Bölüm 2: Sessizliğin Hançeri
Zaman, Berivan'ın üzerinde bir toz bulutu gibi birikiyor, her geçen gün onu biraz daha solduruyor, rüzgârda savrulacak bir yaprak haline getiriyordu. Tufan'ın yokluğu, artık sadece bir özlem değil, onun kişiliğine sinmiş, onu tanımlayan bir damga gibiydi. "Tufan'ın karısı" değil, "Terk edilmiş Berivan" veya daha acımasız bir fısıltıyla, "Dul mu ne? Belli değil," olmuştu. Köydeki her bakış, her fısıldaş, onun sırtında bir kamçıydı. Bakkalın önünde sıra beklerken omuzuna dokunan soğuk bir el, kahveden geçerken aniden kesilen sohbetler, çeşme başında su dolduran kadınların, onu görünce bir duvar örer gibi birbirine yaklaşması... Her biri, Tufan'sız geçen bir günün daha ağır yükünü omuzlarına yüklüyordu.
Ve bu kamçıyı en acımasız, en sürekli kullanan, hiç şüphesiz kaynanası, Tufan'ın annesi Gülizar Ana'ydı.
Gülizar Ana, köyün dişi ağaçlarındandı; gövdesi kalın, gölgesi geniş, ama içinde şefkat değil, töre denen keskin bir baltayı taşırdı. Oğlunun gitmesini, ilk günlerde kaderin bir sillesi olarak karşılamış, hatta bir anne yüreğiyle onun acısını da paylaşmıştı. Ama aylar geçip de Tufan'dan bir haber çıkmayınca, oğlunun "kaçmış" olma ihtimali zihninde büyüdükçe, hissettiği utanç ve öfke de o oranda büyümüştü. Kendi evladının, bir kadın yüzünden yuvasını, ocağını terk edebileceği düşüncesi, onun için en aşağılayıcı ihanetti. Ve bu öfkenin hedefi, doğal olarak, oğlunu evde tutamayan, onun gönlünü kazanamayıp bağlayamayan, "yuvanın tılsımını" becerememiş olan gelini oldu.
Bir perşembeyi cumaya bağlayan gece, yağmur ince ince, ısrarla yağıyordu. Damlaların çamurlu toprağa düşüşünü, tavandaki bir çatlakta biriken suyun kararsız damlalar halinde teneke leğene düşüşünü dinliyordu Berivan. Pencerenin kenarında, yağmurun camlarda bıraktığı izleri seyrediyor, her biri için iç geçiriyordu. Her bir çizgi, Tufan'sız geçen bir günü, her bir buğulanma, ona dair silinmeye yüz tutmuş bir anıyı hatırlatıyordu. Elleri, kucağındaki boşluğu okşuyor, orada bir zamanlar uyuyan kocasının sıcaklığını arıyordu. Bulamayınca, bedeni biraz daha küçülüyor, ruhu biraz daha kararıyordu.
Kapı, habersizce, bir öfke fırtınası gibi açıldı. Gülizar Ana, yüzünde bir fırtına bulutu, elinde bir bohça ile içeri daldı. Yaşlı kadının bakışları, Berivan'ı baştan aşağı süzdü, o narin bedeniyle sanki kendi oğlunun yokluğunun ağırlığını taşıyamayacakmış gibi küçümser bir ifadeyle. Islanmış eteğinin paçalarından süzülen çamur suları, temiz toprak zemine karanlık izler bırakıyordu.
"Bakıyorum da, keyfine keyif katmışsın yine," diye gürledi sesi, odanın sessizliğini yırtarcasına, yağmurun ritmini bile bastırarak. "Pencerenin kenarında oturup ah vah etmekle mi geçecek ömür? Gören de sanır ki, kocasının ardından dünyaları yıkmışsın. Yüzün soluk, bakışların mahzun! Sanki dünyada kocası gurbete düşmüş tek kadın senmişsin gibi!"
Berivan, yerinden bile kıpırdayamadı. Sessizce, gözlerini Gülizar Ana'ya çevirdi. O bakışta, bir yalvarış, bir çaresizlik, derin bir kuyunun dibinden yansıyan bir ışık hüzmesi vardı. Dudakları titredi, kelimeler boğazında düğümlendi, töre denen görünmez duvara toslamadan önce.
"Ana... Ben..." diye fısıldayabildi zar zor, sesi odanın ağır havasında eriyip giden bir duman gibiydi.
"Ben deme!" diye kesti sözünü Gülizar Ana, elindeki bohçayı masanın üstüne bir yargıç tokmağı gibi vururcasına bırakırken. "Ben diye diye, oğlumu evinden, yuvasından ettin! Senin o çekingen, sünepe halin, o hep aşağı bakışların yetmedi galiba Tufan'ın ciğerine. Erkek dediğin, evinde huzur ister. Evinde ateş ister, sıcaklık ister! Sen ne verdin ona? Soğuk bir yastık, sessiz bir oda ve yemeklerde bile konuşulmayan bir sofradan başka? O sofralarda senin sessizliğin, bir suçlu gibi oturuşun, onun yüreğine karanlık gölgeler düşürdü. Ciğerini söküp attın sessizliğinle!"
Her kelime, Berivan'ın yüreğine saplanan bir bıçak gibiydi. İçinden, "Ama o da konuşmuyordu, o da uzaklardaydı hep. Gözleri hep dağlardaydı, bense sadece onun gözlerinde bir iz, bir işaret arıyordum," diye haykırmak geliyordu ama sesi, boğazında bir yumak gibi düğümleniyor, törenin ağır zincirleriyle vücuduna prangalanıyordu. Töre, kaynanaya karşı gelmeye, hele ki böyle bir suçlamaya cevap vermeye asla izin vermezdi. İtiraz, daha büyük bir günah, daha derin bir ayıptı.
"On beş gün," diye sürdürdü Gülizar Ana, sesi daha da keskinleşerek, her heceyi bir ok gibi fırlatarak. "Bir erkeği, on beş günde bağlayamadın sımsıkı. Onu bu eve, bu ocağa çivileyemedin. Belki de geceleri, soğuk yatağında yanına bile sokulmadın ki, kaçacak yer aradı! Utanmadın mı, sıkılmadın mı kocandan? Onun ısıtmasını bekledin, oysa sen onu ısıtmalıydın! Dağların dondurucu soğuğunu, senin yatağının soğukluğuna tercih etti! Bunu düşün, Bunu düşün de, yüzün kızarır belki!"
Berivan'ın yanaklarından, bu sefer Tufan'a duyduğu özlemden değil, bu ağır, bu haksız ithamların yarattığı eziklikten, aşağılanmışlıktan yaşlar süzülmeye başladı. Sessizce ağlıyor, gözyaşlarını silmeye bile cesaret edemiyordu. Sildiği takdirde, kaynanasının "İşte, bak! Yine zayıflık gösteriyor!" diye çıkışacağını biliyordu. Yaşlar, çenesine, oradan da koyu renk eteğinin üzerine damlıyor, kumaşta karanlık lekeler oluşturuyordu.
"Bak Volkan'ın Dilan'ına!" diye örnek verdi Gülizar Ana, iğneyi iyice batırarak, zehrini en acıtıcı noktadan enjekte ederek. "Onların evinden kahkahalar eksik olmaz. Dilan, kocasının gönlünü öyle bir hoş etmiş ki, Volkan evine koşa koşa gelir. Yemeğini, sohbetini, gülüşünü bekler. Güler yüzünü, tatlı dilini bekler. Senin evinde ne vardı? Bir sürü soru işareti ve bir yığın sessizlik! Tufan, belki de o sessizlikten kaçtı. Senin o bitmek bilmeyen suskunluğundan, odanın içine çöken ağır havadan usandı da gitti. Senin yanında soluk alamadı belki de!"
Bu karşılaştırma, Berivan için son darbeydi. Volkan ve Dilan'ın mutluluğu, köyde herkesin dilindeydi. Dilan'ın kahkahasının, Volkan'ın ona bakan gözlerindeki aşkın herkes farkındaydı. Onların aşkı, kendi evindeki buz gibi havayı, Tufan'ın uzak bakışlarını, kendi çekingen sessizliğini daha da belirgin, daha da kabul edilemez hale getiriyordu. Acaba Gülizar Ana haklı mıydı? Tufan'ı evde tutamadığı, onu mutlu edemediği, ona Dilan gibi içten bir kahkaha, sıcak bir dokunuş veremediği için mi gitmişti? Belki de onu sevmemiş, sadece ailelerin zoraki isteğiyle evlenmişti ve ilk fırsatta, o ilk kavşakta, dağların yolunu seçerek kaçmıştı. Bu düşünce, onu en çok yaralayan, en zehirli oktı. Sevilmemiş olmak, terk edilmiş olmaktan daha acı verici bir olasılıktı.
Gülizar Ana, bohçayı sert bir hareketle açtı. İçinden Tufan'ın eski, soluk, dirseklerinde yamalar olan, üzerinde küçük, sarı bir zeytinyağı lekesi bulunan bir gömleği çıktı. Gömlek, onun varlığının, bu evde bir zamanlar var olduğunun somut bir kanıtı gibiydi. "Al," dedi, sesi biraz daha yumuşamış gibiydi, ama bu yumuşama, bir celladın infazdan önceki sözleri gibi, daha da inciticiydi. "Bunu dik, tamir et. Belki elinin değdiği bir şeyi yaparken, bir kadının aslında ne işe yaradığını, kocasının gömleğini onarırken kendi yüreğindeki yarıkları da dikmeyi öğrenirsin. Kocasının gömleğini dikmek, onun yokluğunda ağlayıp sızlanmaktan, kendine acımaktan daha hayırlıdır. İğne iplik al da, hem onu hem de kendi kaderini dikmeye başla."
Bohçayı Berivan'ın kucağına, hâlâ sıcak olan kucağına, bir mezar taşı gibi bıraktı ve döndü, kapıyı çarparak, odadaki acı ve suçluluk havasını bir kasırga gibi dalgalandırarak çıktı. Ardında, yağmurun inatçı ve monoton sesine karışan, içli, boğuk bir hıçkırıktan başka bir şey bırakmadı.
Berivan, Tufan'ın gömleğini avuçlarında sımsıkı tuttu. Kumaş, onun terinin, tütününün, toprağının kokusunu çoktan yitirmişti. Ama üzerindeki o küçük leke, bir yırtık, onun varlığının, bu dünyada yürümüş, nefes almış olduğunun son, somut kanıtı gibiydi. Gülizar Ana'nın sözleri, kafasının içinde bir yankı gibi çınlıyor, büyüyor, çarpıyordu: "Bağlayamadın... Soğuk yatak... Sessizlik... On beş gün... Usandı da gitti..."
Kendini suçlamaya başladı. Evet, belki de çok sessizdi. Belki daha lezzetli yemekler yapmalı, daha çok gülümsemeli, onunla konuşmaya, dağlarla olan gizli savaşında onun yanında olduğunu göstermeye cesaret etmeliydi. Belki de o son gece, "Gitme," demeli, onun ayaklarına kapanmalı, yalvarmalıydı. Belki de sevgisini, bir kadının göstermesi gerektiği gibi, Dilan'ın yaptığı gibi, açıkça, cesurca gösterememişti. Belki de onun sevgisini hak etmemişti. Bu düşünceler, Gülizar Ana'nın hançerlerinden daha keskindi, daha derine işliyordu, çünkü bu kez onu yaralayan, kendi iç sesi, kendi yetersizlik hissiydi.
O gece, yastığına gözyaşlarıyla değil, bu kemirici, aşındırıcı suçluluk duygusuyla ıslandı. Tufan'ın gittiği, kaybolduğu o engebeli dağ yolu artık sadece bir belirsizlik ve korku değil, aynı zamanda onun yetersizliğinin, "kadınlıkta" beceriksizliğinin, sevilmeye layık olmayışının karanlık bir simgesi haline gelmişti. Bekleyiş, bir işkenceden daha karmaşık, daha sinsi bir şeye dönüşmüştü: Kendi değersizliğiyle, başarısızlığıyla yüzleşme sınavı. Ve bu sınavda, kaynanasının acımasız sözleri, en sert, en adil olmayan, en tarafsız yargıcı olmuştu. Artık sadece Tufan'ın dönüşünü değil, aynı zamanda belki de asla sahip olamayacağı bir affın, bir onaylanmanın, "Yeterli bir kadın olduğun"a dair bir işaretin de hayalini kuruyordu. Köyün derin, ağır sessizliği, artık sadece Tufan'ın yokluğunu değil, Gülizar Ana'nın sürekli tekrarlanan suçlamalarını da taşıyordu ve Berivan, bu suçlamaların en ağır yükünü tek başına, o daracık, yağmur izleriyle kaplı pencerenin önünde, avuçlarında kocasının kokusuz gömleğiyle, sessizce taşıyordu. Bekleyiş, bir cezaya dönüşmüştü ve en acı tarafı, bu cezayı hak ettiğine inanmaya başlamasıydı.