Karlı havada ayaklarım neredeyse donacak gibiydi. Her adımım, buz tutmuş kaldırımların üzerinde çatırdadıkça içim ürperiyordu. Soğuk rüzgâr yüzüme keskin keskin vuruyordu. Sabahın dördüydü. Gökyüzü henüz aydınlanmamış, sokaklar ıssız ve sessizdi ama ben pastanemi açmak için çoktan uyanmıştım.
Sıcak poğaçalar, taptaze simitler beni bekliyordu.
Pastanemin ışığını uzaktan gördüğümde içimde garip bir şeyler hissettim. Dükkanımın ışığı açıktı ama içeride kimsenin olmaması lazımdı. Kalbim hızla çarptı, adımlarım yavaşladı. Kapıya yaklaşırken içimi korku kapladı. Girmeden önce çantamdan silahımı çıkartarak hazırladım. Tetiğe parmağımı koyup dikkatlice kapıyı araladım.
Pastanenin en arka köşesinde oturan bir asker vardı. Sanki saatlerdir oradaymış gibi sakindi. Masanın üzerinde buharı tüten çaymatik çalışıyordu. Dumanı burun deliklerime dolunca gözlerim fal taşı gibi açıldı, inanamadım gördüğüme. Nasıl bir rahatlıktı bu böyle? Benim pastaneme benden izinsiz girdiği yetmezmiş gibi aynı zaman rahatça çay demlemiş içiyordu!
“Sen de kimsin?” diye bağırdım. Sesim öfkeyle titredi. “Ne işin var pastanemde?”
Ama o asker tek kelime etmeden, hareketsizce bana baktı. Yüzü donuk ve ifadesizdi. İçimde yükselen öfkeyle bağırdım.
“Manyak mısın nesin? Derhal pastanemden çık!”
Sonra kapıya yöneldim, gözlerim kilide takıldı. Ellerimle hızlıca kontrol ettim. Kapı kırılmamıştı, zorlanmamıştı ve oldukça sağlamdı.
“Hey! Duymuyor musun beni?” diye bağırdım, sesim daha da sertleşti.
Asker hâlâ sessizdi. Gözleri bana kilitlenmiş, hareket etmiyordu. İçimde hem korku hem öfke vardı.
Çayından ağır ağır bir yudum aldı ama bana tek kelime bile etmedi. Elimdeki silahı sallamayan, hiç istifini bozmayan o adama doğru adım adım ilerledim. Tam karşısında dururdum. Sakince kenarda duran poğaçadan bir tane eline aldı ve ısırdı. Benim varlığım umurunda değil mi gibi davranıyordu.
“Deli misin nesin? Cevap versene!” diye bağırdım, sesim sert ve kırılgandı.
O ise alaylı bir tavırla, hafifçe yayılarak bana baktı.
“Sakin ol, indir onu. Şeytan doldurur.”
Bir an duraksadım. Bu nasıl bir ciddiyetsizlikti? Utanmadan benimle dalga geçiyordu. Sesim biraz daha sertleşti.
“Konuşsana! Sana neden buradasın dedim!”
“Bundan sonra senin korumanım...” diye ekledi.
Bu sözler karşısında gözlerimi şaşkınlıkla kıstım. O an ne diyeceğimi bilemedim. Karşımdaki askere afallamış, şaşkın bir şekilde baktım.
“Ne saçmalıyorsun sen? Senin görevin devleti korumak değil mi?” dedim sitemle.
O yumuşak ama kesin bir sesle cevap verdi. “Görevim bu. Seni korumak, vatanı korumak...”
Öfkem ve şaşkınlığım birbirine karıştı. Tezgahta duran küçük pastayı suratına fırlatacak gibi oldum ama o kadar cesaretim bile yoktu. O oldukça geniş yapılı, sert görünümlü bir askerdi. Yanında durmak bile insanı korkutuyordu.
“Bundan sonra sen nereye, ben oraya!” dedi kararlılıkla. “Beni baban görevlendirdi.”
Masadaki silahı işaret ettim.
“Silahını da al ve çek git!” diye ekledim sertçe. “Babamın hiçbir yardımını istemiyorum!”
Ama o, hiç aldırmadan, soğukkanlılıkla karşılık verdi.
“TSK’da işler karıştı. Bir süreliğine komutanımın emriyle buradayım,” dedi.
O sözler, içimdeki bütün sabrı taşırdı. Deliye dönmüştüm. Kalbim hırçın bir şekilde çarpıyor, nefesim düzensizleşiyordu. Onun burada benim pastanemde, benim alanımda durmasını istemiyordum!
“Defolup git!” diye bağırdım, öfkemin sesiyle mekan sarsılır gibi oldu.
Ama o asker, dimdik durmaya devam etti. Sanki burası onun eviymiş gibi. Bu düşünce içimde büyüdükçe büyüdü, yüreğimde fırtınalar kopuyordu.
“Sürekli seninle birlikte olmak istemiyorum diyorsan,” dedi asker sakin ama meydan okurcasına. Gözleri hafifçe kısıldı.
“Tasını tarağını toplayıp babanın yanına dönersin…”
Sinir küpüne dönmüştüm. İçimdeki öfke alev alev yanıyordu, dudaklarımı dişlerimin arasına sıkıştırdım.
“Hiçbir yere gitmiyorum,” dedim. Gözlerimi kırpmadan, tüm cesaretimle karşımdaki askere meydan okudum.