Instgram:gecegunesi06
Meva’nın başı Araf’ın göğsüne düşerken zaman sanki durdu. Gök haykırmaya başlamış, gözyaşlarını bırakıyordu.
Düşen her tane dudaklarında, yüzündeki kırmızılığı temizliyor, beyaz tenini ortaya çıkartıyordu.
Araf sessizce, kollarındaki küçük ve sığınmış bedene baktı. Gözlerine, dudaklarına, yüzüneYağmur taneleriyle karışmışlardı. Bir adım atıp düşünmeden, karanlık Meva’yı evine kadar taşıdı.
İçeri girdiğinde sadece Meva’nın nefesini duyan bir sessizlik vardı.
Islak elbiselerini çıkarttı, onu yavaşça yastığa yatırdı.
Gözleri kasığındaki lekeye kaymıştı parmak uçlarını oraya dokundurmak istedi, sonra vazgeçti.
Üzerine örtüyü çekip yatağın kenarına oturdu.
Bir süre başucunda kaldı ne gitmek istedi ne kalmak.
Sadece izledi.
Parmakları, Meva’nın yüzündeki yağmur damlalarını sildi saçlarına dokundu, kokusunu içine çekti.
Yağmurun, toprağın ve Meva’nın teninin kokusu birbirine karıştı.
Alçak bir sesle, kendi kendine mırıldandı
“Araf’a hoş geldin, Meva…”
Kelimeler dudağından dökülürken, içinde bir şey kırıldı.
Ne hissettiğini bilmiyordu; karmakarışıktı.
Bu sözler sanki onun da ruhundan birşeyler koparıyordu.
Yüreğine ağırlık oluyordu.
Yavaşça ayağa kalktı, son kez ona baktı, ardından sessizce kapıdan çıktı.
Çamurlu ayakkabılarının izleri, koridorda yankı gibi kaldı.
Meva, gözlerini araladığında bir an nerede olduğunu hatırlayamadı.
Toparlanıp yataktan çıkmak istedi. Gördüğü şey, yatağının kenarındaki çamur izleriydi; hâlâ oradaydılar, rüyadan arta kalan tek gerçek gibiydiler.
Yavaşça doğruldu, elini izlerin üzerinde gezdirdi. Kalbi hızla çarpmaya başladı.
“Gerçekti” diye fısıldadı kendi kendine.
“Beni tuttu, bana baktı”
“Araf”
İsmi dudaklarından istemsizce döküldü.
Dudaklarından dökülen kelimeler bir yangı hissiyle kasıklarına birikti. Acıyla inleyip doğum lekesine baktı.
Kasığındaki doğum lekesi artık lekeden fazlasıydı kıvrımları belirginleşmiş, sanki eski bir sembolü andırıyordu.
Meva aynaya baktı, kendi yansımasına uzun süre sessizce gözlerini dikti. Cildindeki sembol artık sıradan bir leke değildi.
Damarlarının altında kök salan bir desen gibi görünüyordu siyah çizgiler yukarı doğru kıvrılıyor, ince dallar hâlinde kasığına doğru yayılıyordu.
Tıpkı bir ağaç ama canlı gibiydi.
Her nefes alışında çizgiler hareket ediyor, sanki onun kalp atışına cevap veriyordu.
Duyguları darmadağın olmuştu.
Hayal sanıp beyninin oyun oynadığını düşünmüştü ama gerçekti.
Geriye doğru kendini bırakıp yatağın yanına oturdu ayaklarını kendine doğru çekip kollarını etrafına doladı.
Karşıdaki aynada yansımasıyla bakışıyordu.
Gözleri yanmaya başladı. Bir gözyaşı düştü, sonra diğerleri eşlik etti sakin ve yavaş.
Daha fazla dayanamayıp başını kollarının arasına gömüp hıçkırarak ağlamaya başladı.
Bunca zamanın acısı birikmiş, yerlere dökülüyordu.
Bununla baş edemiyor, kaldıramıyordu.
Sonunda ağlaması dindiğinde, kızarmış ve şişmiş gözlerle yansıyan bir Meva bıraktı.
Ağlamanın verdiği hafiflikle gözlerini kapatıp uyumak istedi ve bir daha hiç uyanmamak.
Bir ormanın içindeydi.
Hava gri, toprak siyahtı ama göğün ortasında bembeyaz bir ışık sarkıyordu.
Her şeyin ortasında bir ağaç vardı dalları göğe uzanmış, kökleri göl gibi yayılmıştı.
Ağaç nefes alıyordu.
Meva çıplak ayaklarıyla ışığın içine yürüdü.
Toprak sıcak değildi, canlıydı sanki kalp atışı gibi hafif titreşiyordu.
O anda kasık bölgesinde bir sıcaklık hissetti.
Işık oradan yükseldi, vücudunun etrafında dönüp ağacın köklerine karıştı.
Köklerle birlikte ışık göğe doğru uzandı.
Ve Meva, o ağacın köküyle kendi ruhunun birleştiğini hissetti.
Bir görüntü belirdi
Araf, ağacın gövdesinin öte yanında duruyordu.
Yüzü net değildi ama gözlerinin yerinde gece vardı.
Sadece bir adım attı, ve dünya sustu.
Araf’ın sesi yankılandı
“Ne zaman karanlığa düşsen, ben oradayım.
Çünkü senin ışığın benim içimden doğdu.”
Ağaçtan yayılan beyaz ışıklar her şeyi sarmaya başladı.
Köklerindeki karanlığı örttü ve Meva kendini o ışığın sıcaklığında kaybolurken buldu.
Geriye sadece o sözlerin yankısı kaldı
“Senin ışığın, benim içimden doğdu.”
Meva aniden gözlerini açtı.
Kalbi sanki göğsünden dışarı fırlayacak gibiydi, nefesi düzensizdi.
Bir an nerede olduğunu bile hatırlayamadı.
Tavana baktı saatler geçmiş gün batmıştı.
Ama hâlâ rüyadaki ağacın beyaz parıltısı göz kapaklarının altındaydı.
Elini hemen karnına, sonra aşağıya, sembolün olduğu yere götürdü.
Tenine dokunduğunda orası hâlâ sıcaktı bir kalp gibi atıyor, sanki kendi ritmine değil, başka birine cevap veriyordu.
“Bu bir rüya değildi” dedi kendi kendine, sesi titreyerek.
Yataktan kalktı, çıplak ayakları soğuk zemine bastı.
Aynanın önüne geçti, ışığı açtı.
Sembol hâlâ oradaydı.
Artık soluk bir işaret değil, canlı gibi parlayan bir desen.
Işığın altında gümüşle beyaz arası bir renkle parlıyordu.
Eli titreyerek telefonuna uzandı.
Parmakları arama çubuğuna kelimeleri birbiri ardına yazdı
“Kasıkta sembol ışık rüyada ağaç Araf.”
Ekrana gelen sonuçların çoğu mistik, eski dillerden çevirilerdi.
Bir tanesi dikkatini çekti
“Araf Kökü: Hayat Ağacı’nın ilk halkası.
Bu işaret, iki dünya arasında yürüyenlere aittir.”
Meva’nın elleri soğudu.
“İki dünya…” diye tekrarladı fısıltıyla.
Meva’nın gözleri ekranın parlak ışığında gezindi.
Sayfaları aşağı kaydırdıkça kelimeler birbirine karışıyor, anlamlar bulanıklaşıyordu.
Ama bir metin vardı diğerlerinden farklıydı.
Tozlu bir kitap sayfasının taranmış görüntüsüydü; kenarları yanmış, ortasında bir ağaç deseni vardı.
Ağacın kökleri dairesel bir şekilde birleşiyor, tam ortasında bir sembol parlıyordu.
O sembol, kendi bedenindekinin aynısıydı.
Altında eski bir dilde yazılmış, çevrilmiş bir cümle vardı
“Hayat Ağacı’nın ilk halkası, iki ruhun tek bedende yankısıdır.
Yaşam, ölüm ve yeniden doğuşun sembolü.
Biri kök olur, biri ışık.
Kökleri karanlığı, dalları ışığı temsil eder.”
Kelimeler zihninde yankılandı
“İki ruh biri kök, biri ışık.
Meva’nın nefesi kesildi.
Sanki kalbinin içinden biri okumuştu bu cümleyi.
“Yaşam ve ölüm” diye fısıldadı.
Araf.
O an anladı Araf sadece bir isim değildi.
Bir varlık, bir kavram, bir yerdi.
Ve o, bu yerle artık bağlıydı.
Ekranın altındaki yorumlardan biri dikkatini çekti
“Bu sembolü taşıyanlar, rüyalarında kök ağacını görür.
Ağaç onların ruhunu çağırır.
Ve eğer biri ‘Araf halkası’ ile işaretlenmişse, artık uyanış geri alınamaz.”
Meva’nın gözleri bulanıklaştı.
Eli hâlâ o sıcak noktadaydı sanki oradan içeri doğru bir şey akıyor, damarlarının arasına sızıyordu.
Bir uğultu duydu; önce çok hafifti, sonra belirginleşti.
Toprak altından gelen bir nefes gibiydi.
Kulak kabarttı.
Fısıltılar vardı.
Kelimeleri seçemiyordu ama hepsi aynı ritimde yankılanıyordu
sanki ağacın kökleri onu çağırıyordu.
Oda sessizdi.
Sadece kalbinin sesi duyuluyordu ağır, yankılı, tanıdık bir ritim.
Meva aynanın karşısına geçti.
Işık açık değildi ama aynanın yüzeyi loş bir parıltıyla titriyordu; sanki karanlık bile nefes alıyordu.
Elini sembolün olduğu yere koydu.
Teninin altından gelen sıcaklık parmak uçlarına kadar yayıldı.
Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı.
Hissetmeye çalıştı, odaklandı zihninde düşündükçe parmak uçları yanmaya başlıyordu.
“Beni mi seçtin?” diye fısıldadı, sesinde korku ve merak iç içeydi.
Bir an hiçbir şey olmadı.
Sonra içeriden bir uğultu yükseldi.
Kalbinin ritmi değişti; sanki başka bir kalple aynı anda atıyordu.
Zihninde bir görüntü belirdi önce belirsiz, sonra netleşen bir ağaç silueti.
Ağacın kökleri karanlık toprağın altına uzanıyor, dalları beyaz ışığa karışıyordu.
Köklerin birinden Araf’ın silueti yükseldi, diğerinden kendisi.
İki gölge, iki nefes, iki ritim.
Köklerin uçları birbirine dolandı; bir ışık kıvılcımı göğüslerinden yükselip birleşti.
Meva’nın gözlerinden yaş süzüldü.
Aynadaki ışık yavaşça soldu ama kalbindeki yankı kalmaya devam etti.
Derin bir nefes alıp gözlerini açtı. O anda, ağacın köklerinden biri kalbine, diğeri sembolün bulunduğu yere doğru uzandı.
Bir bağ görünmez ama güçlü.
O artık yalnız değildi.
O, Araf’ın köküne bağlanmıştı.
Ve hiçbir bağ, bu kadar sessizken bile bu kadar derin yankılanmamıştı.