bc

Bir Dilek Tut

book_age12+
851
TAKİP ET
6.7K
OKU
others
HE
brave
inspirational
drama
comedy
sweet
humorous
special ability
twink
like
intro-logo
Tanıtım Yazısı

Mistik kokuların peşine düşmüş, o kokuları ararken birtakım esrarengiz olaylara maruz kalmış bir kız varmış buralarda. Koyu kestane rengindeki saçları omuzlarından biraz daha aşağıya uzanıyormuş. Ela rengindeki gözlerini görenlerden bazıları sarıya yakın, bazıları açık yeşile dönük olduğunu düşünürmüş. Kalın kaşlarını çattığında onu babasına benzeten bir annesi, yine aynı çatık kaşlarla arzı endam ettiğinde kızgın bir sincabı andırdığını söyleyen babası varmış.

Gördünüz mü?

Görmediyseniz bir şey itiraf edeceğim. Fakat öncesinde arkanıza saklanabilir miyim? Ne kadar iyisiniz, teşekkür ederim. Şöyle bir köşeye ilişiyorum ben madem.

Hiç kimseye söylemeyeceğinize dair söz verdiğinizi varsayarak bahsi geçen kişinin Sare Çandar olduğunu itiraf ediyorum. Hatta sizlere biraz daha güvenmeyi tercih ederek Sare Çandar’ın ben olduğumu, bazen aynada kendime bakınca sincaba benzediğim konusunda babama hak verdiğimi bildiriyorum. Yetkili mercilerin beni anlayışla karşılamalarını talep ediyor, bu yabancısı olduğum yerlerde desteklerini esirgememelerini umuyorum.

Her şey ortaya dökülmeye başlamışken Fransa’da olduğumu da ekleyeyim. Muhteşem bir şehrinde, ışıkları gözlerimi alacak kadar şatafatlı duran mekânlarından birinde amacının ne olduğunu çözemediğim ilginç davete katılmış vaziyetteyim. Üstelik canımın parçaları olan aile bireylerime buraya gelmeden önce söylediğim şeyler hâlâ hafızamdaki yerini koruyor. “Ne yapmak istediğimi bilmeye ihtiyacım var. Bir şeyler üretmem gerekiyor ama ne üretmem gerektiğini keşfederek öğreneceğim. Çok güzel araştırmalar yaptım. Tuttuğum notların bir roman kalınlığında olduğunu söyleyebilirim. Gerekirse tüm o araştırmaların hakkını vererek karış karış dolaşacağım. Döndüğümde ne istediğini bilen bir insan olarak ayaklarımın üzerinde durmaya ihtiyacım var. Size söz! Bu olacak babacığım. Duydun mu anne? Dünyamı kendim güzelleştireceğim.”

chap-preview
Ücretsiz ön okuma
Giriş
Mistik kokuların peşine düşmüş, o kokuları ararken birtakım esrarengiz olaylara maruz kalmış bir kız varmış buralarda. Koyu kestane rengindeki saçları omuzlarından biraz daha aşağıya uzanıyormuş. Ela rengindeki gözlerini görenlerden bazıları sarıya yakın, bazıları açık yeşile dönük olduğunu düşünürmüş. Kalın kaşlarını çattığında onu babasına benzeten bir annesi, yine aynı çatık kaşlarla arzı endam ettiğinde kızgın bir sincabı andırdığını söyleyen babası varmış. Gördünüz mü? Görmediyseniz bir şey itiraf edeceğim. Fakat öncesinde arkanıza saklanabilir miyim? Ne kadar iyisiniz, teşekkür ederim. Şöyle bir köşeye ilişiyorum ben madem. Hiç kimseye söylemeyeceğinize dair söz verdiğinizi varsayarak bahsi geçen kişinin Sare Çandar olduğunu itiraf ediyorum. Hatta sizlere biraz daha güvenmeyi tercih ederek Sare Çandar’ın ben olduğumu, bazen aynada kendime bakınca sincaba benzediğim konusunda babama hak verdiğimi bildiriyorum. Yetkili mercilerin beni anlayışla karşılamalarını talep ediyor, bu yabancısı olduğum yerlerde desteklerini esirgememelerini umuyorum. Her şey ortaya dökülmeye başlamışken Fransa’da olduğumu da ekleyeyim. Muhteşem bir şehrinde, ışıkları gözlerimi alacak kadar şatafatlı duran mekânlarından birinde amacının ne olduğunu çözemediğim ilginç davete katılmış vaziyetteyim. Üstelik canımın parçaları olan aile bireylerime buraya gelmeden önce söylediğim şeyler hâlâ hafızamdaki yerini koruyor. “Ne yapmak istediğimi bilmeye ihtiyacım var. Bir şeyler üretmem gerekiyor ama ne üretmem gerektiğini keşfederek öğreneceğim. Çok güzel araştırmalar yaptım. Tuttuğum notların bir roman kalınlığında olduğunu söyleyebilirim. Gerekirse tüm o araştırmaların hakkını vererek karış karış dolaşacağım. Döndüğümde ne istediğini bilen bir insan olarak ayaklarımın üzerinde durmaya ihtiyacım var. Size söz! Bu olacak babacığım. Duydun mu anne? Dünyamı kendim güzelleştireceğim.” Babam dünyamı güzelleştirme yöntemimi görseydi boşluğa bakarak bu hayattaki yerini sorgulardı. Kendine geldiğinde ise beni buradan çekip çıkaracak bileti yine kendi elleriyle getirmekten hiç gocunmazdı. Annemi düşününce bile başım bir yerlere tutunmak istememe yol açacak kadar dönüyor. Kardeşlerimi bağrına yaslayarak onları asla yurt dışına çıkarmayacağını, benim yolumdan gitmemeleri için elinden geleni ardına koymayacağını söyleyebilirdi. Çok fazla konuşurdu ve konuşmasını sadece kendi ağlayışı bölebilirdi. Esasen buraya kenarda kalmış bir dükkânı görmeye, o dükkânın içinde yapılan parfümlerin kokusunu duyumsamaya gelmiştim. Birbirinden muazzam kokular yapmak ve o kokuların dünyaya açıldığını hayal etmek gibi bir batağa sürüklendim. Derinlemesine yaptığım araştırmalar sonucu da Fransa’daki bu enteresan dükkânı buldum. Yaşlı bir kadının maharetli ellerini kullanarak ortaya çıkardığı kokuları neye benzeteceğimi düşünerek bir otel odasına yerleştim. İki haftadır burada olmama rağmen dükkânı canlı canlı görme şerefine nail olamadım. Türkiye’deyken katılmak için bilet aldığım seminerde tanıştığım insanlar oldu. Hepsine bu dükkânı sordum. Hepsiyle gereksiz yere uzun uzun sohbetler gerçekleştirdim. En nihayetinde daracık bir sokakta kalan, dışarıdan görüntüsü fotoğraflardaki kadar cazip olmayan bir yerin adresini buldum. Kapı duvardı. İçeriye girememiştim. Yaşlı kadının ben gelene kadar ölmediğini düşünmek istiyorum. “Ya öldüyse?” diye sızlanıyorum kollarımı kendi bedenime dolarken. Ağlamamak için dudağımı ısırıyorum. Gözlerimin önünden ağır müziğin çaldığı ve o müziğe uyum sağlayacak hoşlukta bir kokunun yayıldığı cenaze görüntüleri geçiyor. “Öldüyse ne yapacağım ben? Hayat amacımı da kendisiyle beraber yakıp kül ettilerse ne yapacağım ben?” Üniversite sınavına çılgınlar gibi hazırlanamadığım o dönem geliyor aklıma tuhaf bir şekilde. Tercihlerime tıp bölümünü yazabilecek kadar yüksek bir puan yapmış olduğum gerçeğini öğrendiğimde gözlerimdeki çapakları silecek zamanım olmamıştı. Erkek kardeşlerim Arın ve Işık yatağımı aynı anda sallayarak beni tavana kadar zıplayacak raddeye getirmişlerdi. “Abla,” diye bağırıyorlardı hep bir ağızdan. “Kalkman lazım. Doktor oluyorsun.” Olamadım. Oturup saatlerce hayal ettiğim bir şey yoktu ama kendimi doktor önlüğüyle düşününce bile gülme isteğimi bastıramıyorum. Bir insanı delik deşik halde önümde tahayyül etmeye dayanamıyorum. İçeriye alabilir miyiz şu ince ve kalın bağırsakları falan? Gidip işletme bölümünü okumanın mantığını kimseye izah edemedim. Kendime de öyle. Numaralı gözlüklerimi takarak kütüphanede ders çalışıyormuş gibi yapmayı ama bu sırada fantastik bir kitabı önüme alarak soluksuz okumayı görev edinmiş gibiydim. Gözlerimi çizdirdiğimde ise bunu numarasız gözlüklerle yapmaya başlamıştım. Bazen okuduğum kitaplarla ilgili notlar çıkartıyordum ve bunu neden yaptığım hakkında hiçbir fikrim olmuyordu. Çalışkan kız imajı üzerime yapışmıştı. İlkokuldan beri o çok bilen öğrencilerden oldum. Ancak bildiği şeyleri sular seller gibi ezber yaparak öğrenenlerden olamadım. Bir konuyu derste dinlemem, merak edip bir kez araştırmam yetti. Tabii sonrasında bu biraz göze batmaya başladı. Ben de oturup ders çalışıyormuş gibi yapmayı bir çare gibi gördüm, çünkü arkadaşlarımdan ayrı görünmek istemiyordum. Bana farklı bir gözle bakıldığı düşüncesi üzerimde minik bir solucan gibi dolaşıp tüylerimi ürpertiyordu. “İnsanlardan hoşlanmıyorum,” diyorum yine kendi kendime. Elimdeki tüylü yelpazeyi karşımda bir canlı varmış gibi sallamayı ihmal etmiyorum. “Ben istediğimi yaparım tamam mı?” İçerideki eğlencenin dozunun arttığını açık eden sesler duyuyorum. Arkama dönüp bakmıyorum hiç. Beni buraya getiren insanlarla tekrar muhatap olacağımı da sanmıyorum. Lenard, benimle ilgileniyormuş gibi görünüyordu fakat hâlâ ortalıkla olmadığına göre o kadar ilgisini çekmemişim. Zaten ben de kendisine bayılmamıştım. Eğer o yaşlı kadının dükkânını bulmamda bana yardımcı olsaydı, en azından bir ipucu yakalayabilseydi onunla istediği yemeği yerdim. Kalbimi yumuşattığı için böyle bir randevuya çıkmayı hak ettiğine inanırdım. Lakin amaçlarını çözemediğim danslı, oyunlu, maskeli ve kostümlü partiye sırtımı çevirdiğimde bunu fark etmemişti bile. Umurumda olmaması bu gerçeği değiştirmiyor. Üzerimdeki korseli elbisenin sırtımdaki iplerini bulmaya çalışıyorum. Elimdeki pahalı şarap şişesini yüksek basamağa bıraktığımda o iplerden birini yakalayacağıma inanıyorum. “Neden olmuyor ya?” diye söylenirken kaşlarımı neye benzediğime aldırış etmeden çatıyorum. “Ayrıca gözümün üstünde bir şey mi var benim?” Tam göremediğimi düşünüyorum. Birisi kirpiklerimin ucuna perde takmış sanki. “Yoksa gözüm yine mi bozuldu? Cidden gözlükle hiç uğraşmak istemiyorum. Bazen unutup yüzümü onunla yıkamaya kalkıyorum. Sinir bozucu.” İplere ulaşamayan ellerimin üzerine bir gölgenin düştüğünü hissediyorum. Sırtıma yabancısı olduğum bir dokunuş değiyor. Başımı hızla çevirdiğimde o ellerin sahibini tam manasıyla göremeyişimin yanı sıra hayali zikzaklar çiziyor gözlerim. “Şşt,” diyorum daha çok kendime söylenir gibi. “Bakar mısınız?” Neye ve kime böyle bir kibarlık sergilediğimi bilmeden korsemin gevşediğini hissediyorum. Gözlerim bu sefer fal taşı gibi açılıyorlar. “Bağla onu rica edeceğim. Bağla tekrar. Hoş değil yaptığın.” “Sakin ol,” diye mırıldanıyor kısık sesiyle. “Seni büyük bir işkenceden kurtarıyorum.” Gökten başıma bir kova dolusu ayva düşmüş gibi sendeliyorum. Oturduğum yerde hem de. “Seni göremiyorum ki ben,” diyorum yüzümü buruşturarak. “Ama kemiklerim rahatladı. Bunu inkâr edemeyeceğim. Kalsın böyle. Sakın bağlama tekrar tamam mı?” Lenard peşimden gelmediği için üzülmüyorum ama eğer gelseydi otele dönmeme yardımcı olabilirdi. Şimdi bu kafayla günü nasıl kapatacağımı kestiremiyorum ve bazı şeyleri kestirememek benim için çok da alışıldık değil. Evet, hayal kurarken büyük boşluklara hapsoluyorum. Evet, hayal kurarken bir yerden sonra devamını getiremeyeceğimi hissedip yorgunlukla kendimi gerçeklerin üzerine bırakıyorum. Fakat bazı şeyleri yıllar önce kabul edilmiş formüller gibi mantığıma yatırmayı beceriyorum. Şu anda benden sıkıldığını belli ederek arkasına bakmadan kaçan mantığımdan bahsediyorum. Beni çoğu zaman sessiz kalarak ıssız hissettiren kalbimin insafına bıraktığı için dargınım kendisine. “Burada ne yapıyorsun?” Neredeyse varlığını unuttuğum sesin sahibi aramızdaki şarap şişesine kısa bir bakış atıyor. Onu tanıyor muyum acaba? Türkçe konuşuyor. Ben Fransa’da Türkçe konuşan birini tanımıyorum ki. Yoksa tanıyor muyum? Sanmıyorum. Bana yukarıdan bakmayı bıraktığında merdiven basamağına çöküyor. Üzerinde İngiliz edebiyatından bir sahnenin içine düşmüşüm gibi hissettirecek gömleği var. Beyaz, hafif kaygan bir kumaşa sahip ve bağrı fazlasıyla açık… Göğsündeki benleri, ince gümüş kolyesini ve hatta diğerinden daha kısa duran siyah kolyesini fark ediyorum. Kirpiklerim birbirleriyle yavaşça buluşurken altındaki siyah pantolonunu tamamlayan şeyin dizlerinin altına gelen çizmeleri olduğunu düşünüyorum. “Sen Shakespeare karakteri misin?” diyorum merakla bedenini incelemeyi sürdürerek. Yüzüne bakmadığım için gülüşünü göremiyorum ama homurtuyu andıran bir sesin dudaklarından döküldüğünü işitiyorum. “Ne olduğumu bilmiyorum,” diye kendi kendine itiraf eder gibi konuşuyor. O zaman bakışlarımı kıyafetlerini incelemekten alıp yüzüne çevirmeyi deniyorum. Önce boynuna taşan küçük benler görüş açımı bulandırıyor. Sanki birisi kalemi eline alıp orada nokta nokta izler bırakmış gibi duruyor ve bu anlaşılamayacak biçimde göze hoş görünüyor. Keskin bir çenesi, ucu hafifçe yukarıya bakan karakteristik burnu var. Yüzünü kirli bir sakal sarmış. Saçlarından bir tutamı alnına dökülmüş ve diğerlerinin de her an düşecekmiş gibi durması onu rahatsız etmiyor. Üst dudağını dişiyle kaşır gibi dişleyip bırakmasını seyrederken elimi aramızda duran şarap şişesine uzatıyorum. “Sen neden sarhoşsun?” “Bilmem,” diyorum uzatarak. “Canım öyle istemiştir. Belki de istememiştir.” Şişeyi dudaklarıma yaslayıp bir yudum daha almaya çalışıyorum. Küçük bir damla dudağımın kenarından sızıp çeneme akınca elimin tersiyle siliyorum. “Ben neyim sence?” Karşımdaki yabancının göz rengi balın en acı kıvamını anımsatıyor. Kirpiklerinin iç içe geçme haline bakıp omzumu silkiyorum. “Nasıl bir şeye benziyorum?” Saçlarımın arasına yapraklardan oluşmuş bir taç takmıştım. Ona baktığında hatırlıyorum. “Ophelia desem değilsin,” diyor dudak bükerek. “Juliet asla değilsin.” Görevi buymuş gibi düşünmeye başlamasına ve fikir yürütmesine karşılık başımı anlamsızca sağa sola sallıyorum. “Cordelia da değil zaten.” Bunu kendine söylemiş gibi parmağını çenesine götürüp kirli sakalını kaşıyor. “Shakespeare karakteri değilsin.” “Değilim,” diyorum kaşlarımı kaldırarak. “Benim ne olduğumu bulamazsın.” “Öyle mi?” “Evet,” derken iç geçiriyorum. “Ben de kendimin ne olduğunu bilmiyorum çünkü.” Küçük bir canavarla karşı karşıya kalmış gibi temkinli bir havanın içerisine giriyor adam. Acı bir balı andıran gözlerine parmağımı dokundurmak isteyişimle baş edemiyorum. Havalanan elimin parmaklarına aynı anda bakıyoruz. Daha sonra parmaklarımın hepsini indirip orta noktada buluşturuyorum. İşaret parmağım hariç. Onu adamın kirpiklerinin ucuna kadar getiriyorum. “Nereye varacaksın?” Ses tonu içimdeki kavgayı bir süreliğine unutturuyor. “Gözüme sokmazsın o parmağı umarım.” Genişçe gülümsüyorum. “Öyle yapmayı planlıyordum.” Tek kaşını kaldırarak, “Yapma derim ben,” diye mırıldanıyor. Bu sefer kıkırdıyorum. “Ama anlamam gerekiyor.” “Neyi?” “Gözlerindeki bal gerçekten acı mı yoksa değil mi?” Parmağımın ucu kirpiğine dokunuyor. Göz bebeğine varıp orada hasar bırakmadan bileğimi yakalıyor parmakları. Avucunun soğuk baskısı tenime değince suçlu bir çocuk gibi gülüşümü bastırıyorum. “Gözlerimdeki bal demek,” Başını aheste bir tavırla salladığında kulağındaki küçük küpesi dikkatimi çekiyor. “Zehirlidir o. Bence hiç dokunma.” Bileğimi onun parmaklarının arasından çekerken küstüğümü belli edercesine yüzümü asıyorum. Annem yabancı insanlarla bu denli muhatap olunmayacağını söylediğinde onlara küsülmeyeceğinin de altını çizmeliydi. Belki kulağıma küpe olurdu. Shakespeare karakteri olmayan bu adamın küpesi gibi mi? Şarap şişesini kucaklayıp eteğimin ucundaki tülle oynamaya koyuluyorum. Benim küpelerim daha güzel bir kere. Babam almıştı. Canım babam. Bana çok kızma, olur mu? “Hiç düşmedim mi aklına?” diye şarkı mırıldanmaya başladığımda sesimin nasıl olduğunu önemsemiyorum. Hafifçe iki yana sallanırken yüzüm çok fazla somurtmuşum gibi bundan vazgeçiyor. Dudaklarım iki yana kıvrılırken şarkının hüznünü hissettirememe kısmı zerre kadar ilgimi çekmiyor. “Hiç çalmadı mı o şarkı?” Aniden birilerinden cevap bekler gibi duraksıyorum. Gözümün birini biraz daha fazla kısarak önüme düşürdüğüm başımı yabancı adama çeviriyorum. “O sahil, o ev, o ada, o şahin de mi küs bana?” Adamın gözlerinin aklına bir fikir gelmiş gibi parlama halini seyrediyorum. Kirpiklerini birbirine yaklaştırdığında kenarları çekik olan gözlerinin tamamen kısılmasına yol açıyor. “Şahin olduğu konusunda emin misin?” Ona cevap vermeden devam ediyorum. “Sanırdım ki aşklar ancak,” Gözlerimi kapatıp kendimi tamamen rolüme kaptırıyorum. “Filmlerde böyle.” “Enteresan,” diye bir kez daha araya giriyor adam. “Şşt!” Onu uyarmak için kaşlarımı kaldırıp seslenirken de gözlerimi açmıyorum. “Sus da dinle.” Bu burnundan bir ses çıkartarak gülmesine sebep oluyor. “Ben hâlâ dolaşıyorum avare,” derken iki yana sallanıp sesimi yükseltiyorum. “Hani görsen enikonu divane.” Birden gözlerimi açıp ona diktiğimde yüzünde serserilik mertebesini taçlandıracak bir tebessüm görüyorum. Şarap şişesini bir mikrofon misali kavradığımda ortamıza uzatıp bana katılmasını bekliyorum. “Ne yaptıysam olmadı, ne çare? Unutamadım gitti.” Ondan ses seda çıkmıyor. Ben de devamını unuttuğumu ele vererek dudağımın köşesini dişlerimin arasına sıkıştırıp bırakıyorum. “Unuttum gitti.” Gülümsemem kıkırtılara, hemen ardından kahkahalara dönüştüğünde benleriyle galaksi battaniyesini andıran adamın yüzünde de geniş bir sırıtış meydana geliyor. Gözleri yapraktan yapılmış tacıma takıldığında onun yamulduğunu tahmin etmekte güçlük çekmiyorum. Parmaklarının ucu az evvel benim kendisine yaptığım gibi yüzüme seğirtiyor. Saçlarımın tepesine dokunmadan, “Benim gözlerim ballı değil,” diyorum bilmişlikle. “Ela. Bazı arkadaşlarım sarıya dönük olduğunu düşünüyor. Babam yeşile yakın olduğu konusunda ısrarcı.” Kaşları söylediğimde ciddi olup olmadığımı sorgularcasına havalanıyor. Onu dudaklarımı öne toparlayıp başımı abartıyla sallayarak onaylıyorum. “Ben babamı tutuyorum.” Taca dokunan parmak uçları işini layıkıyla yerine getiriyor. Gözlerimi havaya kaldırarak onun hareketini takip etmem hususunda direniyorum. “Şu anda sarıya daha yakın.” Sesini duyar duymaz havaya dikilmeye çalışan gözlerimi onun bakışlarıyla ortak noktada buluşturuyorum. “Babana söyleme ama sen bunu. Boş ver.” “Söylemem,” derken gülüyorum. “Tacım düzgün mü?” Parmakları saçımın dibinde baskı uyguluyor sanki. Göz kapaklarım ağırlaşıyor. “Artık düzgün,” diyor sakince. “Seni evine bırakacak birileri var mı?” “Benim burada evim yok.” Neredeyse dudak büküp sızlanmaya başlayacak gibi hissetme nedenimi çözemiyorum. İçkiyi fazla kaçırmanın bedelini ödeme şeklim bu mu acaba? Belki biraz mide bulantısı da tuz biber gibi ekilmiştir üzerine. Çok değil. Birazcık. “Otelde kalıyorum. Yabancılara ismini vermemem gereken bir otelde…” Sesimi alçaltırken dudağı yine hafifçe kıvrılıyor. Farklı bir yakışıklılığı olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. “Lenard beni bırakacaktı ama içeride deli gibi eğleniyordur şimdi. Nasıl olsa o kim olduğunu biliyor.” Sır verir gibi elimi ağzımın kenarına yaslayıp fısıldıyorum. “Bizim gibi değil yani.” Söylediklerim onun kulağına nasıl geliyor bilemiyorum ama yüzüne buraya oturduğundan beri en rahat ifadesinin yayıldığını görebiliyorum. Yaptığım göndermenin hoşuna gittiğini ortaya seriyor ve ben de bundan memnun kalarak avucumu gülümseyen dudaklarımın üzerine kapatıyorum. “Tamam,” derken benim gibi fısıldıyor gizemli karakterim. “Bizim gibi olmayan Lenard’ı eğlencesinden etmeyelim. Seni gideceğin yere ben bırakayım.” Elimi çekip düşünür gibi kaşlarımı çatıyorum. “Yabancısın ama sen.” “Bence içerideki herkesten daha az yabancıyım,” diye açıklıyor parmaklarını saçlarımdan uzaklaştırarak. “Şarkı söyledin az önce. Ben de dinledim.” Başını iki yana sallarken kendisine inanamıyormuş gibi davranması yüzümü aydınlatıyor. “Böyle şeyleri dinlemekte iyi değilim normalde. Bu gece de pek normal ilerlemiyor ama…” “İyi,” diye kestirip atıyorum. Şişeyi basamağa bırakır bırakmaz ayağa kalkmaya çalışıyorum. “Bırak madem.” Annem eğer şu anı hissediyorsa kalbinin neden bu kadar şiddetli sıkıştığını anlamakta zorlanıyordur. Ondan içten içe özür dilerken aniden kalktığımdan mütevellit dünyayı çift değil tam yirmi iki ayar görmeye başlıyorum. “Fransa Fransa olalı böyle sallanma görmemiştir.” Yabancının eli kolumu kavrayınca ona minicik bir tebessüm sunuyorum. “Atın nerede?” Artık dayanamıyor olacak ki benim masumane sorumu yanıtlayamadan kahkaha atıyor. Başını belli bir kavisle geriye yatırışını, boynunu, doğal olarak benlerini, gecenin en parlak halini anımsatan göğsünü sergiye çıkarır gibi benim gözlerimin önüne asıyor. Tablodan hallice. “Atımın olmadığını söylersem benimle gelmeyecek misin?” Harflere de bulaşmış gülüşünün tınısı. Konuştukça bana sirayet ediyor tuhaf neşesi. “Geleceğim,” diyorum omzumu silkerek. “Yine de şansımı denemek istedim.” Kolumu bırakmadan merdivenlerden inmeme yardımcı oluyor. Birlikte yürürken konuşmayı sürdürüyorum. “Atlı araban da mı yok?” “Yok,” diyor bunun için üzülürmüş gibi iç geçirerek. “Seni bu kılıkta bir taksiye bindireceğim için beni affetmeyeceksin belki de.” “Açıkçası etmeyebilirim.” Yine kıkırdıyorum. Gelip geçen taksilerden birini durdurup benim için kapıyı açıyor. Hiçbir şey söylemeden gitse şaşırmayacağımı hissediyorum. Üstelik bu hissiyatın neden içime yayıldığını da anlayamıyorum. Yabancı adam benim kafamın içindeki hengâmeden habersizce diğer kapıyı açıp yanımdaki boşluğa yerleşiyor. Bana otelin ismini sorduğunda hafızamı yoklamak adına birkaç saniye sessiz kalıyorum. Daha sonra dudaklarımı aralayıp taksiciye doğru otel adını söylüyorum. “Bir an hatırlayamayacağım diye korktum. Sokakta yatmak istemiyorum. Üşürüm. Hatta ölebilirim.” Gecenin, galaksiyi sırtlamış şeffaf örtünün üstüme kapandığını uzaklardan bir sesi dinler gibi usulca duyumsuyorum. Takside kısık sesle çalan parçayı bilmiyorum. Kulak vermeye de çalışmıyorum. Gözlerinin acı bir balı andırdığını keşfettiğim yabancıyla yaptığım yolculuğa dair hatırladığım son şey başımın koluna düşmesi oluyor. Acaba parmakları tekrar tacımı düzeltmek için harekete geçmiş midir?

editor-pick
Dreame-Editörün seçtikleri

bc

AŞKLA BERDEL

read
78.8K
bc

MARDİN KIZILI [+18]

read
518.8K
bc

Ne Olacak Halim (Türkçe)

read
14.3K
bc

ÇINAR AĞACI

read
5.7K
bc

HÜKÜM

read
222.8K
bc

PERİ MASALI

read
9.5K
bc

Siyah Ve Beyaz

read
2.9K

Uygulamayı indirmek için tara

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook