Midyat’ın taş avluları, ay ışığında bir kefen gibi parlıyordu; rüzgâr, sedir dallarında kuru bir ağıt fısıldarken, tozlu yollar, geceye gömülmüştü. Eylül ve Berdan, harabede yaşanan kanlı katliamın gölgesinden sıyrılmış, ellerinde Hacı Mahmut’un kanla lekelenmiş defteri, Midyat’ın sınırına doğru kaçıyorlardı. Şeyhmus Ağa ve Hacı Mahmut’un ölümü, Zehra’nın son nefesi, Kerem’in cansız bedeni, her biri yüreklerini bir hançer gibi delmişti. Ama defterdeki son not, dünyalarını altüst etmişti: “Eylül, Leyla’nın kızı. Ama Şeyhmus, sadece bir yem. Gerçek baba, sınırın ötesinde.” Bu sözler, Eylül’ün kimliğini bir sis perdesine sarmış, aşklarını töre’nin zincirleriyle sınamıştı. Kıskançlık, ihanet ve intikam ateşi, ruhlarını sarmıştı; ama Berdan’ın gözlerindeki tutku, Eylül’ü hâlâ bir umut gibi çağı

