FIRTINA-5

1999 Kelimeler
GÜRCİSTAN KAHETİ (KAKHETİ) Büyük bir gürültü ile açılan kapıdan giren kadın kucağındaki üzüm sepetini yere bıraktığında alnındaki teri sildi. Yan tarafta ezme makinesi çalışıyordu. Kocası “Melek, çok yoruldun sen hadi biraz dinlen. Sonuncuyu yapıyoruz zaten yarına kalıyor diğerleri.” derken yüzüne gülümsedi. Kadının yıllara rağmen hala parlak olan yeşilleri kocasına aşkla bakarken “Tamam Nika” deyip önlüğünün kıyısına sıkıştırdığı bezle alnını sildi. O sırada kapının eşiğinde beliren genç adam “Anne ben sana beni beklemeni söylemedim mi?” değince karı koca oğullarına döndü. On altı yaşındaki Mihail tüm heybeti ile onlara bakıyordu. Melek iç çekti. “Olsun oğlum hallettim ben. Bu arada kardeşin nerede?” Mihail, oflayıp yüzünü sıvazladı. Sıkkın bir şekilde “Anne o küçük cadı yemin ediyorum beni öyle bir bunalttı ki sinirlerimle oyun oynadı. Şimdi de küçük köpeği ile bahçede koşuyor. Hiç enerjisi bitmiyor” derken resmen isyan ediyordu. Melek ona tebessüm etti. Anlaşılan Alise abisine zor anlar yaşatmıştı. Daha sekiz yaşında olan kız çocuğu bir pire gibi oradan oraya zıplıyor atlıyor ve asla durmuyordu. Nika işi bittiğinde makineyi kapadı ve karısının omuzuna kolunu sarıp şaraphaneden çıktılar. Melek de oğlu Mihail’in omuzuna elini atmıştı. Bahçede yavru köpeğin peşinden koşan Alise ise şen kahkahaları ile dört bir yanı inletiyordu. Kadın bir an durdu. Aklına yine o gelmişti. Yeşil gözleri kumral saçları sevimli yüzü ve her daim hareketleri halleri yüreğine doluşmuştu. Alise ablası Aslı’nın kopyasıydı. Bu da Melek için hem bir teselli hem de vicdan azabıydı. Kızını çok özlemişti. Onu görmek için Niyazi’ye bile ulaşmıştı ama sonrasında bir daha adamla iletişim kuramamıştı. Geçen bu beş yılda Hopa da yakını tanıdığı olmadığı için haber de alamamıştı. Lakin üç gün önce bir arkadaşı kızı için Hopa’ya gideceğini söylediğinde içinde bir umut oluşmuştu. Belki o kızı hakkında bilgi getirirdi. Ona bilgileri verirken hafızasını iyice yoklaması gerekmişti. Hoş kapısından kovulduğu asla kabul görmediği Koçari ailesini nasıl unutabilirdi ki. Şimdi ise haber bekliyordu. Kadının gelmesi için gün sayıyordu. Eve geçtiklerinde hemen yemek masası kuruldu. Nika, karısının gözlerindeki buğuyu görüyor kendi içinde vicdan muhakemesi yapıyordu. Çok sevmişti. Onun aklını çelip kendine bağlarken sadece kendini düşünmüştü ama yıllar içinde kızının hasreti ile içten içe kavrulan kadına canını verse az gelirdi. Aradan geçen birkaç günün sonunda kapıları çaldığında küçük Alise açtı. Elene, elinde bir çanta meyve ile içeri girdiğinde Melek onu mutfaktan çıkıp elini önlüğünün cebine sıkıştırdığı havluya silerken gördüğü kadınla içinde oluşan heyecan çok fazlaydı. “Elene, hoş geldin. Gel buyur lütfen.” “Hoş buldum canım. Şunlar benden Alise ve Mihail’e küçük bir armağan.” Çantayı verip oturma odasına geçerken Melek önce elindekileri mutfağa bıraktı ardından da oturma odasına geçti. Peşinden diğer odada oturan diğerleri de geldiğinde herkes pür dikkat Elene bakıyordu. Melek heyecanla “Elene, tanrı aşkına söyle neler öğrendin?” derken Nika omuzunu tutuyor destek oluyordu. “Melek, Hopa da birkaç kişiyle konuşabildim. Öğrendiklerim pek hoşuna gidecek gibi değil.” Korku kadını sararken elleri titredi. Dudakları zorla aralanırken “Neler olmuş?” diyebildi. Elene ise sıkkın bir soluk bıraktı. Bakışları hüzünle kaplanırken anlatmaya başladı. “Eski eşin Niyazi beş sene önce kanserden vefat etmiş. Vefatından önce kızın adamın yakın arkadaşının oğlu ile evlenmiş. Ama işin kötü yanı damat düğünden sonraki sabah çekip gitmiş. Beş yıldır da ortalar da görünmemiş. Dedikoducu kadınlar kocasını elinde tutamadı diyerek laf yapıyor arkasından. Kızın babasının marangoz atölyesini işletiyor. Orada çalışıyor. Gittim gördüm. Bir şeyler bahane ettim. Koca kız olmuş. Bildiğin erkek gibi halleri. Kızın sana çok benziyor Melek. Gençlik halinle yan yana koysan ikiz dersin.” Melek, hala duyduklarının etkisindeydi. Mihail “Nasıl yani? O adam ablamı terk mi etmiş?” derken ergenliğin verdiği o duygu değişimi ile sinirlenmişti. Alise ise “Ablam çok üzülmüştür ama. Babası da ölmüş.” der demez babasına sarıldı ve “Babacım sen sakın ölme tamam mı?” dedi. Evet, Melek ve Nika çocukların aklı ermeğe başladığında Türkiye de bir ablalarının olduğunu anlatmıştı. Kızını gördüğü son haliyle hatırlıyordu Melek ve yanındaki fotoğraf da Aslı’nın altı yaşındaki haliydi. “Kızım” dedi kadın. Eli sol yanına giderken sanki acısını azaltmak ister gibi sıkmıştı etini ve gözlerinden yaşlar süzülürken içindeki o vicdan azabı çeken Melek Niyazi içinde ağlıyordu. Ona haksızlık etmişti ama sadece sevmişti. Sevmek suç olmamalıydı. Sesini bastırmaya çalıştığı yanı ise haykırdı. “Sevmek suç değil Melek, evli bir kadının başka bir adamı sevmesi ona kaçması suç. Çocuğunu geride bırakması suç. Mutlu bir aile kurarken geride bıraktıklarının enkaz olması suç. Sen suçlusun Melek. Dipten uca baştan sona suçlusun.” Nika karısının konuşamayacağını anladığından soruları sordu. “Peki, boşanmış mı? Yani o adamın nikahında değil hala değil mi?” “Hayır boşanmamış. Gelin gittiği evde yaşıyor. Soy adı Tunalı olmuş. Varlıklı bir aileler.” Kadın o an hatırladı. Hilmi Tunalı’yı. Niyazi'nin aynı kandan olmayan ama kardeşi olan adamdı. Elene duyduklarını gördüklerini anlatmaya devam etti. Melek her defasında hem pişmanlığıyla hem de vicdan azabıyla sarmalandı. Akşam olup çocuklar uyuduğunda sırtlarını yatağın başlığına yaslamış olan karı koca sessizdi. Sessizliğe dayanamayan adam “Melek, hayatım ne düşünüyorsun?” dediğinde burnunu çeken kadın “Ben, ben bilmiyorum Nika. Onca sene geçti. On sekiz sene. Kızımdan ayrı kalalı koca on sekiz sene. Acaba beni aramış mıdır çok ya da ne bileyim sormuş mudur? Terk edip gitti mi dedi Niyazi yoksa öldü mü dedi benim için. Hiç birini bilmiyorum. Kızım babasını kaybedip yalnız kalmış haberim olmadı. Kocası terk etmiş yine neler olduğunu bilmiyorum. Vicdanım öyle bir kıvranıyor ki sol aynım acıyor Nika. Biz belki bir yuva kurduk ama Niyazi ve Aslı bir başlarına kaldı. Onca yıldan sonra onun öldüğünü öğrenmek resmen cehennem azabı gibi.” dedi. Kocasına baktığında onun gözlerindeki pişmanlığı da görebiliyordu. Kaçmaları, üstelik bunu Melek hala evliyken yapmaları adiceydi. Nika, bir de Niyazi’nin atölyesinde çalışmış onun ekmeğini yemişti. Kim ne derse desin nereden bakarsa baksın adilik şerefsizlikti. “Ben, bazı geceler hala Niyazi’yi görüyorum. Bana bakışlarını, gözlerindeki ifadeyi unutamıyorum.” “Kızım, Aslı’yı görüyorum bende Nika. Evden çıkarken bana bakıp gülümseyişini pamuk şeker isteyişini onun hevesi ile yeşillerini parlatmasını unutamıyorum. Şimdi kocaman bir kadın oldu. Yaşadıkları da cabası. Çok korkuyorum bizim günahımızı evlatlarımız çekecek diye. Alise veya Mihail zarar görürse diye içim gidiyor.” Hala önceliğini Aslı olarak belleyemiyordu Melek. Hala acı çekseler de bencillerdi. Akıllarından geçense bir şekilde Aslı’yı görmek onun hayatına girmekti. *** TÜRKİYE Aslı, sabah olduğunda yine evden çıktı ama bu defa önceliği atölye değil mezarlıktı. Babasının mezar taşının kıyısına oturmadan önce ellerini açıp duasını etti. Ardından yanındaki küçük bidondan ektiği çiçeklere su döktü. Ayak tarafındaki kuşlar için konmuş mermer bardak şekilli kaplara da su doldurdu. Ardından oturup isim yazan taşı sevdi. NİYAZİ KOÇARİ. DOĞUM TARİHİ 1963 ÖLÜM TARİHİ 2020. Bir cümlelik yazı hemen altındaydı. RUHUNA EL FATİHA. İnsanın hayatı bu kadarı işte. Birkaç rakam cümle ve soğuk toprak. Gece rüyasında gördükleri ile içinde beliren o garip duyguya isim veremiyordu. Annesini görmüştü. Evlerindeydi. Hala altı yaşındaydı ve annesi ona bakarken gözleri dolu doluydu. “Nereye gidiyorsun anne?” “Markete kızım.” “Bana da pamuk şeker alır mısın? Pembe olmasın ama beyazlarından al.” “Alırım tabi. Sen hiç yaramazlık yapma ve beni bekle tamam mı?” Elindeki boya kalemleri ile resim yapan kız süt dişlerini göstere göstere gülümsedi. Birkaç tanesi düşmüş aralarda boşluklar oluşmuştu. “Tamam annecim.” Kadın arkasını döndüğü an çocuk olan Aslı “Anne, akşama kurabiye yapalım mı? Kalpli olanlardan. Babam çok seviyor onları. Bolca çikolata da koyarız.” değince adımı havada asılı olan kadının tereddütü onları izleyen büyük Aslı’nın da tereddüt etmesine neden olmuştu. Başını çevirmeyen kadın “Yaparız kızım” der demez evden çıkmıştı. Geride kalan Aslı ile ellerini birbirine vurmuş “Oley” demiş ve beklemişti. Hem de saatlerce. Uykusu geldiğinde ise oturduğu minderin üzerine kedi gibi kıvrılmış kalmıştı. Büyük Aslı bir köşede oturmuş bekliyordu. Babası geldi ve kızını kucaklayıp odasına götürdü. Aslı “Babacım, annem gelecek kurabiye yapacağız.” diye mırıldanıyordu. Başını sağa sola sallayan kız “Gelmeyecek bekleme. Deniz aldı onu. O denize gitti. Deniz aldığını vermiyor” diyor bir yandan da ağladığını hissediyordu. Uyandığında yanaklarının ıslak olduğunu fark etmişti. Uzun süredir annesini hiç görmemişti ama bu gece yaşadığı duygusal sarsıntılar onun içine gömdüğü özlemi açığa çıkarmıştı. Elbette Aslı annesinin başkasına kaçtığını biliyordu. Babasıyla Hilmi babasının konuşmalarına şahit olmuş dinlemiş ve gerçekleri öğrenmişti. O yüzden hiç annesini anmıyor onu özlediğini asla ama asla dile getirmiyordu. “Onu gördüm baba. Yıllar sonra rüyama girdi. Hem de beni terk ettiği günü yaşadım bir kez daha. Bazen düşünüyorum da hadi seni sevmedi diyelim. Beni de mi sevmemişti ki yanında götürmemişti. Bunu asla istememişti. Bana sözler verirken gelmeyeceğini biliyordu ama yine de utanmadı mı? Seninle evliyken başkasına gitmesi başka beni geride bırakması hiç düşünmemesi başka.” İç çekti. Göz yaşını silerken omuz silkti. “Biliyorum baba. Yıllardır biliyordum. Daha on üç yaşında öğrenmiştim ama o zaman da çoktan alışmıştım annesizliğe. Ne tuhaf değil mi? Beni doğuran oydu. İçinde can veren büyüten ama sonrasında sanki hiç mişim gibi ardında bırakan yine oydu. Sana hiç sormadım nasıl gittiğini ne yaptığını çünkü deli gibi korkuyordum üzülmenden. Belki de senin de beni bırakıp gitmenden korkuyordum kim bilir.” Bakışlarını mezar taşından kaçırdı. Sanki babası ona yorgun gözlerle bakıyor içini okuyordu. Dudakları titredi. “Özür dilerim baba. Onu rüyamda bile olsa bir kez daha gördüğüm için beni affet. O ne senin sevgini ne benim evlatlığımı hak ediyordu. Umarım bir yerlerde çoktan ölüp gitmiştir. Senin bile öldüğün can verdiğin bu dünya da onun yaşaması bana haksızlık gibi geliyor.” Durdu. Başını sağa sola salladı. Anlık bir titreme bedenini sarsarken uzaklardan bir doğanın göğü evi bilip uçarken ki çığlığı ile başını kaldırıp baktı. Geri mezar taşına gözlerini diktiğinde “Ya da boşver baba. Yaşasa da ölse de umurumda değil. Çünkü benim hayatımda asla yeri olmayacak.” deyip yeniden sustu. Gözleri parmağındaki alyansa takıldı. Sol yanı acıdı. Hep acıyordu ama daha bir acıdı. Sanki bir avuç iğne kalbinin üzerinde duruyordu da o nefes aldıkça batıyordu. Yanaklarından yeniden birer damla yaş süzüldü. “Onu merak ediyorsun değil mi? Hala gelmedi. Gelir mi geldiğinde ne der bilmiyorum ama hiçbir lafı yaptığına telafi olmayacak gibi. Özellikle de senin son anında duymak zorunda kaldıklarına sebebiyet verdiği için kalbimde bir mahkeme kuruluyor ve o her defasında mühebbet hapis alıyor. Benden uzakta yine benim emrimle. Ama sen merak etme sana asla kızmıyorum. Sen nereden bilecektin ki yıllarca tanıdığın evladın bildiğin adamın kızına kazık atacağını. Nereden bilecektin ki onun alnına kara çalıp kaybolacağını.” Daha fazla konuştu. Yeri geldi sustu. Yeri geldi babasına kocasını şikayet etti. Ardından çocuk gibi mezarın kıyısına kıvrılıp toprağa sarıldı. Babasının göğsüne yatıp ona sarılır gibiydi. Çok özlemişti. Değil beş yıl beş asır da geçse babasının nefesine kalp atışlarına muhtaç bir çocuk olacaktı Aslı. Öğleye doğru motoruna atladığı gibi atölyeye gitmek için yola koyuldu. Derken içi o kadar daraldı ki atölyenin birkaç sokak gerisinde kalan büyük çocuk parkına girip kendini bir banka attı. Kafasının içini susturmak için çocukların delirmiş gibi koşturmasına bağırmasına çığlık atmasına ve oyun oynamasına muhtaçtı. Onlara baktıkça içi açılıyor ama yine de bir ağırlık gelip içine oturuyordu. Az ilerisinde küçük bir salıncakta oturan ve sallanan bir kız çocuğu dikkatini çekti. İpek gibi saçları vardı ki sanki buğday tarlasından fırlamıştı. Gülünce yanaklarında gamzeleri öyle belirgin oluyordu ki başını yana eğip onu daha da dikkatle izlediğini kendi de fark etmemişti. Bir an çocukta ona baktı. Güneşin altında pırıl pırıl mavileri çocuksu heyecanla su damlası kadar saftı. En fazla dört ya da beş yaşlarındaydı. O an göz bebeklerinde bir hayal belirdi. Yine böyle bir parktaydı ve yine karşısındaki kız çocuğu oynuyordu. Ama arkasında biri vardı hayalinde. Geniş bedeni dik duruşu ve yakışıklı yüzü ile Yavuz’du bu ve onun da yüzünde gülümseme ile kızı sallıyordu. Kız ise gülümseyip “Anne bak babam beni sallıyor” diye bağırdıkça “Evet, bebeğim baban güzel sallıyor ama sen sakın zincirleri bırakma tamam mı düşersin yoksa” diyerek karşılık veriyordu. O anneydi. O kızın annesi Yavuz’un aşkla baktığı karısıydı. Aslı hayalinde mutluydu. Her şeye rağmen çok mutluydu hem de. Oysa şimdi burada oturmuş başkalarının çocuklarına bakarken hayal kuruyor saçmalıyordu. Aslı, hiçbir zaman bir çocuğa anne olamayacaktı. Bir adamın ise en sevdiği kadın olmanın yanından bile geçmeyecekti. Çünkü buna ne yaşadıkları izin verirdi ne de kırılmış parçalanmış un gibi ufalanmış güveni yolunu açardı. Bu hayatta onu seven tek kişi babasıydı o da toprağın altındaydı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE