İKİ KURBAN,BİR NİKAH
“Kimse beni dinlemedi. Çünkü sözüm, barış kadar değerli değildi.”
Doğu’nun dağları kadar sertti Dara’nın bakışları. O sabah, babasının çadırına çağrıldığında içi zaten bir uğursuzlukla dolmuştu. Halil Ağa’nın sesi, her zamankinden daha kuru ve buyurgandı:
“Hazırlan bu akşam istemen var .”
Dara başta anlamadı. Sonra bir sessizlik oldu; öyle bir sessizlik ki çadırın içindeki her nefes, her kıpırtı bıçak gibi kesiyordu. Annesi yere bakıyordu, ağabeyleri ayakta dikiliyordu ama hiçbiri göz göze gelmiyordu onunla.
“İsteme mi “?diye sordu, sesi kendini bile tanımadığı bir öfkeyle titredi. “Kiminle?”
Cevap gecikmedi. Halil Ağa’nın dudaklarından tek bir isim döküldü, bin bıçak gibi saplandı Dara’nın yüreğine:
“Baran.”
Baran… Düşman aşiretin oğlu. Dara’nın amcasını öldüren ailenin varisi. Yıllardır süren kan davasının, çatışmaların, acıların nedeni. Ve şimdi, o Baran’ Ağa ile evlenecekti. Berdel.
Bunun adı barıştı, onların gözünde. Ama Dara’ya sorulmamıştı hiç. Onun fikri, hissi, kalbi kimsenin umurunda değildi. Aşiretlerin barışı, iki gencin kurban edilmesiyle mühürleniyordu.
“Ben istemiyorum!” diye haykırdı Dara.
Halil Ağa onun gözlerine baktı. Bakışıyla duvar ördü aralarına.
“Kes sesini”.Mecbursun
“Bu mesele istemekle olmaz. Bu, kanı durdurma meselesi. Sen benim kızımsın. Bir aşiretin onuru, evladının ağlamasına bakmaz.”
“Baba diye ağlamaya başladım.
“Yapma etme nolur öldür ama beni o aşiretin gelini yapma lütfen kıyma bana “.
Babam sadece tek bir kelime söyledi ve ben yıkldım “Bu evlilik zaten sana ölüm “.
Akşam olmuştu.
Güneş, Mardin’in taş evlerinin arasına serilmişti; her sokak, yanık sarıya boyanmış gibiydi. Şehrin üstüne serilen turuncu gökyüzü, bir vedaya benziyordu. Belki de benim vedama.
Az sonra beni istemeye geleceklerdi.
Çarşaf gibi gerilmiş sedirin ucunda oturuyordum. Üzerimde annemin işlemeli yazması, kulaklarımda halamın sözleri:
“Dik dur kızım, ne olursa olsun boyun eğme.”
Baran Ağa’yı hiç görmemiştim. Ama adını Mardin’de duymayan da yoktu.
Söylentiler çoktu.
Duyduğuma göre, kızların çoğu ona hayrandı. Duruşu sert, bakışı keskinmiş. Sadece bir kere gülümsediğini gören olmuş, o da “gözleriyle güldü” demişti. Çocukken bile diğerlerinden farklıymış. Sessiz, mesafeli, ama her ortamda varlığını hissettiren biri. Ve acımasız… Düşmanına asla acımazmış. Babam yıllar önce onun babasıyla bir kan davası yaşamış, şimdi sözde barış sağlanmış ama bedeli yine biz kadınlar ödeyecekmişiz.
Ben işte o barışın bedeliydim.
Berdel.
“Sen onu tanımıyorsun Dara,” dedi annem O kimselere benzemez kusur etme sen onun hanımağası olucaksın .
Asla
Kapılar açıldı. Erkekler tokalaştı. Başlar eğildi. Ama benim gözüm hiçbirinde değildi. Ta ki… o eşiği geçene kadar.
Uzun boylu, koyu renk elbiseler giymiş, yüzünde ne öfke ne tebessüm taşıyan bir adamdı o. Gözleri karanlık gibi, içine düşeni içine çeken bir şeydi. Elini cebine atmadı, başını çevirmedi. Sadece bir an, gözleri gözlerime değdi.
O an nefesim boğazıma düğümlendi. Çünkü o bakışta ne merhamet vardı, ne de nefret. Sadece hak görmüş bir adamın hakkını almaya geldiği bir soğukluk vardı.
Benimle evlenmeye değil, beni almaya gelmişti.
⸻