1.Bölüm
Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için, dünyadakiler birbirini kırıp geçiriyorlar." demiş İmam Gazali. Ne kadar bilgece bir söz. Yaşarken yaptığı hiçbir hatanın sorumluluğunu almayan, dönüp kendisine bir öz eleştiri bile yapamayan aciz insanların öldükten sonra huzur bulamayacak olması bana yeterli gelmediğinde başladı her şey. Neden onların pişman olduğunu görmeden ölüp gideceklerdi ki? Onlar kırdıkları kalpleri bile onarmayı bilmeyen, ben merkezci egoist yaratıklar! Yaşarken bir ders almadıktan sonra ölüleri kaç para ederdi?
Önümdeki kara kaplı defteri açıp yazılı ismi bir kez daha yüksek sesle okudum. Bahri Kökyel. Yeni kurbanım. Kendisi otuz iki yaşında, muhasebe işi ile uğraşan, iki kız çocuğu olan sözde aile babası. Sözde diyorum çünkü bu zamana kadar ne bir kez olsun küçük kızını anaokulundan almaya geldi ne de bir sıkıntı olduğunda aradığım telefonuna yanıt verdi. Çocukla ilgili tüm işleri karısına yüklemiş, kendisi sadece eve para getirmekle baba olunacağını düşünen bir insan!
Düne kadar bu şekilde düşünüyordum tabii. Dün küçük Eda'nın kollarındaki morlukları görünce bu adama bakış açım çok daha farklılaştı. Bu pisliğe insan bile demek gelmiyor artık içimden. Eda'ya kollarındaki morlukların nasıl olduğunu sorduğumda baştan söylemek istemese de sonrasında anlattı. Sözleri içimi parçaladı.
"Ben bunu hak ettim. Babamı kızdıracak bir yaramazlık yaptım. Lütfen babama söylemeyin, yoksa yine ceza alırım. " diyerek ağlamaya başladı. Eda daha 6 yaşını doldurmamış, ufacık çelimsiz bir çocuk. Okulda arkadaşları kavga ederken bile korkup köşeye saklanan, içe kapanık mutsuz bir çocuk. Onu bu hale getiren ise belli ki babası. Şimdi söyleyin bana, Eda'yı bu hale getiren adamı ne yapmalı? Yapılanları görmezden mi gelmeli, Allah'a mı havale etmeli?
Bence hiçbiri. Bu çocuğun hakkı aranmalı, o adama dersi verilmeli. İşte şimdi kara kaplı defterimde yer alan adı hakettiğini bulacak. Ona öyle bir ders vereceğim ki değil bir daha Eda'ya el kaldırmak sesini bile yükseltemeyecek.
Defterimi hışımla kapattığımda kapım çalındı. Hızla çalışma masamdan kalkıp kapıya koştum. Gelen çok sevdiğim bir akrabamız Gülizar ablaydı. Annemin can dostu, her zaman yanımda olan, yeri geldiğinde bana analık yapan kadın. Koşarak kapıyı açtığımda suratındaki kocaman gülümseme ile içeri daldı.
"Ahu'm, sana su böreği getirdim, özlemişsindir. Bir çay koy da yiyelim."
Gülümseyerek "Hoşgeldin Gülizar abla, ben de tam kendime kahvaltı hazırlayacaktım." dedim.
"Yaa ya tabi kesin kahvaltı edeceksindir. Şu haline bak, suratın kaşık kadar kalmış, o kuş kadar ağzından bir lokma geçiyor mu acaba gün içinde?"
Sırıtarak yanıtladım. "Abartma abla ya, belki bir iki kilo vermişimdir ama yoğun çalışıyorum biliyorsun. Çocuk peşinde koşmak kolay iş mi?"
" E ben sana demedim mi şaşkın kızım elalemin çoluğu ile çocuğu ile uğraşmak zordur. Başka bir meslek bul kendine diye. Bak Fatma ablanın kızı Sevda'ya. Girdi bir bankaya oturduğu yerden para sayarak maaş alıyor."
"Ben sıkılırdım be abla o işte, hem biliyorsun çocuk sevgimi."
Gülizar abla dolu gözlerle baktı bana. Çayı ocağa koymak üzereyken tuttu ellerimden. "Ah ve Ahu'm, bilmez miyim annem. Kardeşine olanlardan sonra her çocukta onu gördüğünü, onu ne kadar özlediğini görmez mi bu gözler sanıyorsun? Yine de çok yıpratma kendini sen, baktın yapamıyorsun istifa et, çık gel benimle yaşa. Masaya bir tas daha fazla yemek koymak elime mi yapışır? Hem arkadaş olursun bana, gül gibi geçinir gideriz."
Gülümseyerek ellerimi tutan elini kendime çekip öptüm. "Biliyorum abla, sen merak etme. İyiyim ben." diyerek çaydanlığı ocağa koydum ve mutfaktaki çiçek desenli örtüsü olan masaya oturdum. Gülizar abla da hemen karşıma oturmuş, beni süzüyordu.
"Ee yok mu okuldan şöyle yakışıklı bir damat adayı? Hoca olur, müdür olur hatta bekar babalar bile olur. Elbet sana bakanı vardır koca okulda, fıstık gibi kızsın maşallah. "
Gülizar abla ile ne zaman otursak konu elbet buralara gelir, bana etrafındaki damat adaylarını anlatır ben de kibarca reddederdim.
"Yok abla, olduğunda ilk senin haberin olacak merak etme. "
Bu duruma canı sıkılmış olsa da beni darlamak istemediğinden uzatmadı. Mahalledeki dedikoduları anlatmaya başlayınca sadece kafa sallayıp, şaşkınlık nidaları ile konuşmasını geçiştirdim, dinlemedim bile. Dedikodulara ara vermesini sağlayan tek şey çay olmuştu.
"Kız Ahu, çay demlenmiştir koy da içelim."
Gülizar ablanın çay tiryakiliğin beni bu dedikodu kazanından çekip çıkarmasına sevinerek hemen bardakları doldurdum. Börekleri de tabağa koyup karşısına oturdum. Çayından bir yudum alıp ciddi surat ifadesine büründü. Aklına yine benim sevmediğim bir konu gelmişti anlaşılan. Bir yudum daha alıp sordu.
"O baban olacak şerefsiz tekrar aradı mı?
"Hayır, son aramasında adını bile duymak istemediğimi bağıra bağıra söyleyince aylardır aramıyor."
"İyi bari, o delikte çürüsün inşallah pislik." Dediğinde sadece kafa salladım ve çay bardağını avuçlarımın içine alıp geçmişe daldım. Babamı gördüğüm son güne. Bundan beş sene öncesine...
Üniversite ara tatiline girdiği için heyecanla eve varmış, kapıda ambulansla karşılaşmıştım. Annemin başında sağlık görevlileri vardı ve babam polis memurları ile konuşuyordu. Beni farkeden bir Allah'ın kulu bile olmamıştı. İşte o an merdivenin ucundaki kan birikintisini gördüm. Polis çoktan orayı işaretlemişti. Diğer detayları yavaş yavaş fark etmeye başladığımda ilk babamın ellerindeki kurumuş kanı gördüm. Annemin dizilerindeki lekeleri... Kız kardeşim ortalıkta değildi. Neler döndüğünü kabul etmek istemesem de gözlerime yaşlar birikmiş, annemlerin yanına bir adım attığımda bir memur koluma girip içeri girmenin yasak olduğu ile ilgili bir şeyler söylemişti. O an babam farkıma vardı ve göz göze geldik. O suçlu bakışları nerede görsem tanırdım. Her dayak sonrasında bize böyle bakardı. Pişman olmuş ama söyleyemiyormuş gibi...
Polisler beni dışarı sürüklerken babamdan gözlerimi ayırmamıştım.
"Sen ne yaptın?!" diye bağırdığımda ise babam görüş açımdan çıkmış, polisler beni dışarı almışlardı. Bu onu son görüşüm oldu. Mahkemede şahitlik yaparken bile yüzüne bakmamıştım. İçimdeki nefret o kadar şiddetliydi ki şimdi bile sesini duymaya tahammülüm yoktu.
Zaten babamın hapse girmesinden bir sene sonrasında annem vefat etmiş, Gülizar abla ile bir başımıza kalmıştık. Bana düşkünlüğü de bu yüzdendi. Babam hapse girdikten sonra annem daha fazla o evde kalamadı ve Gülizar ablanın yanına taşındı. Ben de okulum bitince gidecek, işe girdiğimde bize ayrı ev açacaktım. Gülizar ablaya yük olmayacak, anneme bakacaktım. Tabii annemin hastalığı ortaya çıkınca işler böyle yürümedi. Ne Gülizar abla bizi bırakmak istedi, ne ben annemin yalnız kalmasını. Yaklaşık yedi ay boyunca anneme Gülizar abla bakmış, tek bir laf bile etmemişti. Aralarındaki dostluk gerçekten çok kuvvetliydi. Ben okulumu bitirip iş bulana kadar bana da evini açmış, yeri geldiğinde analık yapmıştı. Şimdi de ara ara ziyaretime gelir, beni yoklardı. Ona çok şey borçluydum. Bu yüzden gözyaşlarımın hücum ettiği gözlerimi kapatıp ayaklandım ve karşımdaki tombul kadına sarılıp içimi çeke çeke ağladım.
O da ağlamaya başlayınca kendimi toparlamaya çalışıp dizine koyduğum başımı kaldırdım ve yumuş yanaklarına bir öpücük kondurup "Abla benim artık hazırlanmam gerek. İş bekliyor." Dedim.
"Tamam kızım sen hazırlanadur ben de buraları toplayıp çıkarım zaten." Dediğinde teşekkür ettim ve odama kapandım. Yüzüme soğuk suyu çarptığında aklıma yine o isim geldi. Benim geçmişle başa çıkmamı sağlayan bu pisliklerin isimleriydi zaten.
Sıradaki hedefim Bahri Kökyel'i düşünüp anında toparlandım. Ağlamaktan kızarmış gözlerimde şimdi nefret vardı. Nefret ve intikam. Birbirini körükleyen bu duygulara tutunup hızlıca hazırlandım. Telefonumu alıp can dostum Sefa'ya SMS attım.
"4. Numaralı hedef Bahri Kökyel. Araştıralım."