3.Bölüm

1334 Kelimeler
Bölüm 3: Toprağa Düşen Haber ve Yürekte Açılan Mezar Gülizar Ana'nın zehirli sözlerinin üzerinden bir hafta geçmiş, her saat, her dakika, Berivan'ın ruhunda yeni bir yarık açmıştı. O geceden sonra Tufan'ın odasına, ona ait her şeye dokunmak ihanet gibi gelmişti. Ama dayanamamış, en sonunda onun bıraktığı o lacivert gömleği bulmuştu. Kol altında küçük bir yırtık vardı. Bir anne gibi, bir eş gibi, bir sevgili gibi, her dikişte kendi yüreğindeki yarıkları dikmeye çalışmıştı. İğne, kumaşa batıp çıktıkça, "Keşke..." diye başlayan cümleler kuruyor, sonra onları tamamlayacak gücü kendinde bulamıyordu. Pencereden, onun gittiği o uğursuz dağların silüetine bakarken artık sadece özlem duymuyor; kendini, korkaklığını, 'keşke'lerini, 'acaba'larını, o bir türlü dilinin ucundan çıkaramadığı sözleri bir bir sayıklıyordu. Kendi iç sesi, Gülizar Ana'nınkinden daha acımasız bir yargıç kesilmişti. Gün, alacakaranlıkla yüzünü yıkayıp da köyün üzerine, her akşam olduğu gibi, hüzünlü bir sükunet çöktüğünde, uzaktan gelen bir araba motorunun homurtusu kimseyi tedirgin etmemişti. Köye gelen giden, tozlu yolda bir iz bırakıp giden arabalar olağandı. Ama bu seferki farklıydı. Ses, aceleci ve ağırdı. Araba, köyün kalbine, kahvenin önüne doğru yöneldi. Toz bulutunun içinden, kapısında solmuş bir resmi amblem olan, toprak rengine bürünmüş, hırpalanmış bir cip çıktı. Aracın her bir çiziği, uzak ve tehlikeli bir diyardan gelmişçesine hikayeler anlatıyordu. Meydandaki hayat, bir an için dondu. Kahvede okey taşlarının şakırtısı, tavlanın zarların atılışı kesildi. Çeşme başındaki kadınlar, testilerini yarı yolda bırakıp, elleri bellerinde, endişeli gözlerle çevresini sardı arabanın. İçinden, yüzleri asık, üniformalarının üzerinde toz, çamur ve ter lekeleri olan, yorgunluktan gözlerinin altı morarmış iki asker indi. Yanlarında, köyün muhtarı vardı. Muhtarın yüzü, bir habercinin taşıdığı tüm ağırlığı, tüm kederi, tüm çaresizliği taşıyordu; bir çarşaf gibi solgun, çizgileri derinleşmişti. Bakışları, anında, tepedeki evlerden birine, taştan, haşin, Gülizar Ana'nın evine çevrildi. Bu bakış, bir bıçak gibi saplanmıştı oraya. İçlerinden bir şey, tam o anda, Berivan'ın yüreğini bir buz kıskacı gibi sıktı. Pencerede, elinde diktiği o lacivert gömlek, nefesini tutmuş, aşağıyı izliyordu. Askerlerin duruşundaki resmi hüzün, muhtarın o ağır, sürüklenir gibi atılan adımları, her şeyi anlatıyordu. Zihni, "Hayır," dese de, kalbi çoktan parçalanmıştı. Haber, bir kor gibi beynine düştü: Tufan. Ayağının ucuna bile basamadan, kapıya doğru sürüklendi. Vücudu, bir sıvı gümüş kadar ağır, bir tüy kadar boşluktaydı. Bacakları pamuk gibiydi. Sokakta, herkes aynı yöne, bir sel gibi Gülizar Ana'nın evine doğru akıyordu. Fısıltılar, bir yaprak hışırtısı gibi yayılıyor, her kulağa çarpıp daha da güçlenerek geri dönüyordu: "Askerler... Şehit haberi mi?... Tufan... Tufan... Gülizar'ın oğlu..." Berivan, kalabalığın kenarında, bir gölge, bir hayalet gibi süzülerek evin avlusuna girdi. Taş kapı ardına kadar açıktı, içeri bir ölüm sessizliği hakimdi. Sonra, birden, içeriden Gülizar Ana'nın, bir canavarın içini yırtarcasına çıkan, tek heceli, hayvani, inançsız bir çığlığı yükseldi. "Yok! Olamaz! YALAN! OĞLUMU GETİRİN BANA!" Berivan'ın ayakları, o çığlığın gücüyle yerden kesilmiş gibiydi. İçeri daldı. Oturma odasında, Gülizar Ana, yerde, kollarını iki askerin ayaklarına dolamış, saçları dağılmış, yüzü gözyaşı ve çamurla bulanmış, gözleri kan çanağına dönmüş bir haldeydi. Muhtar, elinde resmi, mühürlü, katlanmış bir kâğıt, çaresizce, bir çocuk gibi bekliyordu. Diğer asker, yüzünü bir acı maskesi gibi örtmüş, duvardaki bir çatlağı izliyordu. "Ana..." diye inledi Berivan, sesi bir rüzgar fısıltısı kadar güçsüz, boğuk. Gülizar Ana, başını çevirdi. Gözlerindeki çılgın acı, anında saf, katıksız bir öfkeye, öfke ise bir zehirli ok gibi Berivan'a yönelen bir suçlamaya dönüştü. İşaret parmağı, bir hançer gibi Berivan'ın yüreğine nişan aldı. "Sen!" diye gürledi, sesi hıçkırıklarla boğulmuş, parçalanmış. "Senin yüzünden! Onu evinden, anasından soğuttun! O lanet dağlara senin yüzünden sığındı! Şimdi de... Şimdi de..." Cümlesini tamamlayamadı. Yüzüstü, soğuk, tozlu zemine kapaklandı, titreyen bedenini kaskatı, ağlayamayan bir şok kapladı. Askerlerden biri, genç olanı, muhtara bir şeyler fısıldadı. Muhtar, ağır adımlarla Berivan'a döndü. Yüzünde, bir erkeğin, bir insanın taşıyamayacağı kadar büyük bir acı vardı. "Berivan... Kızım..." diye söze başladı, her kelimeyi bir dağı kaldırır gibi zorlukla seçerek. "Tufan... Tufan'ın birliğine bir pusu düzenlenmiş. Haber geç ulaşmış. Çok şiddetli bir çatışma çıkmış. O... O..." Duraksadı, boğazını hıçkırık yumruğu gibi tıkayan bir şeyi yutkundu. "Vatan sağ olsun. Şehit oldu. Allah'tan rahmet, geride kalanlara sabır diliyoruz." Dünya, Berivan'ın etrafında hızla dönmeye, renkler solup siyah-beyaza dönmeye başladı. Sesler, uzaklaşıp gelen bir uğultuya dönüştü. Ama içgüdüsü, bu korkunç resimde eksik bir parça olduğunu haykırıyordu. Her şehit haberiyle birlikte, bir tabut, bir kefen, bir cenaze töreni, toprağa verilecek bir vücut, bir vedanın somutlaşmış hali gelirdi. Burada ise sadece bir kâğıt ve iki yabancı yüz vardı. "Na... Naaşı?" diye zorlayabildi kelimeleri Berivan, dudakları, yüzü uyuşmuş gibi. Yaşlı asker, gözlerini ondan, utangaç ve suçlu bir ifadeyle kaçırdı. Pencereden dışarı, o uğursuz dağlara baktı. "Kızım..." diye başladı, sesi kısık ve yorgun. "Orada... çok şiddetli bir patlama olmuş. Bir mayın... ya da el yapımı bir bomba... Her şey... her şey toza dönmüş. Onu... Onu bulamadık. Getiremedik. O dağların bağrında kaldı işte. Oradaki şehitliğe defnettik diyelim. Ruhu şad olsun." Ceset yoktu. Bu iki kelime, Gülizar Ana'nın tüm çığlıklarından, tüm suçlamalarından, tüm nefretinden daha yıkıcı oldu. Bir mezar bile yok. Tufan, sadece bu dünyadan değil, ölümden sonraki dünyadan, hatıraların bile taşlaşıp ziyaret edilebileceği o somut bağdan da silinip gitmişti. Ona son bir kez sarılamayacak, alnını öpemeyecek, soğumuş elini tutamayacak, toprağını avuç avuç, son bir temasla mezarına serpiştiremeyecekti. Ruhu, o lanetli dağlarda, bir duman bulutuyla, bir toz zerreciğiyle savrulup gitmişti. Geriye, sadece bir 'haber' kalmıştı. Soyut, elle tutulmaz, acımasız, insafsız bir haber. Gülizar Ana, askerin sözleriyle yeniden canlandı, adeta şoktan bu korkunç gerçekle uyandı. Yerden bir canavar gibi fırladı. "Yok mu? Naaşı yok mu?" diye bağırdı, sesi çatallanıp parçalanıyordu. "Ben oğlumu gömerken ağlayamayacak mıyım? Onun mezar taşını her gün okşayamayacak mıyım? Üzerine su dökemeyecek miyim? Siz onu bırakıp mı geldiniz? O ıssız dağlarda, kargaların, kurtların ortasında tek başına mı bıraktınız oğlumu?" Asker, çaresizce, ezilmiş bir halde başını salladı. "Ana, orası... teknik olarak... ulaşılamaz bir bölge. Sınır ötesi. Çok riskli. Daha fazla kayıp vermemek için... vazgeçtik." "Vazgeçtiniz!" diye haykırdı Gülizar Ana ve bu sefer öfkesi, karanlık, yıkıcı bir çığ gibi sadece ve sadece Berivan'ın üzerine yöneldi. İşaret parmağıyla onu göstererek, "Duyuyor musun sen, gavur kızı? Senin yüzünden kaçtığı o dağlar, onun etini, kemiğini, tenini, gözlerini bile yuttu! Bana oğlumdan bir kemik, bir avuç kanlı toprak, bir parça bile bırakmadın! Sen onu yaşarken bu eve, bu ocağa bağlayamadın, ölümünde bile onu toprağa vermeme, bir mezar taşı dikip hıçkıra hıçkıra ağlamama izin yok! Lanet olsun o gün ki bu eve, ocağıma adımını attın! Sen bir uğursuzsun! Senin yüzünden oğlum vatansız, mezarsız biz onsuz kaldık!" Berivan, oracıkta, kapının eşiğinde, bir kukla gibi ipi kesilmişcesine çöktü. Gülizar Ana'nın sözleri artık onu kesmiyor, delip geçiyor, içinden bir hiç uğultusuyla çıkıp gidiyordu. Çünkü içinde hissettiği boşluk, her türlü fiziksel acının, her türlü hakaretin ötesindeydi. Tufan gitmişti. Hem de öyle bir gitmişti ki, onu arayıp bulmak, bir mezarda huzur bulmak, ölümün bile sağlayabileceği o nihai kesinlik bile imkansızdı. Bekleyiş, artık bir ceza değil, sonsuz, dipsiz, karanlık bir hiçliğe dönüşmüştü. O gece, kimsenin görmediği, kimsenin duymadığı bir gölge gibi eve döndü. Tufan'ın o lacivert gömleğini aldı, yüzüne gözlerine sürdü, derin derin kokusunu içine çekmeye çalıştı. Ama kumaşta artık onun terinin, teninin, kolonyasının kokusu yoktu. Sadece kendi gözyaşlarının tuzlu kokusu ve evin, toprağın nemli, ağır kokusu vardı. Pencereden, Tufan'ın gittiği ve geri dönmediği o engebeli, keskin, karanlık dağların silüetine baktı. Artık orada sadece sevdiği adamın hayaleti yoktu. Onun bedeni de, bir toz zerreciği, bir duman bulutu gibi, o kayalıklara, o toprağa karışmış, kimsesiz ve sahipsiz kalmıştı. Gülizar Ana haklı mıydı? Belki. Ama artık bunun bir önemi, bir anlamı kalmamıştı. Suçluluk, özlem, pişmanlık ve çaresizlik, bir alev topu olmuş, içindeki her şeyi yakıp kül etmiş, geriye sadece soğuk bir kül yığını bırakmıştı. Tufan'ın yokluğu, somut, yürekte ağır bir yara iken, şimdi bu "mevcudiyetsiz yokluk", bu "mezarsız ölüm" onu tamamen, ruhunun en derinlerine kadar tüketmişti. Sabah olduğunda, Berivan hala pencerenin önünde, avuçlarında o kokusuz, anlamsız gömlekle, taşlaşmış gibi oturuyordu. Ama gözlerinde artık yaş yoktu. Yanakları kuruydu. İçinde, o dağlardan daha soğuk, bombaların yarattığı kraterlerden daha derin, dipsiz, ses getirmeyen bir sessizlik vardı. Tufan ölmüştü, ama onun için yas tutacak bir mezar, sarılacak bir taş, dökülecek bir toprak bile yoktu. Geriye kalan, sadece Gülizar Ana'nın hiç bitmeyen, hiç dinmeyen lanetleri ve kendi, mezarsız, sonsuz, anlamsız bekleyişiydi. Bu sefer dönüş yoktu. Sadece, bir hançer gibi kalbine saplanmış ve sonsuza kadar orada, onunla birlikte ölümü bekleyen sessizlik vardı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE