FIRTINA-4

2644 Kelimeler
Atölye de ahşaba şekil verirken yüzündeki koruyucu gözlük gözlerini tahta tozundan koruyordu. Çırakları Semih, elinde çay tepsisi ile içeri girdiğinde Aslı kaşlarını çatmış öylece bıçağa bakıyordu. Sonunda makinayı kapadığında ortamı kaplayan sessizlik kulaklarındaki uğultuyu belli ediyordu. “Usta çayın.” “Eyvallah koçum. Sağ ol. Eee boyamaya giden yatak odası takımı geldi mi?” Düşünür gibi gözlerini kısan Semih aklına gelmiş olacak ki “Heh” diye bir ses çıkarıp devam etti. “Yok usta daha gelmedi. Boya tabancalarında sorun mu ne varmış? Dün konuştum ben bugün boyayıp yarına teslim edeceklermiş.” Başını sallayan kız çayından bir yudum aldı. Daha gidip mutfak dolapları için ölçü alınacaktı. Atölye öyle aman aman çok büyük değildi ama sağlam iş yapıyordu. Hopa dışından diğer illerden de sosyal medya hesaplarından reklamlardan görüp gelenler oluyor ve bu da iyi kazanmalarına lakin yetişememelerine neden oluyordu. Bu düşünce genç kızın aklından bir süredir geçiyordu. Bardağı yarım olmuştu ki “Semih, diyorum ki birkaç kişi daha alalım. İşi öğretelim ki en azından bizim anamız bellenmesin daha fazla. Yetiştireceğiz diye canımız çıkıyor.” dedi. Genç delikanlı ona bakıp iç çekerken omuzlarını kaldırıp indirdi. “Sen bilirsin usta. Rahmetli Niyazi ustamın zamanından daha fazla iş yapar olduk. Eleman alırsak dediğin gibi rahatlarız ama güvenilir adamı nereden bulacağız?” Kalan son yudumunu içen kız düşünceliydi. Bardağı tepsiye koyarken “Yeni yetişen gençleri hep kahve kafe köşelerinde görüyorum. Kazancımız iyi çok şükür. Şöyle sağlam bir para verdik mi birkaçını alıştırırız diye düşünüyorum. Bakalım. Ben bir Çetin abi ile konuşayım. Onun tanıdıkları falan varsa o da yardım eder. Neyse biz işimize devam edelim. Akşam üzeri dolap ölçüsü almaya gideceğiz biliyorsun değil mi?” deyip ayaklandı. “Biliyorum usta aklımda. Hallederiz.” Yeniden makina başına geçiyordu ki kapının açılırken ki zili çaldı. Kapı üzerine astıkları metal süsler şıngırdamıştı. “Kolay gelsin Aslı usta.” Sesin sahibi Kalelilerin Harun’du. Çaprazında bir beyaz eşya dükkanı vardı ve ara sıra Aslı’yı ziyaret eder onunla konuşmaya çalışırdı. Genç kız asla yüz vermez resmi konuşur çoğu zaman da laf sokup dükkandan yollardı. “Eyvallah Kaleli. Hayırdır hangi rüzgar attı seni buraya.” Harun, dik bedeni yeni tıraş olmuş yüzü ve sarıya ağır basan saçlarıyla öylece dikiliyor genç kızı dikkatle izliyordu. Sorusuna karşılık olarak “Bir çayını içeyim hem de iş konuşalım diye geldim Aslı. Müsait miydin?” dediğinde kaşları çatılan genç kız Semih’e baktı. “Ne işiymiş bu?” derken başı ile çırağına işaret verdi. Tepsiyle bardakları alıp giden Semih karşı çay ocağından iki çay daha alıp geldi çabucak çünkü Harun denen sarı çiyana güvenmiyordu. Harun otururken “Bizim dükkandan buz dolabıyla makine alanlar şimdilerde evlerinde dolapları yerler ister oldu. Onun için bana sordular bende seni söyledim. Dolapla makine ölçülerini