Instgram:gecegunesi06
Sokaktan gelen yağmur sesleriyle düşüncelerimden ayrıldım. Başımı cama doğru çevirip dışarıdaki yağmur tanelerini izlemeye başladım. Henüz hava aydınlanmamıştı; yağmur taneleri sokak lambalarının ışığında dans ediyordu. Hepsi birbiriyle uyum içinde, ait oldukları yere düşerek göğün sakinleşmesini sağlıyordu. Taneler yere her düştüğünde dünya bir anlığına sessizleşiyordu.
Yataktan çıkıp pencerenin önünde durdum, camı açıp daha da yaklaştım. Camdan sızan rüzgâr saçlarımı okşuyor, bedenime dokunuyordu. Her temas ettiğinde içimdeki fırtına biraz daha diniyordu. Çünkü bazen en derin huzur, gökyüzünün ağladığı anda bulunuyordu. İnsan bir yanıyla geçmişe tutunuyor, bir yanıyla yeniden doğmayı bekliyordu.
Kalbime çöken hüzün ailemi hatırlatıyordu; gülerek çıktıkları bu eve bir daha dönememiş olmaları içimi yakıyordu. Nerede olduklarını bilmemek… nereye gidersem gideyim onları bulamamak… Bütün arayışların, bütün çabaların sonuçsuz kalması beni aciz hissettiriyordu. Bu kalabalık şehrin ortasında, yapayalnız benliğimle baş başa kalmıştım.
Pencerenin önünde ne kadar süre hayatı sorguladım bilmiyorum. Sonunda yavaş adımlarla banyoya doğru ilerledim; yine huzursuz bir güne “günaydın” demek zorunda kalacaktım. Ellerimi musluğun altına uzattım, avuçlarımda biriken suyu yüzüme çarptım. Soğuk suyun keskin dokunuşu içimdeki karmaşayı bir anlığına durduruyordu.
Başımı kaldırıp aynaya baktım. Aşağı doğru süzülen sular sanki yüzümden değil de ruhumdan akıyordu. Aynaya yansıyan yorgun bir yüzdü; o bakışlarda ne umut kalmıştı, ne de eski ben…
Kumral saçlarımı at kuyruğu yapıp boğazlı bir kazak giydim. Kabanımı alarak evden çıktım.
Bugün dersim vardı; üniversite son sınıf öğrencisiydim. Yakında doktor olup anne ve babamın en büyük hayalini gerçekleştirmiş olacaktım. Onların istediği hayatı… onlarsız tamamlayacaktım.
Bir taksi çevirdim ve kampüse gitmek istediğimi söyledim. Kampüsün önüne geldiğimizde ücreti ödeyip indim. Soğuk havanın temiz kokusuyla yürümeye başladım.
“Meva!”
Başımı kaldırıp sesin geldiği yöne baktığımda Ahsen’i gördüm. Gülen mavi gözleriyle bana el sallıyordu. Gülümseyerek yanına ilerledim; sanırım hayatımda sadece o ve birkaç arkadaşım kalmıştı. Aramızdaki mesafe kapanır kapanmaz boynuma atlayıp sarıldı. Ben de ona sarıldım; karanlığımı aydınlatan tek şey onun neşesiydi. Hızla koluma girip beni çekiştirmeye başladı, yine her zamanki Ahsen’liğini yapıyordu.
“Hadi ama Meva! Seni beklemekten ağaç oldum, hızlı ol yoksa derse geç kalacağız!”
Bu kızın paniği bile güzeldi.
“Tamam Ahsen, başladın yine. En sonunda kolumu kökten sana verip ikimizi de kurtaracağım bu dertten.”
“Aaa yok canım, beni kolunla kandıramazsın. Bana senin tamamın lazım.”
Gözlerimi devirip Ahsen’e sahte kızgın bakışlar attım ve peşinden sürüklenmeye devam ettim.
Sonunda dersliğe gelmiştik. Yerime geçip kopmayan kolumu ovuşturmaya başladım. Hoca içeri girince herkes derse odaklandı. Gün, yoğunluğun içinde akıp gitti; son notlarımızı da alarak dersi bitirmiştik. Ahsen’in çocuk gibi “Karnım açlıktan öldüm!” diye yakınmaları bitmeyince en sonunda elinden tutup onu Manzara Cafe’ye götürdüm.
Adından da anlaşılacağı gibi manzarası muhteşemdi; uzun ve sık ağaçların arasında bir cafeydi. Devamı ise ormana açılıyordu; ağaçların yoğunluğundan ilerisi görünmüyordu. Masaya geçip yerleştiğimizde Ahsen hemen siparişini verdi. Belli ki gerçekten açtı. Onun bu hâllerine gülümseyerek ben de bir kahve istedim.
Sonunda büyük makarna tabağı önüne bırakıldığında hızla yemeye başladı. Kaç yaşına gelirsek gelelim, bazen içimizde ki çocuklar ölmüyordu. Koca bir lokmayı ağzına tıkıp daha yutmadan bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Ben de bu hâline o kadar alışmıştım ki hem kahvemi yudumluyor hem de ona gülümsüyordum. Bizim arkadaşlığımızda neşeli olan oydu, somurtkan olan bendim. Gerçi onun neşesi ikimize de yetiyordu. Bazen benimle neden arkadaş olduğunu bile sorgulardım.
Fincanımı avuçlarımın arasına alıp ısının keyfine vararak dudaklarıma götürdüm.
Ama tam o sırada, ensemde bir nefes hissettim.
Elimdeki fincanı masaya fırlatır gibi bıraktım ve hızla arkamı döndüm.
Fakat etrafta, masalardaki insanların dışında kimse yoktu.
En azından enseme bu kadar yakın olabilecek biri…
“N’oldu? İyi misin? Kızım salak mısın, fincan öyle bırakılır mı? Kendini yakacaksın!”
Başımı Ahsen’e çevirip,
“İyiyim… bir şey yok. Birden böcek kondu sandım.”
Ahsen ellerini havaya açıp sabır diledikten sonra yemeğine döndü. Bu saçmalıkları ona anlatmak istemiyordum; gereksiz yere telaş yapıp beni bunaltacaktı. Onu başıma sarmak isteyeceğim en son şeydi.
Bir rüzgâr esişiyle masadaki peçeteler yere düştü. Ahsen eğilip onları almaya çalışıyordu.
O sırada saçımdaki toka birden koptu. Saçlarım rüzgârda savrulmaya başladı. Savrulan saç tellerinin arasından sızıp kulağıma çarpan bir ses… adımı fısıldıyordu.
Bedenime dolan korku ve panikle sesin geldiği yöne döndüm.
Ağaçların arasında duruyordu.
Öylece… bana bakıyordu.
Gözleri…
O tanıdık, huzursuz edici hareleri gözlerimle buluştuğunda nefesim kesildi.
Zaman yavaşladı.
İnsanlar, sesler… geri çekildi.
Sadece o ve ben kaldık.
Kalbim göğsümden çıkmak ister gibi çırpınırken, bedenim korkunun ateşiyle kavrulurken, bakabildiğim tek şey oydu. Tepki veremiyordum. Düşünemiyordum. Sanki bütün yetkilerim elimden alınmıştı, bulunduğum yere çakılmıştım.
Sesinin beni yakmasına izin verirken gözlerimi yavaşça kapattım.
Hayal olmasını dilediğim karanlığa,teslim olmuştum…