Tibet korkmaması gerektiğini söylüyordu. Ama Simya aklını kaçırdığını düşünüyordu. Kendisine bakan bir çift renkli gözün dediklerini yaptı. Tibet onu yavaşça sıraya oturttu. Şifacı kadın da artık oradaydı. Profesör Elena izin ver, şifacı sana baksın diyordu ama Simya çok ürkmüştü kimse yanına yanaşsın istemiyordu. Hepsi birlikte meraklı gözlerle Simya'ya bakıyorlardı. Profesör Elena kim olduğunu merak ediyordu.
"Bizden korkmana gerek yok. Kimsin bize anlatır mısın? Okul kapalıyken nasıl buraya girdin?" dedi anaç bir tavırla. Simya bir şey diyemiyordu korkudan dili tutulmuştu. Burası da neydi böyle? Bacaklarının titremesinden masa sallanıyordu. Bir gayret konuşmayı denedi. "Benim adım Simya" dedi yutkundu fena halde ağzı kurumuştu, sanki kafasını sert bir yere çarpmıştı ve hayal görüyordu. Bayılırken sert bir yere çarpmıştı ama bu ondan olamazdı. Tekrar korkudan titreyen elleriyle gözlerini ovuşturdu. "Gerçekten size yemin ederim ben buraya nasıl geldim bilmiyorum. 5 dakika önce başka bir yerdeydim birden kendimi burada buldum."
Profesör Elena söylediklerine anlam yüklemeye çalışsa da Simya'nın neden bu kadar korktuğuna anlam veremiyordu. "Peki, beni görünce neden bu kadar çok korktun?" diye sordu. Simya'nın böyle bir soru beklemediği ortadaydı. Nasıl korkmaya bilirdi ki. Karşındaki kuş birden bire bir insana dönüşmüştü.
"Neden mi? Siz kuku-kuştunuz sonra birden insana dönüştünüz? Bu nasıl olabilir?" dedi o kadar korkmuştu ki sesi titriyordu.
"Simya bunun nasıl olduğunu biliyor olman gerekirdi. Büyü bu. İlk defa karşılaşıyor gibisin." dedi Profesör Elena hayretle. Onu daha fazla ürkütmek istemiyor gibiydi yavaş ve tane tane konuşuyordu. Simya şekil değiştirmek mi diye mırıldandı. Nerede olduğunu çözmeye uğraşıyordu. Hayal görüyordu elbet yoksa bunlar nasıl gerçek olabilirdi.
Profesör Öker, Bayan Elena'yı dönerek; "Elena belki de yalan söylüyordur. Belki de bir şeyler çalmak için gelmiştir. Onu kütüphane de yakaladım. Belki de onlardandır" dedi. Profesör Elena elini incecik beline koydu. Öyle incecik bir beli vardı ki fazlaca zayıftı. Çok daha genç gösteriyordu ama yüzündeki kırışıklıklar yaşını ele veriyordu. "Bilmiyorum Öker, bu konuda ben karar veremem. Arel'i çağırmalıyız" dedi.
Simya kendisine yalancı denmesini çok sinirlenmişti, korkunun da verdiği güç ile "Bana yalancı diyemezsiniz. Size doğruyu söylüyorum" dedi oturduğu sıradan kalkarak "Mavi renkte kocaman bir kitap açtım ve kendimi birden bire kütüphanenizde buldum"