Tibet kafasını kaldırıp her gün önünden binlerce kez geçtiği tablolara baktı."Bu gördüğün büyük tablodaki adamlar okulumuzun kurucuları. Mavi gözlü olan Weber, gözlüklü olanda Pisagor. İki yakın arkadaş olan bu büyücüler kendilerinin yaşadıklarını zorlukları yaşamaması için genç büyücüler için bu okulu kurmuşlar. Bu üç genç kızda okulumuzun kurucularından olan Büyücü Weber'in kızları. Üçü de çok güçlü cadılarmış. Sarı saçlı ve mavi gözlü olan Agena, mavimsi saçları ve koyu mavi gözleri olan Rigel, siyah saçlı ve siyah gözlü olanda Vega. Weber kızlarının isimlerini koyarken gelecek okuyabildiği yıldızları kullanmış. Agena başarılı olmayı, Rigel yüksek onuru, mutluluğu ve Vega'da zenginlik ve ünü temsil eder. Ve üçünün de asası varmış." dedi sanki çok büyük bir şeymiş gibi.
"Asa sahibi olmak mı? Her cadının asası olabilir mi?" dedi meraklı gözlerle. "Maalesef her cadı ve büyücü asa sahibi olamıyor. Gerçekten güçlerine hâkim olabilen ve güçlü olan büyücülerin asaları olabiliyor. Ve asa sahibi olacağı zaman zaten bunu hissedebiliyor. Asalar kişi için özel yapılır. Kişinin istediği uzunlukta, renkte... Bu gördüğün üç kız gerçekten çok güçlü cadılarmış"
Tabloların önünden yavaşça ayrılırken Simya'nın gözü hala tablodaki cadıların üzerindeydi. Tibet kolundan tutup Simya'yı koridorun öteki ucuna sürükledi. Cam bir fanusun içinde kiremit rengi, nerdeyse 30 cm uzunluğunda bir asa vardı.
"Bu kurucu Weber'in asası. Çok güçlü ve iyi bir büyücüymüş, öldükten sonra asasını burada sergilemeye başlamışlar" diye parmağıyla asası gösterdi. "Bir nevi gelenek oldu artık, okulun müdürü ölene dek görevde kalır. Tabi komite görevden gerekli görürse uzaklaştırabilir. Bir müdür öldükten sonra asası bu şekilde sergilenir, bunun için özel bir oda var"
Simya asanın güzelliği karşısında büyülenmişti. Beyaz kadife bir örtünün üstünden duran asa cam bir fanus ile korunuyordu. Ortalık bir yerde böyle güçlü bir asasının bırakılması ona tuhaf gelmişti. "Asayı neden sergiliyorlar ki? Ya biri çalarsa?" dedi Simya gözünü bir an asadan ayırmadan.
"Asa sadece kişiye hizmet eder. Belki belli durumlarda kan bağı ile bağlı olan insanlarda kullanabilir" dedi Tibet. "Ama ailesinden geriye kimse kalmadığı için asayı sergilemekten de çekinmiyorlar. Hem sergileme de kullanılan fanuslar özel olarak sihirlenmiş. İstesek de açamayız"
Ana binanın giriş kapısından dışarıya doğru yürüdüler. Güneş ışığı okulun taş duvarlarına vuruyor, kuşlar mutlu mutlu uçuşuyorlardı. Kapının açıldığı yer yuvarlak bir bahçeydi, aslında bahçeden çok balkonu anımsatıyordu. Öğrenciler için konulmuş banklar ve bahçenin iki köşesinde iki büyük ihtişamlı ağaç vardı. Ağaçlar okul kurulurken dikilmiş gibi yaşlı gözüküyor ancak mevsimin yaz olmasından dolayı da capcanlı duruyorlardı. Ama ne çiçek ne de meyvesi vardı. Birinin yaprakları limon sarısı diğerinin ki ise portakal turuncusuydu. "Bunlar ne ağacı?" dedi Simya şaşkınlıkla "Meyvesi de yok çiçeği de"
"Turuncu renk yaprakları olan ağaç şans getirmesi için dikilmiş. Sarı renk yapraklı ağaçta bazen kafan karışırsa doğru yolu bulman için" dedi Tibet. Ama bu açıklama Simya'nın tam olarak anlamasını sağlamamıştı. Anlamamış gözlerle bakıyordu. Tibet daha detaylı anlatması gerektiğini sonunda fark etti.
"Eğer şans istiyorsan bir tane turuncu renk yaprağı alıp cebinde ya da kitabının arasına saklarsın. 24 saat etkisi var. Ve gerçekten de şans getirir. Sarı renk olanında bir yaprak alıp sıcak suda haşlar içersin. Kafa karışıklığına iyi gelir. Ancak biraz tehlikelidir. Eğer birden fazla içersen zehirlenip ölebilirsin. Şans yaprağından da aynı kişi iki tane koparamaz. Eğer koparırsa ağaç bunu hisseder ve yapraklar etkisini kaybeder. Gereksiz kullanırsan da ağaç seni tanır ve şans getirmez. Pisagor tarafından kendi elleriyle dikilmiş, mevsimler ve toprakla ilgili her şey konusunda güçleri olduğundan bu ağaçlar kışın bile yaprak dökmez"
Simya pür dikkat dinledi, dinlediği duyduğu her şey çok enteresan geliyordu. Bu dünyayla ilgili öğrendiği her şey sanki bir mucizeydi. Bahçenin balkona benzer kısmına doğru ilerleyip manzaraya baktı. Bahçenin manzarası kaldığı odanın manzarası ile aynıydı. Sıra dağlar sanki birer üçgen gibi birbirinin yanında sıralanmıştı. Her yer yem yeşildi. Göl uzaktan sanki bir çarşafa benziyor, üstünde gezen birkaç hayvan bile gözüküyordu. Uzun yeşil çimenliğin bitiş yerinde büyük asma bir köprü vardı. İki yamacı birbirine bağlıyormuş gibiydi. Köprünün ardındaki bacaları tüten evler sanki minik legoları andırıyordu. Meraklı gözlerle etrafa bakınırken keşfedilmesi gereken daha neler olduğunu merak etti. Gördüğü manzara sanki bir rüya gibiydi. Oldu olasılı yeni yerler keşfetmeyi çok sevmişti ve şimdi önünde keşfedilmeyi bekleyen kocaman bir dünya vardı.
Hayran hayran etrafı izlerken Tibet'in hadi gidelim diyen sesini duydu. Okulun diğer binaları da gözüküyordu ama manzara kadar onlar Simya'nın dikkatini çekmemişti. Yuvarlak bahçenin sol tarafına aşağıya doğru büyük kalın taş bir merdiven indiler. Çimenlik alana indiklerinde artık önlerindeki manzara kaybolmuştu. Tam karşılarında büyük bir kapı daha vardı. Simya sanırım burası da ikinci bina diye mırıldandı. Gerçekten de öyleydi. Bu bina da erkek öğrencilerin yatakhanelerinin bulunduğu, birkaç profesörün odasının olduğu bir binaydı. Büyük kestane rengi kapıdan içeri geçtiler. Bu binanın da tavanı diğer bina kadar yüksekti ve tablolarla doluydu. Buradaki tablolar daha büyük, daha uzun ve resmedilen daha çok kişi vardı. Tibet eliyle bir tabloyu gösterdi. Tabloda bir sürü kız ve erkek öğrenci vardı. Hepsi kendinden emin, kasılmış şekilde poz vermişti.
"Buradaki tablolarda okulun mezun öğrencileri var. Her sene mezun olan öğrencilerin resimleri çizilip buraya asılır" dedi.
Gerçekten de tavana kadar birçok tabloda kendi yaşıtı kişilerin resmedildiğini fark etti. Henüz okul tatil olduğu için bina oldukça boştu. Camların tamamı açıktı, içerisi bir samyeli etkisindeydi. Birkaç sınıfın kapısını açıp içeride olanlara göz atmak istedi Simya. Girdiği ilk sınıf büyükçe bir yerdi. Aynı Profesör Elena'nınki gibi hem öğretmen kısmı hemde öğrenciler için sıralar vardı. Tibet burasının Profesör Bijan'a ait olduğunu anlattı. Profesör Bijan zihin kontrol ve akıl okuma profesörüydü. Sınıfın camları tavana kadar uzanıyordu ama işlemeli değildi. Simya sınıfın sahibi hocanın işleme sevmediğini düşündü. Akvaryuma benzer içinde gemi maketlerinin olduğu cam fanuslar, içi kitaplarla dolu kitaplıklar, elbise asabilmek için bir sürü askılık ve tam köşede büyük bir şömine vardı. Bu sınıftan çıktıktan sonra girdikleri sınıf daha küçüktü. Burada sadece sıralar vardı.
"Sanırım her profesör kendi odasında ders işlemiyor" dedi Simya. Tibet haklı olduğunu söyler gibi başını salladı. Sınıfta büyük bir kara tahta, haritaya benzer büyük çizimler ve acayip cam küreler vardı.
"Burası da kehanet ve geleceği görme, yıldızları okuma gibi derslerin işlendiği sınıf" dedi yüzü sanki ekşi limon yemiş gibi buruştu. "Bu dersi severim ama profesörü tam bir ruh hastasıdır" diye de ekledi.
Tibet gezilecek başka bir yer olmadığını sadece sınıfların ve erkek yatakhanesinin olduğunu tekrarladı. Binanın üçüncü katından açılan büyükçe bir kapıdan çıktılar, bu sefer karşı binaya asma bir köprü ile geçiliyordu. Simya köprüyü görür görmez yüzü kireç gibi bembeyaz oldu, yükseklikten hoşlanmıyordu. "Başka geçiş noktası yok mu?" diye sordu bir eliyle kapıyı sıkıca tutarak
"Yüksekten pek hoşlanmam da"
"Üç kat aşağı inmemiz gerekir, çayırlıktan da geçebiliriz" dedi Tibet elini usulca omzuna koyarak "Yanında ben varım korkmana gerek yok"
Simya önce yüksekliğe sonrada önündeki ahşap köprüye baktı, bir gayet ayağını köprüye attı ama daha adım atar atmaz sallanmaya başlamıştı. Bembeyaz yüzü korkudan kıpkırmızı olmuş, her an kalbi göğüs kafesinin içinden çıkacak gibi çarpıyordu. Tibet dikkatini dağıtmak için devamlı bir şey anlatıyor, Simya ise gözlerini sımsıkı kapatıp karşıya kadar ağzını açmadan yürüdü. Sonunda ahşap köprüden taş zemine ayağını bastı ve derin bir soluk aldı. Üstünden büyük bir yük kalkmış gibi hissetti.
"Bir daha asla bu köprüyü kullandırtma bana" diye mırıldandı. Geçtikleri binanın yapısı diğerlerine benziyordu. Burada da derslikler ve profesör odaları vardı. Tibet özellikle buradaki odaların yatak odası olduğunu söyledi. "Odalara girmesek daha iyi burada olmasalar da profesörler odalarına öğrenci girmesini istemez" dedi. Üçüncü binada büyük çok amaçlı bir salon vardı. Öğrenci Salonunun iki katı büyüklüğündeydi. Tavanı daha da yüksekti ama içeri neredeyse boştu.
Simya "Burası ne olarak kullanılıyor?" diye sordu. Tibet salonun kapılarını kapatırken "Burası balo salonu olarak kullanılıyor. Yeni yıl gibi özel kutlamalar burada yapılıyor" dedi. Son bir bina kalmıştı. O binayı da gezebilmek için arka kapıdan çıktılar ama bu sefer çayırlığa çıkmışlardı daha doğrusu büyük uzun bir bahçeye çıkmışlardı. Okulun kenarlarındaki duvarlar daha büyük gözüküyordu. Bahçenin tam ortasında süs havuzundan büyükçe bir havuz bile vardı.
"Burası da öğrencilerin zaman geçirdiği büyük bahçedir" dedi Tibet. Bahçenin ortasına geldiklerinde okul tüm ihtişamı ile karşılarında duruyordu. Tibet eliyle dördüncü binayı gösterdi. "Bu bina tamamen sınıf ve profesör odalarıyla dolu, mimarisi de diğerleri ile aynı. Hatta burası diğerlerine göre daha küçüktür" dedi.
Bahçede yavaş adımlarla yürümeye başladılar. Süs havuzunun mermerlerine oturdular, Simya sanki tekrar göremeyecekmiş gibi her şeye bakmaya çalışıyordu. Okul eski bir şatoyu andırıyordu. Yüksek boyalı camlı kuleleri ve minik minik kubbeleri vardı. Bahçenin içi sarıpapatyalarla dolu, büyük çam ağaçlarının yanında küçük duran meyve ağaçlarının nefis kokuları bahçeyi süslüyordu. Simya bahçeyi okulun içinden daha çok beğenmişti. Etrafta öğrenciler için yine banklar vardı. Simya manzaralı yerleri çok daha seviyordu ama bu bahçede cennetten bir köşe gibiydi. Taş duvarları böğürtlenler, yabani çilekler, küçük elmaya benzeyen kırmızı meyveler sarmıştı. Etrafı incelerken okulun bir tabelası olmadığını fark etti.
"Tibet okulun neden tabelası yok?" dedi gözlerini diktiği taş sütunlardan ayırmadan "Benim geldiğim yerde her okulun tabelası olur."
Tibet tabelanın sadece dükkânlara takıldığını söyledi. "Bu okul bu çevredeki tek okul zaten o yüzden tabelaya gerek duymuyorlar."
"Bu okulun adı ne peki?" dedi Simya komik bir şey demiş gibi gülerek "Eminim bir adı vardır"
"Montem Temel Büyücülük Ve Cadılık Eğitim Enstitüsü" dedi Tibet.
İsmin anlamını merak etse de daha fazla soru sorarak kimseyi sıkmak istiyordu. Kafasını cam gibi parlak gökyüzüne kaldırdı. Güneş yüzüne vuruyordu, çilleri iyice belli olmaya başlamıştı. Güneş ışığı kızıl saçlarında sanki bir yılan gibi kıvrılıyordu. Gözlerini kapatıp anın tadını çıkarmaya, bol oksijeni ciğerlerine çekmeye başladı. Tibet bitkilerle ilgili olan sınıfı, botanik bahçesini gösterdi.
"Oraya gitmek ister misin?" dedi. Simya bitkileri ve çiçekleri çok severdi hızlı adımlarla seraya doğru yol aldılar. Sera aynı daha önce gördüğü seralara benziyordu ama içeride gördüğü bitkileri daha önce görmediğine emindi. Seranın tamamı cam ile kaplıydı, güneş ışığı içeriye bol girsin diye böyle bir şey yapmışlardı belli ki. Birkaç farklı bölüme ayrılan sera sebzeler, meyveler, çiçekler, mantarlar, zehirli sarmaşıklarla doluydu.