alırsan onlara göre bir şeyler yaparsın. En az on müşterin olur. Aldıkları küçük ev aletleri için de pratik ve yer kaplamayan dolap tarzı şeyler istiyorlar. Konuşur görüşürsün. Uyarsa yaparsın.” dedi. Çayı gelmiş şeker atmadan hemen içmeye başlamıştı. Aslında böyle bir şey yoktu. Harun resmen gelen müşterilerini manipüle etmiş, akıl vermiş sonunda da Aslı’nın dükkanı önerip onlar adına konuşacağından bahsetmişti. Yavuz ile evlenmesinin üzerinden beş sene geçse de başkasının karısı olsa da genç adam kızdan vazgeçemiyordu. Öyle ya kolay mı çocukken görüp beğendiği kızdan şimdi vazgeçmek. Üstelik onun durumunu da göz önüne alıyor eğer kendi ile olursa nasıl mutlu edeceğinin hayallerini kuruyordu. Aslı ise çayını içti. Harun konuştukça gözlerini hafifçe kısan kız dinledi. Sonunda iç çekip geri yaslanırken “Yok Harun abi sağ olasın ama benim elimde yeterince işim var. Hatta iki yılım full dolu. Sen var git Necati amcaya söyle. Adam iki sokak ötede en nihayetinde o da iş yapsın.” değince kaşları çatılan adam dişlerini sıktı. “Aslı, lütfen.” Çay bardağını tepsiye koyan kız ayağa kalktı. Kaşları kavislenmiş yüzü gölgelenmişti. Yine de kararlı ifade tam da oradaydı. “Harun abi. Selametle.” Arkasını döndü. Gözlüğü alıp gözüne takarken adam sözleri ile eli havada kaldı. “Aslı, o herif yüzünden yılların boşa geçiyor. Kabullen artık. Daha düğün sabahında seni terk etti. Belki de bir daha hiç gelmeyecek. Öyle bir adamı beklemek sana da haksızlık değil mi? Seni seven kol kanat geren en önemlisi yanında olan bir adama layık değil misin? Kendini neden cezalandırıyorsun Yavuz’un nikahında kalarak. Şu Hopa da senin lafını etmeyen kaldı mı? Hiç mi damarına dokunmuyor duydukların? Hala o evde kalıyor, Yavuz’un gelişini bekliyorsun. Ama bana bir şans versen çok mutlu olurs-” “Sus. Kimin ne dediği umurumda değil. Ben ne yaptığımı da neyi beklediğimi de iyi biliyorum. Benden yana sorun yok da sen evli bir kadına bunları demeye utanmıyorsan o da senin tihniyetinin bozukluğu olsun. Abi dedim ötesi gelmez sana bunu bil. Her defasında söyledim yine söylüyorum. Ben evliyim. Bir daha da ölüm dahi olsa bu dükkandan içeri sakın ola gireyim deme. Yolda görsen yolunu çevir. Hayde şimdi çık git dükkanımdan.” Aslı onun lafını yarıda kesmiş diyeceklerini de ağzına tıkmıştı. Harun öfkeyle arkasını dönüp giderken “Pişman olacaksın. O herif seni aldığın nefese bile pişman edecek ve o gün ben orada olacağım.” demeyi de ihmal etmedi. Semih, hiç ses etmeden tepsiyi alıp Harun’un arkasından çıkıp gitti. Kızın yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu biliyordu. Aslı ise ellerini iki yanında yumruk yapmıştı. Dişlerini sıkıp zorlukla yutkunurken gözlerini kapadı ve acıyan çene kaslarını gevşetmek adına dudaklarını aralayıp nefes almaya çalıştı. Dudaklarının titremesine izin vermiyordu. Gözlerinin dolmasına ve kırılan gururunun Yavuz yüzünden yeniden darbe almasını göğüslemeye çalışıyordu. O Aslı Koçari’ydi. Babasının deli kızı. Mahallelinin erkek Fatma’sı. Ayakları üzerinde duran acıyı tıpkı su misali yudum yudum içip kan kussa da kızılcık şerbeti içtim diyen kızdı. Yine de yüreği Yavuz’a ah ediyordu. Kalbi “Bana bu sözleri işittirdin ya dilerim gözündeki yaş gönlündeki sızı hiç durmaz. Beni yaktın ya yaktığın ateşin közünde ciğerinde dağlansın” diyor sol yanında kıvranıyordu. Gözlerini açıp ellerine baktığında tırnakları derisini çizmiş avuç içlerinde az da olsa kan olmuştu. Nefesini yeniden ve daha yavaşça bırakırken ayaklarına komut verdi. Gidip arka kısımdaki lavaboda yıkadı. Geri döndüğünde Semih koltuk olacak ahşap kasnağı zımparalıyordu. Akşam olana kadar çalıştı. Durursa düşünüyordu. Düşünürse deli yanı kabarıyor olmadık şeyleri yapması için onu ikna ediyordu. İşi bittiğinde üzerini değiştirdi. Ardından dükkanı kapama işini Semih’e bırakıp motoruna atladığı gibi eve geçti. Kapıyı çalmasına gerek kalmadan açıldığında bunu yapanın Hilmi Bey olduğunu gördü. “Hoş geldin kızım.” “Hoş buldum baba.” “Nasılsın günün nasıl geçti?” Kapıdan girmiş ayakkabısını çıkarmış ev terliklerini giymişti. Saçlarının arasında incecik talaşlar odun tozları vardı. “Yoğundu baba. Her zamanki gibi.” Salona geçtiklerinde diğerleri de oradaydı. Asiye reis kıza bakmaya çekinir gibiydi. Bakışlarını kaçırıyordu. Hayriye ise “Hoş geldin kızım.” diyerek gülümsemeye çalıştı. Baş ile selam verip “Hoş buldum. Ben bir üzerimi değiştireyim. Bu arada yemek yemeyeceğim haberiniz olsun beni beklemeyin.” dediğinde ona dönen adam “Neden kızım?” dedi. “Tokum baba. Öğlen yemeğinden sonra akşama doğru bizim Necmiye uğramıştı. Kek yapmış ondan kaçırdım herhalde.” Yalan. Külliyen yalandı ama o masaya oturmayı istememişti. Zaten işittiği laflardan, içinde birikenlerden boğazına kadar dolmuştu. Bir şey denmesine izin vermedi. Odasına çıkıp kendini banyoya attı. Ilık bir duş alırken kafasının içi çıfıt çarşısı gibiydi. Her şey dört dönüyordu. Nefes almanın zor geldiği bir anda ellerini duvara yasladı ve öylece başı öne eğilmiş şekilde durdu. Kendini o kadar kasmıştı ki dudaklarından firar eden o küçücük hıçkırık yere çöküp iki büklüm olarak ağlamasına fırsat vermişti. Acıyan kalbine ağlıyordu. Terk edilişine, babasının son anda hayal kırıklığı ile can verişine, saflığına, salaklığına deli gibi ağlıyordu. O sırada üst katta odalara nevresim çıkartan evin en küçük çalışan Nesrin kapıyı tıklattı ama ses gelmedi. Kapıyı araladığında oda boştu ama banyodan su sesi geliyordu. Hızlıca girip çıkmak istediği için kucağındaki nevresimleri yatağın üzerinde koydu ve gitmek istedi lakin kızın hıçkırıkları ile duraksadı. Alt dudağını ısırıp kaşlarını büzerken zorla yutkundu. Odadan çıktığı gibi elini ağzına koyup kendi ağlamasını durdurmaya çalıştı. Asiye nene genç kızla konuşmak istediği için odaya çıkıyordu. Sırtını duvara yaslamış sessizce ağlayan Nesrin ile duran kadın “Kızım hayırdır neden ağlıyorsun?” diye sordu. O ana kadar kadının geldiğini fark etmeyen kız korksa da iç çekişlerine engel olamadı. Yaşlı kadının bakışlarından gözlerini kaçırdı. Ardından Aslı’nın odasına bakıp “Aslı abla, banyoda” dedi ama devamı gelmedi. “Kızım, şunu doğru düzgün anlatsana. Ne yapıyordu Aslı? Neler oluyor?” Nesrin “Ağlıyordu. Hıçkırıkları odaya kadar geliyordu. Ben, ben o ağlayınca dayanamadım.” dedi. Yaşlı kadının bakışları odanın kapısına sabitlendi. Yaşlı kalbi sızlıyordu şimdi ve buna çaresi yoktu. Aslında vardı ama yukarı tükürse bıyık aşağı tükürse sakaldı. “Sen git.” Kız giderken bastonuna yaslanıp odanın önüne geldi. Ardından odaya girip camın önündeki koltuğa geçip oturdu. Yılların yükünün çöktüğü gözlerini camdan dışarıya çevirirken hala ağlayan kızın sesini dinledi. Dinledikçe vicdanı boynuna urgan misali dolandı. Torunu çok büyük bir hata yapmıştı. Belki korkmuştu evlilikten belki de başka bir derdi vardı ama hiçbir şey düğün sabahı karısını ve ailesini bırakıp gitmeyi normal gösteremezdi. Aslı'ya evlisin kocan var diyordu ama deli değildi elbette biliyordu bunların o kıza haksızlıktan başka bir şey olmadığını. Aslı ise bir süre daha ağladı. Sonunda yorgun düştüğünde kalkıp iyice yıkandı ve çıkıp kurulandı. İç çamaşırlarını ve pijamalarını giyip çıkarken saçlarında hala havlu vardı. Odadaki yaşlı kadını fark ettiğinde ise gözlerini kaçırdı. Yeşilleri kızarmış rengi solmuştu. “Nene?” “Aslı, kızım gel bakalım şöyle karşıma.” Genç kız gidip kadının karşısına oturdu. Bakışları ellerindeydi. Yorulmuştu. Belki de içinde bir yerde hala onu bekleyen yanı pes ediyordu. “Ağlamışsın.” “Boşver nene. Sen ne diyecektin?” Asiye reis şöyle bir baktı genç kıza ve iç çekti. “Şu kadarcıktın kapımıza babanla geldiğinde. Allah var yüzüne bakınca insanın ciğerine sokası geliyordu seni öyle masum öyle güzeldin. Hala öylesin. Ama bilirim ki içindeki ateş seni her gün daha da yakıyor. Torunumdur canımdır dünya bir yana torunlarım bir yanadır ama bilirim ki Yavuz çok büyük eşeklik etti. Hala nedendir niyedir bilmem. Kimseye demez. Bir abisi ile görüşür onda da doğru dürüst sorulanı cevaplamaz. Lakin Hilmi yemin etti şart tuttu. Ya gelecek ya da işler daha da kötüye gidecek. Kanına tükürdüğüm gelecek elbet. Senden tek isteğim geldiğinde onu dinlemendir. Anlamandır. Baktın makul değil ettikleri bas kıçına tekmeyi dur dersem namerdim. Aslı, güzel kızım benim. Allah biliyor ya Yavuz gitmese sizi bu evin içinde karı koca görüp bir de evladınızı sevmek ahir ömrümde son isteğim olurdu ama olmadı. Hakkın büyük ve hepimizin boynunadır. Kendi adıma benim hakkım varsa ananın ak sütü gibi helaldir sana. Senin de hakkın varsa helal et kızım. Çok ağırmış vicdan yükü sana baktıkça bunu öğrendim.” Genç kız zoraki bir tebessümle baktı kadına ve uzanıp elini tuttu. Ağlamaktan boğuklaşmış sesiyle konuştu. Yüreğindeki ateşi de acıyı da o gece döktü yaşlı bir çınarın göz bebeklerine bakarak. Artık bardak taşmış deniz olup onu boğar olmuştu. “Asiye nene, ben yalan yok aile nedir nasıl olunur sizden öğrendim. Kendi evlatlarınızdan torunlarınızdan ayırmadınız. Yeri geldi ardımda durdunuz yeri geldi önüme siper oldunuz. Ben bu evin içindeki kimseye hakkım helal değil diyemem. Ailemsiniz siz benim kem söz edemem. Lakin Yavuz bende öyle bir ateş yakıp gitti ki ne doluya koyuyorum aldırabiliyorum. Ne boşa koyuyorum doldurabiliyorum. Babam son kez o kadınların laflarını duydu. Gözlerindeki azabı ben gördüm. Öldü o mezarın başında tek başıma ağladım. Geçen bunca zaman da millet konuştu ben dinledim. Hangi birine ne diyecektim ki. O gitti suçlusu ben oldum. O gitti kusurlu ben oldum. O gitti kalan ben oldum. Biliyordu geride kaldığımda ardımdan edilecek lafları ya da bilmeliydi. Şimdi gelse karşıma geçip bana böyle böyle oldu dese ne kadarına yeter hangi birini örter bende bilmiyorum. Çelişkiler içindeyim nene. Kendime bile itiraf edemiyorum belki ama hala onu bekleyen mantıklı bir açıklama yaparsa affederim diyen bir yan var ve diğer deli yanım affetmeye hazır tarafımı boğmak için an kolluyor. Yoruldum. Yıldım. Yıkıldım. Sen bile karşıma geçip kocan var senin aklını başına al diyorsun. Ben ne yapayım sen söyle. Hadi geldi diyelim. Bende dinledim. Sonra? Sonrası belli mi? Beni burada hanginiz tutabilir ki. Ben hangi yüzle kalırım bu evde Hopa da?” Soluğunu bıraktı. Uzun bir konuşma olduğu için yutkundu. Kırgınlığı ve kırılganlığı o kadar açıktı ki Asiye reis ne diyeceğini bilemedi. Korktu. Çok korktu hem de çünkü Aslı giderse hem Niyazi’nin emanetine ihanet olurdu onu bırakmak hem de evlat bildiği kızı kaybederdi. Biraz daha konuştular. Biraz daha dertleştiler. Asiye reis kocasından bahsetti. Eskilere gittiler. Sonunda odada yalnız kalan Aslı saçlarını kuruttu ve özenle taradı. Yatağa girdiğinde düşüncelerden ötürü uyuyamadı. Gece yarısından sonra omuzlarına bir şal alıp serendere çıktı ve öylece ay ışığını izledi. Uzaklarda bir evin bahçesinde biri daha ay ışığını izliyordu. Kaşları çatılmış, kollarını kendini sıkmaktan gerilmiş ve karmakarışık. Abisi ile konuşan Yavuz daha sonrasında işlere asla adapte olamamış aklı sürekli olarak Aslı’ya kaymıştı. Masasının üzerinde uzaktan çekilmiş gülerken ki bir fotoğraf vardı. Sırtını koltuğuna yaslamış onu izlemiş ve düştüğü çelişkili durumu hesap eder olmuştu. Eve geldiğinde ise düşünceli hali de öfke durumu da aynen devam etmişti. Tam daldığı esna da telefonu çaldı. Anlık bir duraksama yaşasa da cebinden çıkarıp kimin aradığına baktı. Emre yazısını görünce kaşlarını kaldırdı. Bir aydan fazladır arkadaşı Emre ile görüşmüyordu. Genç adam ona siktiri çekmiş gelmiyorsan gelme amına koyim bundan böyle dostum değilsin demişti. Şimdi araması ise ailesine bir şey olma ihtimaline karşın göğsünü sıkıştırmıştı. Hemen açtı. “Kardeşim?” “Kardeşinin amına koydurma şimdi. Dinle beni. Bu Harun denen puşt benim elimde kalacak. Gidip gelip Aslı’nın beynini sikiyor şerefsiz. Bak bu da benden sana son dost kıyağı olsun. Geldin geldin. Gelmedin karını bu herif kaçırır sende sik gibi kalırsın ortada. İyice zıvanadan çıktı pezevenk. Bugün yine dükkana gitmiş. Bizim çocuklar söyledi. Aslı yenge ne dediyse kuyruğunu götüne sıkıştırıp çıkmış ama hali hal değil. O kızı tüm Hopa’ya rezil kepaze ettin bir de namusuna halel gelirse yemin olsun ölünü dahi sokmam bu memlekete. Gittiğin yerde geberip kalırsın. Anladın mı?” Yavuz bir şey diyemeden telefon yüzüne kapanmıştı. Bir ekrana bir de önündeki boşluğa baktığında göz bebeklerindeki ateş resmen elle tutulacak kadar mavi ve harlıydı. Bu defa o birini aradı. Uzun uzun çalarken kapanmasına yakın açıldı. Uykulu bir ses “Ulan bu saatte kafayı mı yedin sen? Yatıp uyusana.” diye çıkışırken Yavuz “Kardeşim ben bir süreliğine Hopa’ya gidiyorum. Şirket sana emanet.” dedi. Karşısındaki kişi bir an duraksadı ve “Ne? Nasıl yani? Ne Hopa’sı oğlum? Yavuz, kardeşim sizinkilerle ilgili bir sıkıntı mı var? Sağlıkları iyi mi?” diyerek soru yağmuruna başladı. Yüzü buruşan Yavuz ise “Samet, o dilinin bağını dürtim kardeşim. Bir sus da.” diyerek homurdandı. “Ulan bana sus diyeceğine adam akıllı anlatsana.” Derince soluyan Yavuz iç geçirdi. “Gitmem lazım. Durum ciddi. Hem babam resti çekti bu defa açık ve kati şekilde hem de mevzu bahis Aslı. Gitmem lazım.” “O zaman her şeyi anlatacaksın. Prensesi götürecek misin?” Alt dudağını dişleyen adam beş yıllık firarın sonunda herkesin doğru düzgün bir açıklamaya ve nedene ihtiyacı var diye düşündü. Her şeyi hiçbir eksik olmadan anlatmalıydı. Yoksa uzakta da olsa orada olduğunu bildiği Aslı’yı kaybedecekti. Ailesi ile ipleri tamamen koparmış olacaktı ve şu an bunu asla istemiyordu. Aslında hiç istememişti ama yirmi üç yaşında verdiği bir karar, neden olduğu şeyler ve sonuçları şimdi baktığında merbuda şeytan üçkenine benziyordu. Hopa’ya gitmeli pandoranın kutusunu açmalı konuşan çeneleri susturmalıydı. “Birlikte gideceğiz kardeşim. Artık herkes her şeyi öğrenmeli.” “Emin misin? Aslı bunu öğrendiğinde kızma ama ağzına sıçar biliyorsun değil mi? Hele babanlar.” “Biliyorum. Hakkıdır da ama benim de nedenlerim vardı. O yaşlarda verebildiğim hem makul kararı vermiştim. Şimdi o da büyüdü mantıklı yanı daha ağır basacaktır.” Samet güler gibi oldu. “Daha çok sana basacak gibi ama neyse.” “Samet.” Adamın uyarı dolu sesi ile “Tamam ya bir şey demedim. Merak etme şirket bende. Senin de gazan mübarek olsun. Ne zaman gidiyorsunuz?” değince yüzünü sıvazlayan adam “Yarın” cevabını verdi. Evet, gün doğduğunda yanına bunca zaman uzak kalmasının nedenini de alacak ve Hopa’ya gidecekti. Hem bazılarının dersini sağlam vermeliydi ki bir daha onun olana yanaşamamalıydı. Telefonu kapamış başını göğe kaldırmış aya bakıyordu. Çok büyük bir cenderenin içine giriyordu. Alacağı hasarları ve bıraktığı hasarların büyüklüğünü hesap etmekse çok zordu. Yavuz Tunalı memleketine dönüyordu. Savaş çanları ise dört bir yanda kimse duymasa bile çalıyordu.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE