5. Bölüm
Ateş Hattında İlk Bakış ( devam)
Diğer eliyle ipi var gücüyle sıktı. Avuç derisi yandı. Tırnakları halata gömüldü. Dişlerini sıkıp bir hamleyle kendini tekrar köprünün ortasına çekti. Dizi tahtaya sertçe çarptı; bandajın altından göğsünde bir şey patlayacak gibi oldu.
Emre’nin sesi, bu kez daha tok ve daha yakındı:
“Devam et Karaca. Buradan düşenin bahane üretmeye hakkı olmaz.”
Ali, “Düşmeyeceğim,” diye mırıldandı.
Ve geçirdi.
İp köprü bittiğinde ayakları yere değdiğinde, dünya ilk kez düz bir zemin gibi hissettirdi.
Parkurun son düdüğü çaldığında Emre kronometreyi kapatıp yüksek sesle söyledi:
“Süre fena değil. Ama bu ‘fena değil’ler… bizi hayatta tutmaz. Sızlanmayı, kendinize acımayı unutun. Burada acı, sizin lüksünüz değil.”
Bakışları kalabalığın arasında bir an Ali’ye takıldı. Sonra başka yöne kaydı.
Ama o bir an…
Ali’nin içini hem ısıttı, hem yaktı.
Öğleden sonra atış eğitimi yeniden başladı. Bu kez hareketli hedefler vardı.
Ali, tüfeği omzuna yasladığında bandaj çıldırmış gibi bastırdı göğsüne. Nefes almak, kurşun yutmak gibi acı veriyordu. Gözünü dürbünün hizasına getirdi. Hedef ileri geri gidiyordu.
“Ali,” diye fısıldadı kendi kendine. “Bak. Nişan al. Unut her şeyi.”
Tetiğe dokundu.
Patlama.
Hedefi hafifçe sıyırdı, tam merkez değildi.
Emre’nin sesi duyuldu:
“Karaca!”
Ali’nin omuzları kasıldı.
Emre yaklaştı. Arkasına geçti. Sanki zamansız bir an koptu, çocuklukla bugünün arasındaki ince ip yeniden gerildi.
“Omzunu çok kasıyorsun,” dedi Emre. “Silah senin arkadaşın olacak, yumrukladığın biri değil. Göğsün… çok sıkı duruyor. Nefesin de yanlış. Nefesini al, yarıda tut, tetiği o aralıkta çek.”
“Emredersiniz komutanım.”
Emre, tüfeğin dipçiğini omzuna daha doğru yerleştirdi, göğsüne bir an dokundu. Ali’nin bütün sinir sistemi o dokunuşla alev aldı. Saç diplerine kadar yandı.
“Tekrar.”
Ali bu kez nefesini Emre’nin dediği gibi aldı. İçindeki sesler sustu. Tetiği çekti.
Bu kez hedefin merkezine yakın bir yere saplandı kurşun.
“İşte böyle,” dedi Emre. “Bak, yapabiliyormuşsun.”
Ali, onun gitmesini bekledikten sonra, tüfeğin metaline alnını dayadı. Gözlerini kapattı.
“Keşke beni… böyle değil de, o günkü gibi görseydin,” diye geçirdi içinden.
“Mahallenin köşesinde… elinde top, yüzünde toz, gözlerinde gülüş.”
Akşam yemeğinden sonra, duş sırasına geçildi.
Burası, Ali’nin en çok korktuğu yerdi.
Bahadır, omzuna havlu atmış, “Sıcacık su varmış, yaşadık,” diye seviniyordu. Diğerleri espriler, küfürler eşliğinde koşturuyordu.
Ali sıranın sonunda oyalanıyordu. Zaman kazanmaya çalışıyordu.
“Belki sıcak su biter de… kimseyle aynı anda girmem,” diye düşündü.
Ama askeriye… kimsenin planına göre hareket etmiyordu.
“Haydi haydi! Hızlı! Beşer dakikadan fazla yok!” diye bağıran erin sesiyle, Ali’nin kalbi hızlandı.
Duş alanına girdiklerinde, buhar, içeriyi puslu bir sis gibi doldurmuştu. Fayanslar ıslaktı. Gülüşler, su sesine karışmıştı.
Ali, köşedeki en dip kabine girip perdeyi çekti. Çantasından çıkardığı küçük kilitli poşeti açtı: İçinde, bandajını mümkün olduğunca koruması için hazırladığı ekstra bez parçası vardı.
Üstünü çıkarırken, kapının dışında bir gölge kaydı.
“Şimdi değil…” diye içinden yalvardı.
Bandajı çözemiyordu; sadece etrafını daha sıkı sardı, üzerine havlusunu doladı. Duşu kısa kesip kimse görmeden çıkmayı umuyordu.
Tam o sırada, dışarıdan bir ses:
“Üsteğmen geliyor!”
Ali’nin nefesi kesildi.
“Neden buraya geliyor?!”
Perdenin aralığından baktığında, soğuk bir gerçek gördü: Emre, duş alanına girmiş, çavuşla konuşuyordu. Denetim.
Çavuşun sesi yankılandı:
“Üsteğmenim, hijyen denetimi yapacağız, talimat gereği.”
Emre başını salladı.
“Bakın kimse gereğinden fazla oyalanmasın. Temizlik de önemli, disiplin de. Perdesi açık olan, havlusuz dolaşan görmeyeyim.”
Ali’nin elleri buz kesti. Su hâlâ akıyordu ama o musluğu kapatmayı bile unuttu bir an.
“Ne yapacağım? Şimdi biri perdeyi aralarsa… bandajı görürse…”
Hızla hareket etti. Havlusunu, göğsünün etrafına sıkıca doladı, düğüm atarak neredeyse kendini sardı. Üzerine tişörtünü, su damlaları hâlâ sırtından akarken zorla geçirip, pantolonunu yarı ıslak bacaklarına çekti.
Perdeyi açmadan önce derin bir nefes aldı.
“Normal yürü… sıradan ol… görünme…”
Perdeyi araladığında, Emre ve çavuşun birkaç kabine ileride olduğunu gördü. Ali, başını hafif öne eğip hızla çıkmaya çalıştı.
Tam o sırada çavuşun sesi geldi:
“Sen! Durdun!”
Kalbi boğazına sıçradı.
Yavaşça döndü.
“Ali Karaca, değil mi?” dedi çavuş. “Niye bu kadar acele? Denetim var, haberin yok mu?”
Ali’nin sesi titrememeliydi.
“Yıkanmayı bitirdim çavuşum. Rahatsız etmek istemedim.”
Emre, yanında duruyordu. Havlu hâlâ göğsüne yapışıktı, tişörtün altındaki fazladan kalınlık… tehlikeliydi.
Emre’nin bakışları, bir an havlunun düğümünde takılı kaldı.
Ali’nin yutkunuşu, boğazındaki tükürüğü bile ele veriyor gibiydi.
Çavuş, “Havluyu indir, üsteğmenim hijyen kontrolü yapacak, kimse üstüne bir şey saklamasın,” dedi.
O cümle, adeta ölüm hükmüydü.
Ali yerinde dondu.
“Havluyu indir.”
O an zaman ağırlaştı. Sadece kalbinin sesi vardı.
Düşünceleri çığlık çığlığa:
“İndirirsem… bandajı görecekler. Göğsümün… düzlüğü bile farklı. Nefesim… her şeyim.”
Elleri istemsizce havluya gitti.
Tam düğümü çözecekken Emre’nin sesi girdi araya, sakin ama tartışmaya kapalı bir tonda:
“Gerek yok. Üşütmesin. Zaten yarı ıslak. Zaman kaybetmeyelim çavuş, sıra dolu. Alanı boşaltın.”
Çavuş hemen toparlandı.
“Emredersiniz üsteğmenim! Çık dışarı Karaca!”
Ali, ne olduğunu anlamadan bir anlık afla kurtulmuştu. Havluyu bırakmadan, başını hafifçe eğip:
“Emredersiniz,” dedi.
Yanlarından geçerken, Emre’nin bakışını yüzünde hissetti. O bakış… sanki şöyle diyordu:
“Seninle işim bitmedi.”
O gece koğuşta herkes yorgunluktan serildiği hâlde, Ali tavana bakıyordu.
Bahadır horlarken bile yüzünde hafif bir gülümseme vardı. “Hepimiz ağlar gelişiriz,” demişti ya…
Ali, ağlamamaya yeminli bir suçlu gibi susuyordu.
Telefonu, yastığın altından hafifçe titredi.
“Almanya nasıl?” yazmıştı kardeşi. Yanına da gülücük emojileri, uçak, bavul…
Ali’nin gözleri doldu.
“Almanya…” diye fısıldadı. “Buradan çok uzakta bir yalan…”
Cevap yazdı:
“Güzel. Soğuk. Dersler yorucu ama iyiyim. Siz nasılsınız?”
Mesajı gönderip ekranı kapattı. Gözlerini yumduğunda, bugün yaşadığı her an üst üste bindi:
Emre’nin köprü altındaki komutu.
Eline dokunuşu.
Havluyu indirmesini istemeyişi.
“Beni tanıdın mı?” diye sormak istedi içinden.
Sonra kendi sorusuna kendi cevabını verdi:
“Hayır. Seni tanıyan Aylin… öldü artık. Burada sadece Ali var.”
Ama kalbinin en derin yerinde, inkâr edemediği bir fısıltı daha vardı:
“Ya bir gün… ikisini aynı anda görmek zorunda kalırsa?”
O gece, koğuşun duvarlarına tek bir kelime yazılmamıştı.
Ama Ali’nin iç duvarlarına, kocaman harflerle şunlar kazındı:
Emre burada.
Sırrın burada.
Ve bu ikisinin yan yana durduğu hiçbir yerde… güvenli değilsin.