Nihayet bitmişti. Ne anlattıklarını bile anlamadığı toplantı son bulmuş, Alparslan da özgürlüğüne kavuşmuştu. Toplantıyı dinleyememe sebebi tabi ki kurt bakışlım diyen güzel gülüşlü kadındı. Sesi hala kulağından gitmiyordu. Böyle güzel gülen bir kadının uluorta gülmesi tehlikeliydi. Kendisi gibi etkilenenler olabilir ve umutsuz bir aşkın pençesine düşebilirdi. Alparslan aşık olmamıştı. Hoşlanmıştı, beğenmişti, bir çekim hissetmişti ve bir ömür bu gülüşü duyarak yaşama hissiyle dolup taşmıştı ama aşık değildi.
Mesela güne böyle bir gülüşle başlasa bütün günü güzel geçerdi. Çocuklarının böyle güzel gülen bir annesi olsa hepsi muhteşem çocukluklar geçirirdi. Yaşlandığında, şöyle bir geçmişe dönüp baktığında, ömrünü böyle güzel gülen bir kadınla geçirse mesela en azından boşa yaşamamış olabilirdi. Bir ömür bu kadını güldürmek için yaşayabilirdi. Ama aşık değildi. Aşıktı belki de. Sonuçta aşık olmak için bir yaşanmışlık gerekmiyordu. Bir gri bakış, bir kulağı şenlendiren gülüş ya da geri zekâlı bir şaka yeterdi aşık olmak için. Hayır, aşık değildi.
Peki bu güzel gülüşlü kadını nasıl bulacaktı? En son “fuara yetişmeliyim,” dediğini duymuştu. Yakınlarda büyük organizasyonlu bir kitap fuarı olduğunu biliyordu, sıkı bir okurdu. Arabada bir yazar olabileceği üzerine sesli düşünmüştü. Belki de fanı olduğu yazara imza için giden bir okurdu.
Tomris bulurdu kim olduğunu.
Asistanı Müge nasılsa not almış olurdu. Biraz da ona güvenerek keyifle kalktı masadan. Odasına gidip biraz çizim yapacak sonra da eve dönecekti. Uyumaya ihtiyacı vardı. Ardından koşturan ve yapması gerekenleri sıralayan Müge ile odasına girdi. Masasına varana kadar bıdı bıdı konuştu Müge. İki tane topuz yaptığı saçları çok komik görünüyordu, Alparslan bir beyefendi olduğu için gülmedi. Sandalyesine kuruldu ve bilgisayarını açtı. Yapması gereken görüşmeler için gerekli kişilerle iletişime geçmesini ve onlara randevu vermesini ileterek ardına yaslandı. Bir bardak açık çay ve yanına simit falan alması için Gazanfer’e mesaj attı. Gazanfer bu tür işleriyle ilgilenen adamıydı.
“Acaba bugün ne fuarı var? Ben yazar olarak düşündüm ama ya peynir fuarıysa? Teknolojiyle ilgili olsa bilirdim. E o zaman? Kitap fuarı olabilir mi?”
Müge ardında Gazanfer’le girdi. Gazanfer elindeki kağıt torbaları masaya bıraktı.
“Başka bir isteğin var mı abi?”
“Bugün hangi fuarlar var bir öğren bakalım. Büyükçekmece de olanlara bir bak önce. Yakın çevreden başla aramaya.”
“Tamam abi. Hadi eyvallah kız.” Son söylediğini gülerek Müge’ye söylemişti.
“Efendim toplantıları organize ettim. Uçak üretimi bölümünden mühendislerle bir toplantımız var önce. Öğle yemeğini insan kaynaklarıyla yiyeceksiniz, öğleden sonrasını ise CFO ile bir toplantı yapılacak, Türkan hanım da katılacak. Yarım saat sonra mühendislerle toplantı için buluşacaksınız ama öncesinde yeni çıkacak arabanın iç aksamının üretimi tamamlanmış onların fotoğraflarını göndereceğim. Bakmak isterseniz.”
“Sen at fotoğrafları. Ben yarın fabrikaya gideceğim zaten.”
“Tamamdır efendim.” Bu arada çaycı Hüsnüye elinde çay tepsisiyle geldi. Bu kadını seviyordu. Fazlasıyla anaçtı. Kumarbaz ve alkolik eşinden boşandıktan sonra başvurmuştu Kurt’a. Kadınlara istihdam sağlama fonundan yararlanmış ve yine Kurt’un çalışanlarına daha rahat bir ortam sağlayabilmek için inşa ettiği sitelerden birinde yaşayamaya başlamıştı.
Nihayet kendiyle baş başa kaldığında ardına yaslandı ve bir on saniye gözlerini kapadı. Gelen poğaça, peynir zeytin gibi kahvaltılıklardan oluşan tepsiyi önüne çekerek kendine yaklaştırdı. Çayından bir yudum aldı ve dere otlu poğaçasını yerken telefonunu çıkarttı. Daha sosyal medyaya girdiği ilk anda karşısına İstanbul’da bir kitap fuarı reklamı düştü.
“Dinliyorsun bari bu kadar belli etme geri zekâlı elma.” Demek kitapları seviyordu. Bir ortak nokta daha. “Kahve seviyor, kitap okuyor ve güzel gülüyor.” Sırıttığının farkında değildi. “Acaba hangi tarz seviyor? Aşk romanları okuyorsa benim de onunla muhabbet edebilmek için bir kaç tane okumam iyi olur bence.” Elini yanağına yasladı. Niye bu kadar düşünüyordu bu kadını? Bir süre telefona baktı. Kahvaltısını bitirdiğinde bütün kırıntıları ve poşetleri bir kağıt peçete yardımıyla tabağına toplayarak temizledi. Bir çay daha söylese iyi olacaktı.
ฅ^•ﻌ•^ฅ
Esra bitmişti. Esra ölmüştü. Esra’nın nefes alacak dermanı yoktu. Esra’nın kolu kanadı beli kırılmıştı. Esra esrarlı bir sona kavuşmuş, hayranlarının sevgi selinde fan zehirlenmesi yaşayarak arabasında baygın bulunmuştu.
Bütün yorgunluğuna rağmen geçti direksiyonun başına. Tam dokuz yüz kişiye imza vermişti ve sağ kolu adeta felç olmuştu. Dokuz yüz tane insanla uğraşmış beyni kapsama alanı dışındaydı. Yeni kitabının müjdesini vermişti, yayın evinin istediği olmuştu. Kurgusunu kendisinin bile bilmediği kitabı üzerine saatler gibi gelen bir soru cevap yapmıştı ve olacağını söylediği hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Gece uyumadığı gündüz dinlenmediği ve akşam olduğu halde tek lokma yemediği için bayılacakmış gibi hissediyordu. Annesinin yolladığı para hala hesabına yatmamıştı taksiye binemiyordu. Gün içinde hatırladığı tek şey okurlarına yaptığı son konuşmaydı.
“Ben tabi bir sürü şey anlatıyorum şu an şu olacak bu bitecek diye ama kitabı okurken hiçbirini görmeye bilirsiniz. Kitap yazmak biraz da okyanusta açılmaya benziyor. Ne yöne gideceğinizi belirleyen pusula her an şaşabiliyor. Bir fırtına çıkıp her şeyi alt üst edebiliyor, alabora olabiliyorsunuz. Yazarken ben değil, kurgu karakterler ve içimde yaşadığım hisler karar veriyor her şeye. Ben sırf öyle olsun diye kendimi zorladığım ilk anda tıkanıyorum ve üstüne bir cümle bile yazamıyorum.”
Kendini taktir ediyordu doğrusu. Sıçıp batırabileceği bir günü gayet başarıyla atlattığı yetmezmiş gibi bir de gelecekte sıçıp batırma ihtimalini yok etmişti. “Helal kız sana!” sevinçle direksiyona vurduğu anda sarsıldı. Gelen birkaç güm pat sesiyle öne doğru gitti geldi. Belki emniyet kemeri takılı olmasa camdan dışarı uçar mıydı? Sanmıyordu, o kadar hızlı gitmiyordu. Sadece başını direksiyona vurabilirdi.
Ne olduğuna anlamak için baktığında kaza yaptığını fark etti. Kendi arabasından dumanlar yükseliyordu. Siyah montlu bir adamın çarptığı arabadan indiğini gördü. Uzun ince bacakları kendisine doğru geliyordu. Yağsız bacaklar erkeklere verilmiş bir velinimetti. Boyu ne kadarsa artık bak bak kafasına ulaşamamıştı. Adam canıma vurduğunda başı koltuğa yaslandı. Gözleri kapanmaya başlamıştı. Başını vurmamıştı.
Arabasına çarpılan kişi Alparslan’dı. Telefonda dedesiyle konuşuyordu. Arabanın içinde yankılanan sert ve kalın ses torununa tapıyordu adeta.
“Akşam yemeğe bize gel aslanım.”
“Kurdum ben dede aslan değilim,” diye dalga geçtiğinde sert mizaçlı dedesi de gülmeye başlamıştı. Torunları içinde en çok Tomris’i severdi ancak Alparslan’ın yeri de bir başkaydı. Bir kere en büyük erkek torunuydu. Şimdilik kabul etmese de elbet yerini ona bırakacaktı. Üstelik genç adam kendi başına iş kurmuş ve dünyaya adını duyurmuştu. Herkesin hayranlıkla bahsettiği Elon Musk’la kapışıyordu. Alparslan dedesini kırmazdı. Dedesi her zaman onu destekler, sevgiyle yaklaşır ve babasına karşı savunurdu. Gidecekti tabi ki ama cevabını söyleyemedi. Kırmızı ışıkta durduğunda başta ne olduğunu anlamamış, ardından yükselen dumanları görünce hızla inmişti. Kendi arabası çizilmemişti bile ama diğer arabanın ön tamponu gitmişti doğrusu. Araba diye teneke satıyorlardı insanlara. Cama yaklaştığında kadının bayıldığını gördü. Beyin sarsıntısı geçiriyor olabilirdi. Yakınlarda kendi hastaneleri vardı. Oradan bir ambulans gelmesi için baş hekimi olan halasını aradı.
Aşk tesadüfleri seviyordu.