19

1476 Kelimeler
Tibet'in tavrı bir kaç gün geçmesine rağmen bitmemişti. Cuma günü kasabaya inmek için bile onlarla gelmeyeceğini söyledi. Simya onun abarttığını ve kendisinin kötü bir şey demediğini biliyordu ama yine de Tibet'i incittiği içinde pekiyi hissetmiyordu. Sabah kahvaltıdan sonra Öğrenci Salonunda bir süre Can'ı bekledi. Beraber kasabaya ineceklerdi. Tibet elinde bir yığın evrakla oradan oraya geziyordu, Simya'nın içeride olduğunu fark edince Öğrenci Salonuna girmekten vazgeçip tekrar çalıştığı odaya yöneldi. Simya artık bu çocuksu tavırdan sıkılmıştı. "Sen bana baksana" diye salonun kapısının önünde bağırdı. Tibet onu duymuyor gibi davranıyordu. Koridorda yürümeye devam etti. Simya tekrar bağırdı. "Sana diyorum, bana baksana" kenardaki saksının dibindeki küçük taşlardan alıp birkaç metre ilerisindeki Tibet'e doğru fırlattı. Kendisine taş atılmasına kızan Tibet kâğıtları merdivene bırakıp sonunda arkasını döndü. "Ne var?" diye bağırdı "Geçen gün azarladığın yetmedi mi? Yine mi azarlayacaksın?" "Sen ne diyorsun be? Kimi azarlamışım. Hem sen onların hepsini hak ettin" "Ben mi hak ettim? Çocuk muyum ben? Sende onun gibi beni azarlıyorsun?" dedi kafasıyla Profesör Elena'nın odasının tarafını göstererek. Bir süre birbirlerine uzaktan bağırarak kavga ederlerken Profesör Ulaş merdivenlerde gözüktü. "Bir sorun mu var?" dedi sert bir tonda. Simya sorun olmadığını ve sadece ufak bir tartışma yaşadıklarından bahsetti. Profesör Ulaş kahverengi gür saçlarını savurarak geldiği yöne üst kata çıkan merdivenlerden yavaşça çıkarken Simya ileriye doğru yürümeye başladı. İkisi de konuşmuyordu, bağıracak bir şeyleri de kalmamıştı. Kısa süreli sessizlik sonunda gülmemek için kendini zor tutsa da Tibet'in yanağındaki gamze belli olmaya başlamıştı. Artık ikisi de kendisine hakim olamıyordu, önce Simya kahkahayı patlattı. Tibet onu takip etti. Bakışlarla bile anlaşabiliyorlardı ve bu yakın arkadaşlığın en önemli göstergesiydi. "Üzgünüm" dedi Simya biraz daha yanaşarak. "Ben daha çok üzgünüm" dedi Tibet bir adım ilerleyerek. Üzgün olduğunu öyle bir şey yapmak istemediğini söyledi. Tibet'te üzgün olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Simya boynuna sarıldı. "Sen benim en iyi arkadaşımsın" diye kulağına fısıldadı. Büyük paslı giriş kapısının önünde duran Can uzaktan gördüğü şeyden pek de hoşnut olamamış bir yüz ifadesiyle onları seyrediyordu. Simya onu fark etti, Tibet'e hoşça kal diyerek yanına gitti. Kasabaya vardıklarında hava hafif bozmuş gibiydi. Sabah ki canlı hava yerini gri renk bulutlara bırakmıştı. Yol boyu pek fazla sesi çıkmayan Can'ın da seviyeli tavrı Simya'nın içine oturmuştu. "Bir sorun mu var?" dedi Simya kopardığı papatyadan fal bakarken. "Ne gibi?" dedi Can anlamamazlığa gelerek. Kasabanın girişinden sonra öncelikle Tibet'in ailesinin yanına uğrayıp büyük bir fincan böğürtlenli karışık meyve suyu içtiler. Can, Profesör Arel'in sipariş verdiği özel kokteyllerin hazırlanmasını istedi. Profesör Arel, Büyü Kazanı'nın yaptığı kokteylleri çok seviyordu. Kasabanın içinde bir süre dolaştılar. Uçan Sandalye isimli mekânda iki tane büyük limonlu dondurmayı yedikten sonra, kasabanın bankasının önüne vardılar. Bankada çalışan cadılar çok güzel gözüküyordu. Hepsi resmi ve aynı renk vişneçürüğü renkte giyinmişlerdi. Kasadaki dükkânlar yan yana sıralanmıştı. Kasaba uzaktan küçük gözükse de gayet büyük bir yerdi. Can bir süre Simya'yı bir parfümeri dükkânında yalnız bırakıp annesini görmeye gitti. Geri geldiğinde ise yol boyu tavırlı yüz ifadesi yerini paramparça bir ifadeye bırakmıştı. Simya bir sorun olduğu sezmişti ancak Can'a soru sormamın pek de akıllıca olduğunu düşünmüyordu. Kasabanın içindeki büyük domates tarlalarında etrafı sessizce izlediler. * Okulun açılmasına sayılı günler kalmıştı. Simya alabileceği kadar dersi tatil dönemindeyken alıp akranlarına yetişmek için çok çaba saf etti. Tibet ve Can aynı yaşıt oldukları için çoğu dersi beraber alıyorlardı. Bazı dersler seviye bazlı alınıyor olsa da bazı dersler yaş bazına göre alınıyordu. Nihayet okulun açılış günü olan 15 Ağustos gelip çattı. Simya o sabah her zamankinden erken daha saat 7'ye gelmeden uyandı. Yatağında uzanmış içeriye dolan güzel yaz güneşinin keyfini çıkarıyordu. Odası ilk geldiği günden çok daha farklıydı artık. Duvarlara kasabadan aldığı küçük çerçevelerini asmıştı. Tibet ve Can'ın kara kalemle çizilmiş resimleri de duvarları süslüyordu. Tibet ne kadar 'burnumu çok büyük çizmişsin' desene Simya onu elbette dinlememişti. Profesör Elena'nın verdiği altınlarla dolabını ağzına kadar dolduracak kıyafete sahipti. Belki de ömründe ilk defa bu kadar kıyafeti vardı. Odayı tam ortadan bölecek şekilde ayarlanmış perdeler yerli yerinde duruyordu. Simya perdeleri kullanmak zorunda hissetmemişti kendisini. Zaten odada birkaç aydır tek başına kalıyordu. Oda arkadaşı düşünemeyecek kadar da yoğundu. Yatakta uzanmış tavandaki taş oymaları incelerken hayatında olan değişiklikleri düşündü. Can ve Tibet ile çok kuvvetli arkadaş bağları kurmuştu, kendisi gibi insanların okuyacağı bir okuldaydı ve en güzeli de artık rahatlıkla sihir yapabiliyordu. Derslerinde de baya ilerlemişti, güçlerine tamamen hükmedebiliyordu. Ahşap dört köşeli yatağından kalktı, pembe puantiyeli pijamaları ve iki yandan örülmüş saçları ile yaşından daha küçük duruyordu. Pencereye yanaştı, güneş ışığını parlattığı yuvarlak bahçeye bir göz attı. Henüz ortada kimse gözükmüyordu. Yeni insanlarla tanışacağı için heyecanlıyken bir o kadar da tanışacağı insanlara uyum sağlayıp sağlamadığını öğrenmek için de heyecanlıydı. Pembe puantiyeli pijamalarını çıkarıp beyaz bir tişört ve kot pantolon giydi. Elini yüzünü yıkamak için banyo katına çıkarken aşağıdaki ana koridordan bir tür gürültü çıktığını duydu. Elini yüzünü yıkayıp aşağı inerken uzun kızıl saçlarını atkuyruğu şeklinde toplamıştı. Ana koridora indiğinde küçük yaştakilerin oluşturduğu bir grup öğrencinin Profesör Elena'nın peşinden odasına yöneldiğini gördü. Profesör Arel odasının ahşap, yorgun kapısının önünde birkaç öğretmen ile görüşüyordu. Simya etrafına bakınarak arkadaşlarını aramaya koyuldu. At arabalarının sesleri içeriye kadar doluyordu. Uzun süredir birbirini görmeyen öğrencilerin bağırışları, kız öğrencilerin çığlıkları aşağı bahçeden içeriye kadar geliyordu. Ana giriş kapısının önündeki Profesör Öker küçük boyuna rağmen yine yüksek bir sesle "Yeni kayıtlar Profesör Elena'nın odasına" diye bağırdı. Yeni kayıt olanlar zaten küçük olduklarından korku dolu gözlerle dinleyip odanın yolunu tuttular. İlk defa Profesör Öker'le karşılaştığı anı hatırladı, gerçekten de bu küçük adamdan çok korkmuştu. Bir süre merdivenin sahanlığına yaslanıp etrafı kolaçan etti. Profesör Arel gel diye işaret yapınca onun yanına yöneldi. Profesör Arel her zamanki gibi şık gözüküyordu. Yine tıraşını olmuş cildi güneş ışığı vurmuş gibi parlıyordu. Geriye doğru taranmış kır saçları, mavi gözleriyle gençlere taş çıkartabilecek kadar da karizmatik bir adamdı. "Erkencisin" dedi tok sesiyle "Okul açılacak diye mi bu kadar erken kalktın?" Simya sabahtan beri hiç konuşmamış, boğazı kurumuştu. Yavaşça öksürüp boğazını temizledi. "Evet, efendim" dedi. Tek ve kısa yanıtlar veriyordu, Profesör Arel gibi bir adamın karşısında konuşmak pek de kolay sayılmazdı. "Aslında heyecanlı sayılırım. Yeni arkadaşlar edinmek çok güzel olacak" Profesör Arel'in yüzüne camdan sızan güneş ışığı çarptı. Mavi küçük gözleri güneşinde parlaklığı ile iyice parladı. Bir kaç tane yüzüğün süslediği parmaklarını Simya'nın omzuna koydu. Bir baba tavrıyla "Herhangi bir şeye ihtiyacın olursa ya da sadece konuşmak istersen, kapım her zaman sana açık biliyorsun değil mi?" dedi. Simya yavaşça kafasını salladı, ne demesi gerektiğini bilemiyordu. Beyaz tişörtünün kenarlarını çekiştirmeye başlamıştı bile. Ne zaman Profesör Arel ile konuşsa kendisini çok büyük bir baskı altında hissediyordu. Can salonun giriş kapısının yanına ışınlandı. Profesör Arel onu da yanına çağırdı. Küçük bir sohbet sonunda ikisini bırakarak okulun ana girişine doğru gitmek için yavaşça ayrıldı. Can ve Simya tekrar merdiveninin sahanlığına çıktılar. Artık öğrencilerin çoğu gelmişti. Profesör Öker'in kullandığı odaya kayıtlı öğrenciler girerken, Profesör Elena yeni kayıtlarla uğraşıyordu. Tibet koşarak Öğrenci Salonundan çıkıp geldi. Can'dan her zamanki tepki yükseldi. "Arkadaş çocuk gibisin yemin ederim bir sakin dur" dedi. Tibet nefes nefese merdiven sahanlığına yasladı. "Duramam dostum. Demin dışarı da kimi gördüm biliyor musun?" dedi pis pis sırıtarak. Can artık oldukça sıkıldığı bir muhabbetin içine giriyor gibiydi. "Gene mi aynı mevzu arkadaş bıktım senin bu kız davalarından" dedi. Simya kız muhabbeti lafını duyduğunda hemen kulak kesildi. Gözleriyle etrafı süzmeyi bırakmış, şimdi gözünü Tibet'e dikmişti. "Demek kız meselesi" dedi imali bir şekilde. Burnunu havaya dikip, kaşlarını da kaldırmıştı. "En yakın arkadaşından izin aldın mı bari?" dedi iki kaşını da hala havadaydı, sorgu çeker bir surat ifadesi vardı. "Kızılcık valla sana da göstereceğim" dedi Tibet hala hızlı hızlı nefes alarak "Defne çok güzel bir kız" Tibet ikisi de kolunda tuttuğu gibi yuvarlak bahçeye çıkardı. Bahçenin kenarındaki mermer sütundan büyük giriş kapısı görünüyordu. Buradan gelen öğrenciler daha net gözüküyordu. Tibet, Simya'ya omuz atarak mırıldandı. "Şuradaki pembe gömlekli kız. Gördün mü?" dedi. Simya etrafına dikkatli bakıyordu ama orada bir sürü kız vardı. Zaten pek de meraklı değildi kızı görmek için. Tibet'in bu hallerini garipsemişti. Belki de en yakın arkadaşının başka bir kızla bu kadar ilgilenmesini kıskanmıştı. Belki de daha önce bu yönünü hiç görmediğinden şaşmıştı. "Eee ne diyorsun çok güzel değil mi?" dedi. Simya "Hııı" diyerek geçiştirdi. Yüzü biraz asılmıştı. Canının sıkıldığı yüzüne yansımıştı. Artık yeni insanlarla tanışmayı çokta önemsememeye başladı. Can birkaç arkadaşını görüp yanlarında ayrıldı, Tibet bir süre sonra ilerideki kız grubunun içine daldı. Simya tek başına mermer sütuna yaslanmış halde etrafı gözledi. Sıkılıp öğrenci salonuna doğru yürüme başladı. Kafasını pek yerden kaldırmadığı için yanından geçenleri de görmüyordu. Öğrenci Salonuna geldiğinde her tarafta birbiriyle gülüşen, şakalaşan öğrenciler vardı. İyice kendini yalnız hissetmeye başladı. Hayal ettiği kesinlikle bu değildi, kendisiyle arkadaş olmak isteyen insanlar düşünmüştü. Birden elindeki iki arkadaştan da olduğunu fark etti. Daha ilk günden sanki ait olmadığı bir yere düşmüş gibiydi, bir hışım salondan çıkıp kimsenin çıkmadığı üst kat merdivenlerine oturdu. Kafasını taştan sahanlığa yasladı. Şimdi acaba geri mi dönsem diye düşünmüyor değildi. Sanki göğsünün üstüne büyük bir baskı uygulanıyordu. Eliyle yüzünü kapattı, etraftaki gürültüyü duymamaya çalıştı. Ne kadar süre geçmişti farkında bile değildi. Omzuna bir elin dokunduğunu hissetti. Kafasını kaldırıp baktığın ömründe gördüğü en güzel gözlere sahip olan adama bakıyordu.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE