Leyla’nın elime tutuşturduğu o buruşuk kâğıt, zihnimde bir kıvılcım yakmıştı. “Teslimat—Ay için. 03.25.” Tarih, o karanlık odadan bir gün sonraydı; tesadüf olamazdı. İrfan’la Birleşik Sokak’tan ayrıldığımızda, elimde o kâğıt, aklımda ise bin soruyla eve döndüm. Mikroskobumun başına oturdum, ama ellerim cam tüplere uzanmadı. Gözlerim, masanın üzerindeki o notta takılı kaldı. Ay için bir teslimat… Nehir Hanım’ın titrek elleri, o istemediğim latté, hastanenin sessizliği… Hepsi birbiriyle dans ediyordu, ama henüz resmin tamamını göremiyordum.
O gece, kulaklığımı tekrar aktif ettim. “Nehir Sena,” dedim, sesim odanın sessizliğinde yankılanarak. Yine cevap yok; sadece o soğuk, mekanik sessizlik. Ama bu kez pes etmeyecektim. Nehir Hanım’ı bulmalıydım—ya da en azından, nereye kaybolduğunu anlamalıydım. Sabah yedide uyandım; latteciyi çalıştırmadım, kahve içecek halde değildim. Zihnim, bir mikroskop gibi, her detayı büyütüyordu. Giyindim, kulaklığımı ve kart cebimi yanıma aldım, ve evden çıktım.
İlk durak, Kilikya Tıp’tı—orası hâlâ bir yerlerde olmalıydı. Işın terminaline yürüdüm, koordinatı girdim: “Kilikya Tıp.” Terminal öttü; “Hedef geçersiz,” dedi, kırmızı bir ışık yanıp sönerek. Kaşlarımı çattım. “Nasıl geçersiz?” diye mırıldandım. Kilikya Tıp, Konfederasyon’un en eski hastanelerinden biriydi; bir gecede ortadan kaybolamazdı. Terminalin ekranına baktım; koordinatlar doğru görünüyordu, ama sistem tanımıyordu. Bir an durdum, sonra aklıma bir fikir geldi. Belki fiziksel olarak gitmeliydim.
Kesit Sokak’tan bir taşıyıcıya bindim; eski, gıcırdayan bir modeldi, ama iş görürdü. “Birleşik Sokak’ın batısı,” dedim sürücüye. Adam başını salladı, sessizce aracı çalıştırdı. Yol boyunca, camdan Kilikya’nın gri siluetini izledim; binalar, sanki birbirine yaslanarak ayakta duruyordu. Hastanenin olduğu bölgeye vardığımızda, taşıyıcı durdu. İndim, ama karşımda hastane yoktu—just beton bir boşluk. Kilikya Tıp’ın yerinde, devasa bir inşaat alanı vardı; makineler çalışıyor, dronlar malzeme taşıyordu. “Bu ne?” diye fısıldadım, şaşkınlıkla.
Bir işçi, kaskını düzelterek yaklaştı. “Burada ne arıyorsun?” dedi, sesi sert. “Hastane nerede?” dedim, doğrudan. Adam kaşlarını çattı. “Hastane mi? Burası iki yıldır inşaat alanı. Yeni bir depo yapılıyor.” “İki yıl mı?” dedim, sesim yükselerek. “Ben geçen ay buradaydım!” Adam bana baktı, sonra omuz silkti. “Yanlış yerdesin herhalde,” dedi, işine döndü.
Kalbim hızlandı. Yanlış yer mi? Hayır, bu imkânsızdı. Nehir Hanım’ın odası, o sedye, o latté… Hepsi buradaydı. Ama şimdi, karşımda sadece beton ve çelik vardı. Bir an başım döndü; o parlama yine geçti, gözlerimdeki ışık keskinleşti. Ellerimi yüzüme götürdüm, ovuşturdum. “Sakin ol, Orhan,” dedim içimden. “Bir açıklama olmalı.”
İrfan’ı aradım. Kulaklık öttü, sonra onun telaşlı sesi geldi. “Orhan! Nasılsın?” “Hastaneye gittim,” dedim, nefesimi kontrol etmeye çalışarak. “Yok. İnşaat alanı olmuş.” İrfan bir an sustu. “Nasıl yok?” dedi, şaşkınlıkla. “Geçen ay oradaydım,” dedim. “Nehir Hanım’la görüştüm. Ama şimdi… hiçbir şey yok.” İrfan’ın nefesi hızlandı. “Bu normal değil,” dedi. “Biri izleri siliyor.”
“Nehir Hanım’ı bulmamız lazım,” dedim, kararlılıkla. “Onu bulursak, bu işin ucunu yakalarız.” “Nereden başlayalım?” dedi İrfan. “Enstitüden,” dedim. “O, Kilikya Biyoteknoloji Enstitüsü’nde çalışıyordu. Belki orada bir iz vardır.” “Tamam,” dedi İrfan. “Terminalde buluşalım. Hemen geliyorum.”
Kesit Sokak’taki terminalde buluştuk. İrfan, her zamanki hızlı adımlarıyla geldi; yüzünde hem endişe hem heyecan vardı. “Enstitüye gitmek riskli olabilir,” dedi, sesini alçaltarak. “Neden?” dedim, kaşlarımı çatarak. “Eğer izler siliniyorsa, bizi izliyor olabilirler,” dedi. Bir an durdum; Leyla’nın sözleri aklıma geldi: “Sorarsanız, bulurlar sizi.” Ama başka çarem yoktu. “Risk alacağız,” dedim. “Hadi.”
Koordinatı girdik: “Kilikya Biyoteknoloji Enstitüsü.” Terminal çalıştı; bir anlık bulanıklık, ve kendimizi enstitünün girişinde bulduk. Burası, Kilikya’nın daha modern bir bölgesindeydi; cam ve çelikten binalar, havada süzülen dronlar, her şey steril ve düzenliydi. Ama enstitünün kapısı kilitliydi; üzerinde bir uyarı ekranı yanıp sönüyordu: “Giriş yetkili personele özeldir.” İrfan, “Bu ne şimdi?” dedi, sinirle. “Kapıyı zorlayalım mı?” “Hayır,” dedim, etrafıma bakarak. “Başka bir yol bulmalıyız.”
Bir yan sokakta, enstitünün arka tarafına çıkan bir geçit fark ettim. “Şuradan,” dedim, İrfan’ı çekiştirerek. Geçit dar ve karanlıktı; duvarlar nemliydi, yerde çöp yığınları vardı. Enstitünün arka kapısına vardığımızda, bir tarayıcı gördük—biyometrik kilitliydi. “Bu işimiz zor,” dedi İrfan, başını kaşıyarak. Ama o anda, kapının yanında bir şey fark ettim; küçük, metal bir plaka, üzerinde “N. Sena” yazıyordu. Nehir Hanım’ın adı. Kalbim hızlandı. “Bu onun ofisi olmalı,” dedim, sesim titreyerek.
Tarayıcıya parmağımı dayadım; işe yaramayacağını biliyordum, ama denemek zorundaydım. Ekran öttü, “Yetkisiz giriş,” dedi. İrfan, “Başka bir yol bulmalıyız,” dedi, etrafına bakarak. O anda, geçitten bir ses geldi; ayak sesleri, sonra bir öksürük. İrfan’la birbirimize baktık. “Saklan,” dedim, fısıltıyla. Bir çöp konteynerinin arkasına geçtik, nefesimizi tuttuk.
Bir kadın yaklaştı; orta yaşlı, ince yapılı, elinde bir çanta. Tarayıcıya parmağını dayadı; kapı açıldı. Yüzünü tam göremedik, ama hareketleri tanıdıktı—Nehir Hanım gibi. “O mu?” dedi İrfan, fısıltıyla. “Bilmiyorum,” dedim, kalbim çarparak. Kadın içeri girdi, kapı kapandı. “Peşinden gidelim,” dedi İrfan, ama onu durdurdum. “Bekle,” dedim. “Eğer o değilse, yakalanırız.”
Bir süre bekledik. Sonra kapı tekrar açıldı; aynı kadın çıktı, ama bu kez yüzünü gördük. Nehir Hanım değildi; ela gözleri yoktu, gülümsemesi farklıydı. Ama elinde bir dosya vardı; üzerinde “N. Sena—Arşiv” yazıyordu. Kadın hızlı adımlarla uzaklaştı. “O dosyayı almalıyız,” dedim, İrfan’a dönerek. “Nasıl?” dedi, kaşlarını kaldırarak. “Peşinden gideceğiz,” dedim, kararlılıkla.
Kadını takip ettik; sokaklarda hızlı ama sessizce ilerledik. Bir ışın terminaline vardığında, koordinatı girip kayboldu. “Nereye gitti?” dedi İrfan, sinirle. Terminalin ekranına baktım; son koordinat hâlâ görünüyordu: “Gök Kat—Ana Kıta Hastanesi.” “Salim Bey’in hastanesi,” dedim, şaşkınlıkla. İrfan bana baktı. “Bu ne anlama geliyor?” “Bilmiyorum,” dedim, ama o ekşi tat yine ağzımda belirdi, daha keskin, daha gerçek.
Terminale girdik, “Gök Kat” dedik. Bir anlık bulanıklık, ve hastanenin girişindeydik. Kadın, koridorda kaybolmuştu. “Buldular mı bizi?” dedi İrfan, etrafına bakarak. “Bilmiyorum,” dedim, ama gözlerimde o parlama geçti; ışıklar keskinleşti, başım döndü. “İyi misin?” dedi İrfan, omzuma dokunarak. “Evet,” dedim, yalan söyleyerek. “Hadi, dosyayı bulalım.”
Hastanenin resepsiyonuna yaklaştık. “N. Sena’nın arşivini arıyoruz,” dedim, görevliye. Kadın bize baktı, kaşlarını çatarak. “Kimsiniz?” dedi, şüpheyle. “Araştırmacıyız,” dedim, sakin bir sesle. “Onunla çalışıyorduk.” Kadın durdu, sonra ekranına baktı. “Nehir Hanım’ın dosyaları arşive kaldırıldı,” dedi, sesi soğuk. “Neden?” dedi İrfan, sabırsızca. Kadın omuz silkti. “Bilmiyorum. Yetkili değilseniz, göremezsiniz.”
O anda, koridordan bir ses geldi; tanıdık bir öksürük. Salim Bey, elinde bir tablet, bize doğru yürüyordu. Bizi fark etti, gülümsedi. “Orhan Bey,” dedi, o tuhaf neşesiyle. “Yine mi gözleriniz?” Kalbim hızlandı. “Nehir Hanım’ı arıyoruz,” dedim, doğrudan. Gülümsemesi dondu. “Nehir Hanım mı?” dedi, bir an durarak. “O… ayrıldı.” “Nereye?” dedi İrfan, sesi sertleşerek. Salim Bey omuz silkti. “Bilmiyorum. Ama dosyaları burada. İsterseniz bakabilirsiniz.”
Bizi bir arşiv odasına götürdü; soğuk, loş bir yerdi. “N. Sena” yazan bir kutu çıkardı, masaya koydu. “Buyurun,” dedi, ve odadan çıktı. Kutuyu açtık; içinde belgeler, notlar, ve bir mikroçip vardı—Mahir’in bulduğuna benzer, yeşilimsi çizgilerle. İrfan’a baktım. “Bu ne?” dedim, sesim titreyerek. “Bilmiyorum,” dedi, ama gözleri parlıyordu. “Ama bulduk.”