4. Bölüm

958 Kelimeler
4. Bölüm Ateş Hattında İlk Bakış Sabah çağrısı bu kez sadece kulağını değil, bütün geçmişini delip geçti. Ali yataktan fırladığında, göğsündeki bandajın sertliğiyle nefesi kesildi. Sanki her sabah, “Sen Aylin değilsin,” diye hatırlatan görünmez bir el vardı. Yorganı tek hareketle topladı, botlarını aldı, Bahadır’la göz göze geldi. “Bugün üsteğmenle ilk saha eğitimi var,” diye fısıldadı Bahadır. “Hangisi?” Bahadır yarı esneyerek başıyla dışarıyı işaret etti. “Yeni gelen… Emre Yıldız.” O isim, Ali’nin içinden bir şeyi kopturdu. Yutkundu. “İyiymiş,” diyebildi sadece. Koğuş kapısı yine o taş sesle açıldı: “İÇTİMA!” Hepsi bir anda dışarı aktı. Avluda hizaya girerken soğuk, yüzlerini tırmalıyordu. Gökyüzü hâlâ karanlık maviyle siyah arasında, askılığın üzerindeki üniformalar gibi arada kalmış bir renkteydi. Sonra… O geldi. Emre. Adımlarında, çocukluğunun o hafif koşturması yoktu artık; yerine ölçülü, sert, alıştırılmış bir kararlılık gelmişti. Üniforması üzerine tam oturmuştu, omuzlarındaki apoletler sanki yıllardır oradaymış gibi rahattı. Gözler… İşte o gözler, Ali’nin içini en çok acıtan şeydi. Aynıydı. Ama artık ona bakmıyordu. Onun yanından geçip sıranın önüne geçtiğinde, Ali kalbinin ritmini bedeninden ayrı bir varlık gibi hissetti. Emre kısa bir bakışla hepsini süzdü. “Ben Üsteğmen Emre Yıldız,” dedi. Sesi, çocukluğunda apartman boşluğunda yankılanan kahkahasından geriye tek bir iz bile taşımıyordu. “Burada sizin arkadaşınız değilim. Abiniz, kardeşiniz, dert ortağınız hiç değilim. Burada tek bir şey var: Emir ve itaat. Bu nettir.” Bakışları sıranın üstünde, yavaşça kayarak dolaştı. Ali başını olabildiğince az kıpırdatmaya çalıştı. Göz göze gelirse… boğazına düğümlenen onca şey sızıp çıkmaktan korkuyordu. “Bugün,” diye devam etti Emre, “dayanıklılık ve disiplin testiniz var. Kimliğiniz, geçmişiniz, mahalle kavgalarınız, sevgiliniz, aileniz… kapının dışında kaldı. Buraya yalnız geldiniz, buradan ya asker çıkar gidersiniz… ya da hiç çıkamazsınız. Seçim sizin.” Ali, “Seçim benim değil,” diye geçirdi içinden. “Ben çoktan seçildim.” Komut patladı: “Engel parkuru için hazırlanın!” Parkurun başında toprak, gece yağmış ince yağmurun etkisiyle çamura dönmüştü. Dikenli teller yer yer sarkıyor, duvarlar yüksek, ip köprü ise rüzgârla hafif salınıyordu. Emre, ellerini arkasında birleştirip sıraya baktı. “Bu parkuru, süre içinde tamamlayamayan herkes… bütün bölüğe fazladan koşu borçlu olur. Yani… sadece kendini değil, yanındakini de yakar.” Bahadır, Ali’ye eğildi. “Biz kesin yanarız,” diye fısıldadı. “Yanmayacağız,” dedi Ali, bu kez kendi de şaşırdığı bir kararlılıkla. İsimler okundu. “Bahadır Aksoy!” “Burada komutanım!” “Ali Karaca!” “Burada komutanım!” Emre’nin başı, o an bir tık daha yukarı kalktı sanki. “Ali” ismi, tanıdık bir nota gibi havada asılı kaldı. Ama o an sadece bir kayıttı. Sıradan bir asker ismiydi. Henüz. Komut geldi: “Başla!” Koşu, Ali’nin ayak bileklerine taş bağlamışlar da öyle koşturuyorlarmış gibi hissettirdi. Nefesi daha ilk metrelerde hızlandı, bandaj göğsünü sıkıyor, her adımda sanki ciğerinin bir parçası geride kalıyordu. İlk engel: alçak duvar. Bahadır tırmanırken ayağı kaydı, duvarın kenarına tutunmaya çalıştı. “Düşme!” diye hırladı Ali, elini uzatıp onu itti resmen, yukarıya. Bahadır duvarın üzerinden atladığında kahkaha attı. “Delisin sen!” Ali aynı duvara geldiğinde, dizine saplanan ağrı geri döndü. Dün yarılan yeri sertçe duvara vurdu. Dişlerini sıktı. Ellerini uzatıp kendini yukarı çekti. Tam duvarın tepesindeyken, karşıdan Emre’nin baktığını gördü. Bir saniyelik bir kesişim. Bir anlığına… Emre’nin gözleri, “Ben seni bir yerden tanıyorum,” der gibi kısıldı. Ali panikledi. Dengesini kaybedip aşağı atladı, neredeyse yüzüstü düşüyordu. Toprağa çakıldığında göğsündeki bandaj bir kez daha içini yaktı. “Karaca!” diye bağırdı Emre. “Komutanım!” “Sıradaki engel… sürünme. Hızlı ol. Burası lunapark değil.” Ali toparlanıp dikenli tellerin altına girdi. Çamur, üniformasını ağırlaştırıyordu. Her bir telin sivri ucu, göğsüne daha yakın duruyor gibiydi. Yüzünü mümkün olduğunca yere yakın tuttu. Çamur, yanağını çizdi. Bir teli geçerken bandajın bastırdığı göğüs kafesi nefes almasına izin vermiyor, kalbi boğazına çıkıyordu. Bir yerde tel biraz aşağı sarkmıştı; Ali refleksle göğsünü yere daha da bastırdı. “Takılırsam… bandaj fark edilir. Göğsüm… farklı hissedilir. Nefesimi duyarlarsa…” Kafasının içi, komutlardan çok daha gürültülüydü. Son teli geçip nefes nefese ayağa kalktığında kulakları uğuldayarak Emre’nin sesini duydu: “Sen! Karaca!” Ali olduğu yerde dondu. Emre yanına geldi. Gözleri alnındaki çamur lekesinden, çenesindeki çizğe, omuzların darlığına indi. O bakışlar, Ali’ye bir anlığına yıllar öncesini hatırlattı: Mahallede, merdiven boşluğunda, elindeki topu ona uzatan çocuğu… Ama şimdi Emre’ydi o. Üsteğmen Emre. “Elini uzat,” dedi. Ali tereddüt etti, sonra yumruk yaptığı elini açtı. Avucunun tam ortasında, bandajı sarmaya çalışırken ellerinden kalan hafif gazlı bez artıkları ve çamur karışmıştı; derisi tahriş olmuştu. Emre elini tuttu, avucu kavrayıp sıkıca bastırdı. Ali, tenindeki o tanıdık sıcaklığı hissedip bir saniyeliğine nefesini unuttu. “Bu yüzük parmağın ne böyle titriyor?” diye sordu Emre, alayla. “T-titremiyor komutanım.” “Titriyor. Demek ki daha yolun var. Burada tetik tutacaksın, kendi gölgenden korkarsan… ilk gölgede kaybolursun.” Elini bıraktı. Ali’nin içinden, “Ben senden korkmuyorum,” demek geçti. Ama dediği tek şey: “Emredersiniz komutanım,” oldu. İp köprü, parkurun en zor kısmıydı. Yüksekti. Rüzgâr köprüyü sallıyor, alttaki boşluk, Ali’ye çocukluğundaki uçurumlu rüyalarını hatırlatıyordu. “Sıradaki!” “Ali Karaca!” Ayağını ilk tahtaya bastığında, köprü ince bir iniltide bulundu. Ellerini halata doladı. Göğsü, bandajın baskısıyla tekrar daraldı. Dizleri titriyordu. Aşağı bakmıyordu. Ama tepede bir çift göz vardı. Emre, biraz geriden, köprüden geçen her askeri izliyordu. Ali, onun bakışını ensesinde hissediyordu. Sanki, “Düşersen… seni ben tutarım,” değil; “Düşersen… senin zayıflığını asla affetmem,” diyordu o gözler. Tam köprünün ortasında, rüzgâr birden cambaz ipini tokatlayan bir el gibi esti. Tahtalar sallandı. Ali’nin ayağı kaydı. Dengesi bozuldu, vücudu yana yattı. Ellerinden biri ipi kaçırdı. Aşağıdan Bahadır’ın çığlığı geldi: “ALI!” O an, Ali’nin bütün hayatı bir çizgiye sıkıştı: Annesinin mutfakta çay koyuşu. Babasıyla izlediği eski filmler. Kardeşinin odasından gelen müzik sesi. Ve Emre’nin yıllar önceki o tek gülüşü. “Burada bitecek mi?”
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE