9. BÖLÜM *SEVMEK İÇİN GÜZELE MI BAKMALI?

3436 Kelimeler
''Görmek için göz gerekmez. Hissetmek için ten... İnanmak için kanıt, duymak için kulak gerekmez. Ben seni göremesem de; tüm duyularımı, hislerimi kaybetmiş olsam da. Sesini duymamam için sağır olmam bahanem değil. Seni duyuyorum. Seni görüyorum. Hissediyorum. İliklerime kadar işlemişsin. Sen her üzüldüğünde benim kemiklerimin sızlaması bu yüzden. Kanıta ihtiyacım yok. Sen varsın. Ben varım. Senin için atan kalbim var. Daha da bir şeye ihtiyacım yok benim.'' Yazdıklarıma bakarken istemsizce somurttum. Doğru düzgün aşkı bilmeyen ben aşkla ilgili şeyler karalamıştım. Aşk gerçekten de bu muydu? Sevdiğiniz zaman, aşık olduğunuzda bunları mı hissederdiniz? Sahip olduğumuz her şey yeni bir merkezde mi toplanırdı? Ya da evrenin odak noktası mı değişirdi? Yer çekimi dünyanın merkezine doğru değil de sevdiğimiz kişiye doğru mu olurdu? Bizi çeker miydi? Engeller kalkar mıydı? Kusurlar görülmez miydi? Aklıma sevdiğim bir şair olan Victor Hugo'nun dizeleri gelirken sayfada boş olan kısma tüm dizeleri yazmaya karar verdim. Kalemliğinden alıntı şiir ya da cümleleri yazarken kullandığım mavi kalemimi çıkarırken gülümsedim. Şiirin tamamı aklımdaydı. Lisedeyken İngilizce dersinde, - belki de en sevdiğim hocamdı Şenay Hoca lise yıllarımda - aldığım proje ödeviydi. '' Sevmek için güzele mi bakmalı, çirkin bir tende güzel bir ruh kalbi bağlayamaz mı? '' Bak işte bu cümle çok güzeldi. Biz genelde kitapları kapağına göre yargılayan insanlardık. Hiçbir zaman içeriğine bakmaz içinde barındırdığı güzellikleri değerlendirmezdik. Oysa kapağı güzel olsa bile içinde tek bir kelime harf bile olmayan bir kitapla karşılaşabilirdik. İnsanlarda böyleydi işte. Dış görünüşü o kadar önemsedik ki ruhunu görmeyi unuttuk. İyi bir karaktere mi sahip, nelerden hoşlanır, neleri sever iyi bir insan mı? En basiti. Ne kadar güzel olursa olsun ya da yakışıklı içinde güzelliğe veya iyiliğe ait hiçbir şey barındırmayan insanlar var etrafımızda. Dış görünüşüyle yargıladığımız, sevmediğimiz, hor gördüğümüz insanlar ise güzel bir ruhun sahibi olabiliyorlar bazen. Bu kadar basit aslında her şey. Eğer biz karşımızdaki kişi ile oturup muhabbet etmedikçe, onun karakterini tanımak için çaba harcamadıkça her zaman bu gerçeğe kör kalacağız. Gerçek gözümüzün önünde olsa bile toplumsal norm ve dayatmaların bizi yönlendirmesi yüzünden asla bir insanı tanımak için çaba harcamayacağız. Her şey çok basit aslında. Birini tanımak birinin iyi bir ruha sahip olup olmadığını anlamak basit ve kısa bir muhabbetten geçiyor. Nelerden hoşlanırsın, bu hayattaki amacın ne, aslında nasıl hissediyorsun gibi sorular muhabbetin mihenk taşları olabilir. Ama birini gerçekten tanımak istiyorsanız size değil de başkalarına nasıl davrandığına dikkat edersiniz. Onunla bir lokantaya gidersiniz ya da kafeye fark etmez, oradaki çalışanlar nasıl davrandığını izlersiniz. Bunun gibi bir sürü örnek verilebilir. Duruma göre her şey değişir. Bazen bilerek bir hata yaparsınız onun tepkisini görmek için. Çünkü bana göre insanlar sinirlendiği ya da telaşlandığı zaman genelde gerçek yüzlerini gösterirler. İşin başka bir boyutu daha var. Özlenen yanındayken, hicran duyulamaz mı? Duyulur elbette neden duyulmasın ki? Bazen öyle durumlar oluyor ki yanımızdaki kişi onu sevdiğimizden onu özlediğimizden habersiz olabiliyor. Nedense bana bu mısra platonik aşkı çağrıştırıyor ama tam olarak da platonik aşk değil burada anlatılmak istenen. Bir yoğun bakım servisinde uyanmasını beklediğiniz elini bir saniye olsun bile bırakmadığınız birini de özleyebilirsiniz. Onun gülüşünü, ufak sakarlıklarını, kahkahalarını, öfkelenişini, her şeyini özleyebilirsiniz. Bir de şöyle bir durum var ağlamak için illa ki gözlerden yaş akmasına gerek yok. Karşımızdaki endişelenmesin bizim iyi olduğumuzu sansın diye gülerken ağlamak da var aslında. Burada demek istediğim gülümseyişimizin ardına sakladığımız gözyaşları var. Herkes bizim iyi bir ruh halinde, mutlu, tasasız olduğumuzu düşünürken bile aslında biz acılar içinde kalmış, ruhumuz ızdırap içinde kavrulurken, kalbimiz kan ağlasa da dışarıya her zaman bunu yansıtmayabiliyoruz. Gözyaşlarımızı gülümseme maskesinin arkasına saklıyoruz. Hani bazen bir satırı defalarca okursunuz ama bir türlü o satırdan ayrılamazsınız ya, takılıp kalmışsınızdır oraya. Bu içinde bulunduğunuz keşmekeşin sizi prangalara vurup durduruşudur aslında. Basit gelebilir önemsiz gözükebilir biri gelir gözünüz önünde parmak şıklatır silkelenip kendinize gelirsiniz. " Dalmışım. " Der geçiştirirsiniz. Halbuki yine bir şeyleri saklarsınız. Kimse anlamak istemez bazıları görmek istemez. Gülümseyişinizin arkasındaki acıyı, hüznü, kederi birçoğu önemsemez bile. Ağlamıyorsunuz ya, gözünüzden o yaş akmıyor ya insanlar her şey yolunda sanıyor. Aradan birkaç şanslı kişi de çıkıyor tabi. Sizi gerçekten tanıyan, gözlerinize baktığında hislerinizi kendi duygularıymış gibi hisseden ve sizi gönülden seven. Gözlerle konuşmak deyiminin beden bulmuş haline dönüşünüz kişiden bahsediyorum. Ben öyle birine sahibim Kübra. O benim bu hayattaki en büyük şansım. Bazen bir şeyleri anlatmak istemesem, hani sırf onu endişelendirmemek için Kübra gözlerime baktığı o kısacık anda bir şeyler sakladığımı anlıyor. Ve sonra bir muhabbet başlıyor gözler arasında. Neyin var, neden bu haldesin, niçin bana anlatmıyorsun gibisinden sessiz soru bombardımanına maruz kalıyorum. Benim gülümseyişimin arkasındaki gözyaşlarını görebiliyor Kübra. Dediğim gibi Kübra benim bu hayattaki en büyük şansım. Şiirin dizelerinden birkaçının üstünü fosforlu kalemimle çizerken akşam her bir dize için küçük paragraflar yazmam gerektiğini aklıma not ettim. Öyle güzel kurulmuştu ki cümleler! Birçok anlamı içinde barındırırken herkes tarafından algılanışı da değişiyordu. Bu yüzdendir şiirleri sevmem. Bazı şarkılarda takılı kalmam. Ya da bazı satırları tekrar tekrar okumam. Bir sayfada dakikalarca kaldığım bir sürü kitap olmuştu hayatımda. ''Yanınız boş mu?'' Duyduğum cümle ile daldığım düşüncelerden çıkıp sağıma döndüğümde bana gülümseyerek bakan bir genç gördüm. Sınıfta gözlerimi gezdirip başka boş yer var mı diye baktığımda her yerin dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlıkla tekrar gence döndüğümde kafamla onayladım. ''Tabi.'' Çantamı sıradan alıp yere, ayaklarımın yanına koyarken sınıfın bu kadar kalabalık olması beni şaşırtmıştı. Masadaki defterimi kapatıp kalemlerimi toplarken aklıma dünkü derslerim geliyordu. Taş çatlasa 10-15 kişi vardı girdiğim her sınıfta. ''Alttan mı alıyorsun dersi?'' ''Hımm?'' Yanımdaki gence anlamayarak döndüğümde bana alaycı bir bakış attı. ''Benim bu dersi alttan ikinci kez alışım da. Aslında sınıfın yarısından fazlası da öyle.'' Dedikleriyle kafamı tekrar sınıfa çevirdiğimde gerildim. Çok mu zor bir dersti? Çantamı tekrar alırken gerginlikle genci cevapladım. ''Hayır, ilk yılım. Neden bu kadar çok kalan var?'' Çantamdan not defterimi çıkartıp şu an bulunduğum dersi kontrol ettim. Sabah okula geldiğimde dersin adına bakmayıp sadece hangi sınıfta olduğuma bakmıştım. 'İngilizce' Gördüğüm şeyle tekrar çocuğa baktım. İngilizce benim sevdiğim derslerden biriydi. Temel Şan ya da Solfej gibi hiç bilmediğim bir ders olsa korkardım ama bu İngilizce idi. Ki onların da eğitimini kısa da olsa almıştım. ''Dersler ilerledikçe anlarsın. Birinci yılımda devamsızlıktan, ikinci yılımda da ata olduğum için gözüne battığımdan. Ne yap, et bu yıl dersi geçmeye bak. Ata olursan geçme şansın benim gibi eksilere yaklaşır. Ata ne demek diye sorursan şöyle açıklayayım: İlk senesinde sınıfta kalıp bir sonraki sene alt sınıflar ile birlikte dersi alanlara denir. Onlardan olma derim.'' ''Günaydın arkadaşlar!'' Hoca sınıfa girdiğinde alışkanlıktan yerimden kalkmaya yeltensem de sonradan vazgeçtim. Üniversite burası Nehir! ''Günaydın hocam!'' Öğrenciler hep bir ağızdan cevap verirken kürsüsüne ilerleyen hocada gezdirdim gözlerimi. Bir yerlerden tanıdık gelirken; siyah deriden dosya çantasını masanın üstüne bıraktı. Uzun boylu ve tahminen otuzlu yaşlarının başındaydı. Gür saçlarını geriye doğru taramıştı ama saçları sabit durmadığından birkaç tutam alnına düşmüştü. ''Eee? Tatiliniz nasıl geçti? Atalara soruyorum bunu.'' Elini masasına koyup tüm yükünü sağ ayağına verirken sınıftan kıkırdamalar yükseldi. ''Hocam nasıl olsun, işte bol bol ders çalıştık. Kimilerimiz İngilizce kurslarına gitti, kimilerimiz yaz kamplarına katıldı. Peki ya sizin? Bu yaz kaç tane ülke gezdiniz?'' Üst sınıflardan tahmin ettiğim bir kız konuştuğundan sınıf alkışlayarak onu tebrik etti. Hoca gülümseyip yerinde dikleşirken sınıfta ilerlemeye başladı. ''Bu sene maalesef pek bir yere gidemedim. Neyse, konumuza dönelim. Hoş geldiniz çömezler. Tanışmaya başlayalım, benim adım Faruk Ketenci. Sizden kendinizi birkaç cümleyle de olsa İngilizce olarak tanıtmanızı istiyorum. Bundan sonraki derslere hazırlık olarak. Bu demek oluyor ki derslerde hep İngilizce konuşacağız!'' Eliyle pencere tarafında kalan ön sırayı gösterdiğinde gerildim. Ben de pencere tarafında oturuyordum ama en arkada. Bu da sıranın bana çabuk geleceği anlamına geliyordu. Telaşla not defterimi açıp kendimi tanıtmak için İngilizce cümleler kurmaya başladım heyecandan unuturum diyerek. My name is Nehir Mira BÜYÜKYILDIZ. I'm 18 years old. Bu kadar mı? Gerçekten mi Nehir? Şenay Hocanın sana verdiği emeklere yazık be! Beynimi ne kadar zorlasam da heyecandan, telaştan aklıma bir şey gelmiyordu ki! Ne yapacaktım ben? ''Hey, senin adın ne?'' Koluma yediğim dirsekle kafamı kaldırıp önce yanımdaki gence ardından kaşı ve gözüyle işaret ettiği kişiye baktım. İngilizce olarak sorulan sorunun muhatabı ben miydim? '' Ben mi? '' Kendimi göstererek ve İngilizce olarak sorduğum soru üzerine kafasını olumlu anlamda salladı Faruk Hoca. '' Benim adım Nehir.'' diye cevapladığımda Faruk Hoca gülümsedi. '' Nerelisin Nehir? Nereden geldin?'' Faruk Hocanın sorduğu başka bir soru ile hızla zihnimden gramere uygun olarak cevabı oluşturdum. '' Geldiğim şehir Akhisar. Belki siz Akhisar'ı bilmiyorsunuzdur ama büyük ihtimalle Manisa ya da İzmir'i biliyorsunuzdur. Çünkü bu şehirler Akhisar'a çok yakın. '' Verdiğim cevabın gramer olarak doğru olup olmadığını merak ederken Faruk Hocanın gülümsemesi ve ardından verdiği cevap ve soru ile ben de gülümsedim. '' Evet, haklısın. Ben bu şehri bilmiyorum ama İzmir nerede biliyorum. Birçok kere gittim, sanırım yol üzerindeydi. Oradan geçmiş olabilirim. Sonraki soru! Kaç yaşındasın? Bu çok basit! '' Faruk Hocanın sorduğu soru ile dudaklarımı büzüp kafamı yana eğdim düşünüyormuş gibi yaparak. '' Bence ben bu soruyu cevaplayabilirim. Yani evet. Cevaplayabilirim. '' Dediklerime gülen Faruk Hocayla bende gülümsedim. '' 18 yaşındayım, değil mi? Yani öyleyim. Kesin bilgi. '' Faruk Hoca son dediklerim ile kocaman gülümsediğinde ve ardından dedikleri ile benim yüzümdeki gülümseme de büyüdü. '' Senden hoşlandım, gerçekten. Çok iyisin. Umarım benim sınıfımda başarılı bir öğrenci olursun. Benim dersimden geçmek kolay değildir. Umarım başarılı olur ve geçersin. '' Öyle bir '' Ben de umarım '' dedim ki, diyaloğumuzu anlayanlar da gülmeye başladı Faruk Hocayla birlikte. Hoca kafasıyla bana selam verdiğinde bende hafifçe kafamı eğdim. Rahatlamıştım. Gülümseyerek yanımdaki gencin konuşmaya başlamasını izledim hocanın sorularıyla. Boşuna gerilmiştim o kadar. Büyük ihtimalle hoca hakkında önyargılara kapıldığım, bir de kendime güvensizliğim yüzünden telaşa kapılmıştım. Hem Faruk Hoca, o kadar da sert birine benzemiyordu. Dersi de sevdiğime göre kolaylıkla bu dersi geçebilirdim. Boşuna galeyana kapılmıştım. Tanışma faslı bittiğinde ders içeriğini kısaca anlatmış ve bu dönem hangi konulara değineceğimizden bahsetmişti. Onu izlerken onu bir yerlerden tanıdığım hissi gitgide büyüyordu içimde. ''Pekala arkadaşlar, bugünlük bu kadar yeter. Bir dahaki dersimize kadar sizden istediklerimi temin edin. Dediklerim olmadan dersime her geldiğinizde final notunuzdan beş puan; tekrar ediyorum her seferinden beş puan kıracağım. Finale elli puan üzerinden girdiğinize ve kırk beş alamazsanız kaldığınıza göre...'' Cümlenin devamını getirmeyip ellerini birbirine vurdu. ''Neyse, siz beni anlamışsınızdır. Anlamadıysanız da atalarınız anlatır. Bir dahaki ders görüşürüz.'' Gülümseyip kürsünün üstündeki çantasını aldı ve sınıftan ayrıldı Faruk Hoca. Not defterimi ve karalama defterimi koymak için çantamı yerden aldığımda yanımdaki gencin konuşmaya başlamasıyla ona döndüm işime ara verip. ''Bir daha ki ders de yanında otursam olur mu? Belki bir şeyler kaparım senden?'' Gülümseyerek sorduğu soru üzerine bir süre sessizce düşündüm. O, ne de olsa bu dersi üç yıldır alıyordu. Faruk Hocanın sınav sistemini de biliyor olmalıydı. Ondan bir şeyler ben de kapabilirdim. Karşılıklı çıkar, en sevdiğim. ''Tabi, neden olmasın.'' Kafamı sallayarak verdiğim cevap üzerine yüzündeki gülümseme büyüdü. Çantamın içine eşyalarımı koymaya tekrar başlarken; o da kendi çantasını toplamaya başladı. Bu sene anlaşılan bu dersi gerçekten geçmek istiyordu. Adını söylemişti ama unutmuştum. Pek de önemli değildi aslında. Bir sonraki derste öğrenirdim nasıl olsa. ''Bir dahaki ders görüşürüz o zaman. Kendine dikkat et!'' Kalkıp, sıralar arasında ilerlerken dönüp bana el salladı. ''Sende.'' Diye onu kısaca cevaplayıp telefonumu çıkardım çantamdan. Bugün Barış'ın dersi öğleden sonraydı. Benim bugün, biri sabah biri öğleden sonra olmak üzere iki dersim vardı; aradaki zaman farkı ne yapacağımı kara kara düşünmeme sebep olmaya başlarken somurttum. Çantamı alıp yerimden kalkarken sınıfın boş olmasından yararlanarak kıyafetlerimi düzelttim. Üstümde siyah ve bol sade bir tişört; altına da kot pantolon giymiştim. Saçlarımı gevşek bir şekilde balıksırtı örmüştüm ve kurtulan birkaç tutam sinirlerimi bozuyordu. Bugün gözümün etrafındaki morluğu kapatmak için fondöten sürmek zorunda kalmıştım ama dudağım için yapacak pek bir şeyim yoktu. Zaten pek de önemsemezdim yaralarımı. Tekvandoya giderken de yaralı bir şekilde birçok kez okula gitmek zorunda kalmıştım. Alışmıştım artık. Çantamı sırtıma takıp sınıftan ayrılırken öğle arasına kadar ne yapacağıma kapıdan çıkar çıkmaz karar vermiştim. Dün geceki gencin sınıfımın karşısındaki amfiye girdiğini gördüğümde donakalmıştım. Dün gece Barış ile konuştuklarımız aklıma gelirken, bir de dersim olmadığını hesaba kattığımda onun dersine girmeye karar verdim. Gencin girdiği amfi bu binanın amfilerinden en küçük olanıydı. Sabah erken geldiğim için sınıfları tek tek gezmiştim merakla. Bu amfiye açılan iki kapı vardı. Arka kapıya ulaşmak için eğimi artan koridorda hızla ilerledim. Genç ön kapıdan girmişti ve ben de o kapıdan girersem beni görebilirdi. Kapıyı açıp içeri girdiğimde öğrencilerin çoğunun aşağılarda oturduğunu gördüm. Tahtaya en yakın olan sıralara oturmuşlardı. Arka kapıdan girdiğim için kimse beni fark etmemişti. Genci gözlerimle aradığımda tahtaya yakın ama bir o kadar da insanlardan uzak bir yere oturmuş olduğunu gördüm. Beni fark etmemesi için onun bakış açısından uzak bir yere geçip oturdum ve onu izlemeye başladım. Masanın üstünde açık olan deftere bir şeyler karalıyordu. Kulağında yine kül rengi kulaklığı vardı ve gözlüklerini takmıştı. Üstünde ona bol gelen oduncu gömleği vardı siyah beyaz renklerde. Önü açıktı gömleğinin duruş şeklinden anladığım kadarıyla. Dünkü giyim tarzından hareketle gömleğinin içine siyah, düz bir atlet ya da tişört giydiğini tahmin ediyordum. Oturduğum açıdan yüzünün sadece sol profilini görebiliyordum. Onunla konuşmak istiyordum. Ona bir özür borçlu olduğumu düşünüyordum. Onun kişisel alanına izinsiz girmiştim. Ortada bir yanlış anlaşılma vardı ve ben bunu düzeltmek istiyordum. Kendime İstanbul'a geldiğim gün verdiğim sözü tutmak istiyordum. Arkadaş edinecektim ve bu niye o olmayacaktı ki? Aramızdaki yanlış anlaşılmayı düzelttiğimde arkadaş olabilirdik belki. Clark Kent'e benzeyen biri sınıfa girdiğinde öğrencilerin susup yerlerine oturması; izlediğim gencin de kulaklığını ve gözlüğünü çıkarıp oturuşunu dikleştirmesi üzerine Clark Kent'in hocaları olduğunu anladım. Elindeki bilgisayar çantasını önde oturan öğrencilerin masasının üstüne koyup öğrenciye bir şeyler mırıldandı. Asistanı mıydı acaba? Tahtanın tam önündeki kürsüye yaklaşıp, bize doğru dönerek ellerini önünde birleştirdi ve gülümseyerek öğrencilerde gözlerini gezdirdi. Yerimde iyice büzüşürken beni de öğrencilerinden biri sanmasını umdum. Evren lütfen! ''Bugün nasılsınız bakalım arkadaşlar?'' Gülümseyerek sorduğu soru üzerine her kafadan ayrı ses çıkınca Kent'in yüzündeki gülümseme büyüdü. ''Hocam, diğer hocalardan derse gelmeyenler var hala!'' ''Bizim bölümün bu hali ne o hocam? Dekanımız bizi hiç umursamıyor!'' ''Adaletsiz bir eğitim sistemi var hocam! Kast sistemi var okulumuzda resmen.'' Herkes kendi düşüncelerini birbirlerinden bağımsız söylerken yüzümü buruşturdum. Hem birbirlerini dinlemiyorlardı hem de gürültü oluşturuyorlardı. Bu rahatsız ediciydi. ''Anlaşılan dünkü konuştuklarım sizi cesaretlendirmiş ama bunun sırası şu an değil. Kendinizi ifade etmeniz güzel. Buna sevindim ama şimdi dersimize dönelim. Herkes eskiz defterlerini ve yumuşak uçlu kalemlerini çıkarsın bakalım. Bugün karakalem çalışması yapalım diyorum.'' Hocanın dedikleriyle sınıfın bir kısmı heyecanla alkışlayınca gözlerimi gence çevirdim. Güzel Sanatlarda okuyordu demek. Hocanın dedikleriyle kafasını eğip önündeki defterden boş bir sayfa açtı. Demek karalama sandığım şey aslında onun sanatıydı ha? ''En arkada oturan arkadaşım! Adın ne senin?'' Çocukla gözlerimiz birden birleşince hızla kafamı çevirdim ve tüm sınıfın bana baktığını gördüm. Yanaklarım yanmaya başlarken utançla olduğum yerde yok olup gitmek istedim. Evren? Neden herkes bana bakıyordu? ''Bu sınıftan değilsin değil mi?'' Hocanın benimle konuştuğunu anladığımda titrek bir nefes çektim ciğerlerime ve kafamı olumlu anlamda salladım. Ben şimdi ne yapacaktım? Ya beni sınıftan kovarsa? Gencin önünde bir kez daha rezil olursam ne yapardım? Bir daha yüzüne bakamazdım. Köşe bucak kaçacak delik arardım. ''Peki, misafir bir öğrencimiz var arkadaşlar! Adını öğrenebilir miyim?'' Hocanın yumuşak sesiyle gözlerimi kırpıştırdım ağlamamak için. Neden hep kendimi rezil ediyordum ki? Neden gelmiştim ki buraya? Evren derdin neydi senin benimle? ''Nehir, hocam.'' Sesim titrerken hocanın gülümsemesiyle cenin pozisyonu alıp ağlamak istiyordum. Gençten tarafa bakamıyordum ama bana baktığını hissedebiliyordum. Herkes bana bakıyordu! ''Benim adım da Bülent, Görsel Sanatlar öğretim üyesiyim. Nehir, bölümün ne senin?'' ''Müzik,'' Sesimdeki titremenin gitmiş olduğunu fark edip derin bir nefes aldım. Sınıfın hala ilgi odağıydım. En azından bugün kekelememiştim. Bu da bir gelişmeydi, değil mi? Bülent Hoca gülümsemesini hiç bozmadan kürsünün arkasında bulunan sandalyeyi alıp tam sınıfın ortasına koydu. ''Demek müzik ha? İleride seçeceğin Anasanat dalını merak ediyorum. Peki, ne tür müzikler seversin?'' Sınıfın ortasındaki sandalyeye otururken bu işkencenin daha ne kadar süreceğini merak ediyordum. Konuşmak istemiyordum ama zorundaydım çünkü suçüstü yakalanmıştım. ''Bütün müzik türlerini severim hocam.'' Kaçamak verdiğim cevap üzerine gözlüklerini çıkardı ve giydiği ceketin cebindeki mendille gözlüklerinin camlarını sildi. Gülümsemesi yüzünden bir saniye bile silinmezken ben uzaylıların beni buradan kaçırma ihtimallerini hesaplıyordum ki bu sıfırdı. Olacağı varsa bile evren buna izin vermezdi. ''Biz birazdan derse başlayacağız ve bunu bugün müzik eşliğinde yapmak istiyorum Nehir. Hatta bundan sonra da. Dersin var mı öğlene kadar. Bilmiyorsan öğrenci işlerini arayabilirim.'' Beni köşeye sıkıştırırken şaşkınlıktan kaşlarım havalanmıştı. Eğer yalan söylersem bunu öğrenci işlerinden öğrenirdi ve bu benim için hiç iyi olmazdı. ''Yok hocam.'' Mırıldanma şeklinde çıkan sesimle Bülent Hocanın yüzündeki gülümseme daha da büyüdü. ''Güzel. Gel şimdi yanıma.'' Hocanın sandalyeden kalkıp dedikleri üzerine şaşkınlığım ve utancım iki kat daha artmıştı. Yerimden, sabahları yatağımdan nasıl ayrılıyorsam o şekilde isteksizce ayrılırken çantamı da yanıma almayı ihmal etmedim. Basamakları inerken gencin tarafına bakma isteğimi bastırmaya çalışıyordum. Bülent Hoca az önce çantasını koymuş olduğu masadaki bilgisayarı alıp kürsüye koydu ve ardından eliyle bilgisayarını gösterdi. Asistanı çantasında çıkarmış olmalıydı. ''Bizim için bir şarkı seçmeni istiyorum Nehir. Zevkine güveniyorum. Bundan sonra salı günleri olan bu dersime senin de katılmanı istiyorum. Hazırlıklı gel.'' Bülent Hocanın dediklerini duyuyordum ama ne tepki vereceğimi bilmiyordum. Başıma bela almakta Kübra'yı geçmiştim. Körle yatan şaşı kalkıyordu. Üzüm üzüme baka baka kararıyordu. ''Peki hocam. Nasıl bir şarkı olsun?'' Çantamı kürsünün yanına koyduktan sonra kafamı kaldırıp bilgisayardan açılmış olan müzik sitesine baktım. ''Hareketli olmasın, karakalem çalışacağız.'' Kafamı olumlu anlamda sallayıp zihnimi zorladım. Aklıma gelen seçenekleri hızla tararken; bir şeyler yazarken sürekli dinlediğim bir şarkıyı klavyedeki tuşlara aktardım ve şarkıyı başlattım. ''The White Buffalo'dan Ballad of A Dead Man'' Şarkı başladığında gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Gözlerimi açıp sınıftakilerin tepkilerini merak ederek bakışlarımı dolaştırdım. Herkes sessiz bir şekilde şarkıyı dinliyordu. Bu beni nedensiz bir şekilde mutlu ederken Bülent Hoca'nın birden sandalyeyi kaldırıp indirmesiyle çıkan sesle herkes ürktü. Ben korkudan yerimde sıçramıştım o ayrı bir meseleydi tabi. ''Şarkıyı beğendiğimize göre artık derse geçebiliriz değil mi? Nehir, bu sandalyeye oturup şarkı bittiğinde başka bir şarkı açmanı istiyorum senden. Senin görevin bu tamam mı?'' Kafamı heyecanla aşağı yukarı sallarken sandalyeyi aldım ve kürsünün arkasına koydum. Sandalyeye oturup sıradaki şarkıyı arama motoruna girdim. Sıradaki şarkı Feist'ten ''Bittersweet Melodies'' idi. Şu an en sevdiğim işi yapıyordum ve bunu fark etmemle yüzümdeki gülümseme büyüdü. Dudağımdaki yaram hemen kendini hissettirirken gülümsememi bastırmaya çalıştım ve kirpiklerimin arasından sınıfta göz gezdirdim. Bülent Hoca tek tek öğrencilerinin yanına gidiyor ve onlarla sessiz bir şekilde konuşuyordu. Onlara defterleri üzerinde bir şeyler gösteriyor, anlayıp anlamadıklarını onlara soruyordu. Gözlerim gençte dururken kalemini ısırmış bir şekilde Bülent Hocaya baktığını gördüm. Sıra ona geliyordu ve yüzündeki ifadeden gerildiğini anlayabiliyordum. Koyu renk gözlerini kısmış, elini iki de bir çevirerek kalemini ısırıyordu. Kalemini dişlerinin arasından çıkarıp masanın üstüne bıraktı ve elinin tersini anlına sürttü. Terlemiş miydi? Sınıf serin sayılırdı aslında. Birden gözlerini bana çevirince donup kaldım. Demiştim ya hareket eden bir cisim gördüğümde donup kalıyordum diye. Dün ve bugün de, ne zaman göz göze gelsek birkaç saniye de olsa bedenime beynim tarafından komut verilmiyordu. Gözlerini hızla kaçıran o olurken önündeki defteri karıştırmaya başladı. Bülent Hoca ona ulaştığında defterini hocaya fırlatırcasına uzattı. Ne olduğunu anlamaya çalışarak boş bakışlarla onlara bakıyordum. Ne oluyordu? Bu çocuğun davranışları niçin bana bu kadar tuhaf geliyordu? Bülent Hoca gülümseyerek defteri alıp, artık o sayfada ne varsa, hayran hayran deftere baktı. Bir şeyler söyledi ama duymam imkansızdı. ''Şey, şarkı bitti. Başka şarkı açar mısın?'' Ön sıralardan bir kızın bana seslenmesiyle kafamı utanarak hızla salladım ve seçtiğim bir diğer şarkıyı açtım. Dik dik hocayla öğrencisini izliyordum resmen. 'Another Love'ı açmıştım şimdi de Tom Odell'den. Otomatik çalmayı akıl ettiğimde kendi kendime kızdım. Jetonum köşeliydi ve paraşütle iniyordu anlaşılan. Şarkı tüm sınıfta yankılanırken bakışlarımı tekrar gence sabitledim. Bülent Hoca yanından ayrılmıştı ve o, elleriyle şakaklarına masaj yapıyordu gözleri kapalı bir şekilde. Gerilmişti. Onda bir şey vardı ve benim bunu öğrenmem gerekiyordu. Sadece merak ediyordum. Onu merak ediyordum. Bir de, onunla aramızda olan yanlış anlaşılmayı düzeltmek istiyordum. Arkadaş bile olabilirdik belki. Sadece onunla konuşmak için cesaretimi toplamam gerekiyordu o kadar. Bunu yapabilirdim. Özür dileyerek başlayacaktım konuşmaya, sonrası çorap söküğü gibi gelirdi. Dün gece neden öyle bir tepki verdiğini öğrenebilirdim. Ya da bugün. Davranışlarının altında yatan sebebi çok merak ediyordum. Ben merakıma hep yenik düşerdim. İradesi pek güçlü bir insan değildim ki ben. İradem dışı ona çekilecektim bunu biliyordum. Bu yüzden, saçma sapan bir şekilde davranıp onu kaçıracağıma; mantığımla hareket edip onunla arkadaş olmayı deneyebilirdim. Lene Marlin'den 'My Love' çalmaya başlarken genç gözlerini açıp bakışlarını bana odakladı. Ben zaten ona bakıyordum. Ellerini şakaklarından çekip masanın üstünde birleştirdiğinde bile bakışlarını gözlerimden ayırmadı. Yine hareketsiz ve nefessiz kalmıştım. Kalbimin atışı nefessizliğimden gitgide artarken; onun, sağ gözünden bir damla yaş süzüldü dudaklarına. Beynim o anda işlevini kaybedip o gözyaşıyla can verirken sol gözünden bir tanesi daha intihar etti. Boğazıma görünmez eller sarılıp yutkunmama engel olurken kalbim kulaklarımda atmaya başladı. Ellerini sıkıyordu. Acı çekiyordu. Ağlıyordu. Sessizce ağlıyordu. Aramızda çok mesafe vardı, bakışlarındaki ifadeyi çözebilmem mümkün değildi. Gözlerimi kaçırdım. Daha fazla şahit olamazdım acısına. Gözlerimin önünde ağlamasına daha fazla dayanamazdım. Gözlerim yanıyordu. Ciğerlerim yanıyordu. Titrek bir nefesi ciğerlerime çektiğimde kıpkırmızı olmuş suratımla çantamı yerden aldım ve bir öğrencisiyle ilgilenen Bülent Hocanın yanına gittim. ''Hocam, izninizle çıkabilir miyim?'' Sesim boğuk çıkarken Bülent Hoca gözlerini yüzümde gezdirdi. ''Elbette, Salı günü gel ama olur mu?'' Dedikleri üzerine sadece kafamı sallayabildim ve sınıfı terk ettim düşen gözyaşımı kimse görmeden.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE