Salim Bey’in arşiv odasından ayrıldığımızda, elimde Nehir Hanım’ın kutusu, zihnimde ise bir fırtına vardı. Kutunun içindeki belgeler, notlar ve o yeşilimsi çizgili mikroçip, sanki bir bulmacanın eksik parçaları gibiydi—ama resmi tamamlamak için henüz çok erkendi. İrfan, kutuyu omzuna atmış, hızlı adımlarla koridorda ilerliyordu. “Bu bir kanıt, Orhan,” dedi, sesinde zafer. “Ay’a giden bir şey var, ve Nehir Hanım bunun içindeydi.” “Belki,” dedim, ama sesimdeki şüphe azalmamıştı. O ekşi tat, ağzımda yine belirdi; her nefeste daha keskin, daha yabancıydı.
Hastanenin çıkışına vardığımızda, Salim Bey bizi durdurdu. “Orhan Bey,” dedi, o tuhaf gülümsemesiyle. “Gözlerinizi kontrol etmeden gitmeyin. Son muayeneden beri bir şey değişmiş olabilir.” İrfan bana baktı, kaşlarını çatarak. “Şimdi mi?” dedi, fısıltıyla. “Zamanlama çok garip.” “Haklısın,” dedim, ama içimde bir şey kıpırdandı. Gözlerimdeki o parlama, son günlerde sıklaşmıştı; ışıklar keskinleşiyor, başım dönüyordu. “Hadi bitsin,” dedim, Salim Bey’e dönerek. “Ama hızlı olsun.”
Bizi muayene odasına aldı. Elektronik koltuğa oturdum, kimlik numaramı cihaza okudum. İrfan, kapının yanında durmuş, kutuyu sıkıca tutuyordu. Salim Bey, tetkik cihazını aktif etti; gözlerime bir ışık huzmesi yöneldi. “Hımm,” diye mırıldandı, ekranına bakarak. “İlginç.” “Ne ilginç?” dedim, sabırsızca. Gülümsedi, ama bu kez gözleri soğuktu. “Biraz bekleyin,” dedi, ve cihazın ayarlarını değiştirdi.
Işık huzmesi yoğunlaştı; gözlerim yanmaya başladı. “Bu ne?” dedim, koltukta kıpırdanarak. “Sakin olun,” dedi Salim Bey, sesi sertleşerek. “Gözlerinizi tarıyorum.” Ama bu normal bir tarama değildi; başım dönüyor, midem bulanıyordu. O anda, o ekşi tat boğazıma yükseldi; sanki bir şey içimden dışarı çıkmak istiyordu. “Durun!” diye bağırdım, ama Salim Bey beni duymadı. İrfan öne atıldı. “Ne yapıyorsun?” dedi, Salim Bey’i iterek. Cihaz öttü, ışık kesildi.
Koltuktan kalktım, ama dizlerim titriyordu. “Neydi bu?” dedim, nefes nefese. Salim Bey, ekranına baktı; yüzü donmuştu. “Orhan Bey,” dedi, yavaşça. “Gözleriniz… sizin değil.” Kalbim durdu. “Ne?” dedim, sesim bir fısıltıya dönüşerek. İrfan kutuyu yere attı, bana yaklaştı. “Ne diyor bu adam?” dedi, panikle.
Salim Bey, ekranı bize çevirdi. Görüntüde, gözlerimin taraması vardı; ama irisler, damarlar, her şey… normal değildi. “Bunlar sentetik,” dedi, sesi soğuk. “Ama sıradan yapay organlar gibi değil. Bunlar… deneysel.” Bir an sustum; dünya etrafımda dönüyordu. “Ne zaman?” dedim, zorlukla. “Bilmiyorum,” dedi Salim Bey. “Ama Nehir Hanım’ın notlarında bir şey var.” Kutuya uzandı, belgelerden birini çıkardı. “Bakın.”
Notu elime aldım; Nehir Hanım’ın el yazısıyla yazılmıştı: “Proje Luna—Göz Dokusu Adaptasyonu. 03.25. Teslimat tamamlandı.” Tarih, o karanlık odadan bir gündü. “Bu ne demek?” dedim, sesim titreyerek. Salim Bey omuz silkti. “Ay’da bir deney. Gerçek gözler, atmosferin etkisini test etmek için yetersizdi. Sentetik ama canlı dokuya ihtiyaçları vardı.” İrfan bana baktı, gözleri faltaşı gibi açılmıştı. “O karanlık oda…” dedi, fısıltıyla. “Seni aldılar.”
Başım dönüyordu; o parlama yine geçti, ama bu kez daha şiddetliydi. Ellerimi yüzüme götürdüm; parmaklarım, gözlerimin etrafında titriyordu. “Aynaya bakmak istiyorum,” dedim, kararlılıkla. Salim Bey bir ayna uzattı. Yansımana baktım; gözlerim… parlak, adeta bir mikro ayna gibiydi. Gözaltlarımda o yeşilimsi çizgiler, şimdi daha netti. “Bunlar benim değil,” dedim, sesim çatallaşarak. “Ne yaptılar bana?”
İrfan kutuyu tekmeledi; belgeler yere saçıldı. “Nehir Hanım!” dedi, öfkeyle. “O yaptı bunu!” Salim Bey başını salladı. “Bilmiyorum,” dedi. “Ama o ayrılmadı. Görevlendirildi.” “Nereye?” dedim, ona dönerek. “Ay’a,” dedi, sakince. “Proje Luna’yı yönetiyor.”
O anda, her şey yerine oturdu. Nehir Hanım’ın titrek elleri, o latté, karanlık oda… Gözlerim çalınmıştı—yerine bu sentetik, deneysel şeyler konmuştu. Ay’da yaşamı test etmek için… Ama neden ben? “Neden beni seçtiler?” dedim, sesim yükselerek. Salim Bey sustu, sonra fısıldadı: “Bilmiyorum. Ama seni izliyorlar.”
Koridordan bir ses geldi; hızlı ayak sesleri. İrfan bana baktı. “Kaçmalıyız,” dedi, panikle. Kutuyu kaptım, belgeleri topladım. “Nereye?” dedim, nefes nefese. “Birleşik Sokak’a,” dedi. “Mahir’e. Bizi saklar.” Salim Bey bize baktı, ama bir şey demedi. “Gidin,” dedi sonunda. “Ama dikkatli olun.”
Hastaneden çıktık, terminale koştuk. “Birleşik Sokak,” dedim, koordinatı girerek. Bir anlık bulanıklık, ve kendimizi o dar sokakta bulduk. Mahir’in dükkânına vardığımızda, kapıyı yumrukladım. “Mahir! Aç!” Kapı aralandı; Mahir bizi içeri çekti. “Ne oluyor?” dedi, şaşkınlıkla. İrfan kutuyu masaya koydu. “Gözleri,” dedi, nefes nefese. “Onu aldılar.”
Mahir bana baktı, sonra gözlerime. “Bunlar… normal değil,” dedi, fısıltıyla. “Biliyorum,” dedim, öfkeyle. “Ay için yaptılar.” Mahir sustu, sonra çekmeceye uzandı. “O çip,” dedi, mikroçipi çıkararak. “Bununla ilgili olabilir.” Çipe baktım; yeşilimsi çizgiler, gözlerimdekiyle aynıydı. “Bu ne?” dedim, sesim titreyerek. “Bilmiyorum,” dedi Mahir. “Ama tehlikeli.”
O anda, dükkânın dışında bir vızıltı duyuldu; dronlar. İrfan pencereye koştu. “Buldular bizi!” dedi, panikle. Mahir bir kapıyı açtı. “Arka çıkış,” dedi. “Hadi!” Kutuyu kaptım, İrfan’la koşmaya başladık. Sokaklar daralıyordu; nefesim sıkışıyor, gözlerimdeki parlama artıyordu. “Nereye gidiyoruz?” dedim, zorlukla. “Ay’a,” dedi İrfan, kararlılıkla. “Nehir Hanım’ı bulacağız.”