3.BÖLÜM

4515 Kelimeler
"Ne yolculuktu be adamım..." dedi Doğan arabayı çalıştırmış gidecekleri otele doğru yola koyulurken. Onun keyfi gayet yerindeydi ancak Tarık için aynı şeyi söylemek mümkün görünmüyordu. Can sıkıcı sessizliğe bir son vermek için radyoyu açtı. Tam istediği gibi hareketli ve insanı neşelendiren bir şarkı çalıyordu. Yapı gereği çok konuşan ve çok gülen bir adamdı Doğan. Zengin bir aileden geliyor ve yine ailesinin kurduğu süt ürünleri fabrikasında müdürlük yapıyordu. Aşkımız olay olacak (İrem Derici) Tam hayallerim gibisin, Sevmek çok kolay olacak Sen de beni bir seversen Aşkımız olay olacak... Gönlüm bir deli sevdim bak seni İnan bu sevgimi tarih yazacak Haydi yak beni durma sarma beni Aşkımız olay olacak Doğan şarkının sözlerine eşlik ederken, şarkının ritmine direksiyona hafif hafif vuran parmak uçları ile katılıyor, aynı anda başını ileri geri sallıyor, önünde giden araçlara bakıyordu. "Sana aşk lazım." dedi arkadaşına kısa bir bakış atıp. "Karşına çıksa şöyle güzel ve dişli bir kadın, bak nasıl keyfin yerine gelir Tarık." Tarık ne onu ne de şarkıyı dinliyordu. Avucunun arasında tuttuğu yüzüğün sahibi olan kadını düşünmekle meşguldü. Bir kadını intihara sürükleyecek çok ağır sebepler olması gerekti. İntihar eden insanlar arasında yapılan araştırmalarda, intihar eden erkeklerin oranının kadınlardan daha yüksek olduğunu saptamışlardı. Öyle ki aralarında rakamsal olarak çok büyük bir uçurum bulunuyordu. Kendisi bunun sebebinin fiziksel olarak olmasa da kişilik olarak kadınların daha güçlü olmasına bağlıyordu. Kadınlar anneydi, eşti, çalışma hayatında daha azimli ve dirayetliydi. Sorumlulukları çok fazla olduğu için erkeklere oranla ayakta durmayı çok daha iyi becerebiliyorlardı. Annesi gibi... Annesi güçlü bir kadındı. Çocukları için genç olmasına rağmen evlenmemiş, onlar için çalışma hayatına girmişti. Yufkacıda gece yarılarına kadar yufka ve gözleme açar, evde yaprak sarar ve satardı. Çok şanslıydı ki oğlunun ölümünü görmemişti. Ve hiç intihar etmeyi düşünmemişti. İnsanı hayata bağlayan bir şeyler olduktan sonra, ölmek değil yaşamak ve mücadele etmek istiyordu. Ağabeyinin intiharından sonra bu konu hakkında bir çok makale ve araştırma yazısı okumuştu. Hatta Amerika da intihar eğilimi olan insanların bir araya geldiği bir çok grup terapisine katılmıştı. Psikolog arkadaşı Paul, intihar insanın ruhsal yıkımının son noktası diyordu. Yaşamak için hiç bir sebep bulamayan kişiler, ölüme karşı daha dirençsiz ve zayıftı. Parasızlık, işsizlik, terk edilmek, çok sevdiğin bir yakınının ölümü, akıl hastalıkları gibi nedenlerden dolayı intiharlar oluyorken, ölmeyi başaramayan insanların sayısı da çok yüksekti. Bedensel ve zihinsel olarak sakat kalan bir çok insan vardı. Genç kadını intihar etmeye teşvik eden sebebi de ister istemez merak ediyordu Tarık. Bulduğu yüzüğün ona ait olduğu konusunda emindi ve bu nedenle ölmek istemesinin sebebinin kesinlikle bir erkek olduğunu düşünüyordu. Belki de terk edilmiş ya da aldatılmış veyahut en acısı bu adamı kaybetmiş olabilirdi. Bir kez daha yüzüğe baktı. Birini onun için ölecek kadar sevmenin nasıl bir his olduğunu bilmiyordu. Bir insan başka bir insan için yaşamaktan vazgeçebilir miydi? Acı çekeceğini bile bile ölmeyi dener miydi? Aşk insanı ölüme götürecek kadar güçlü bir duygu muydu? Ve açıkçası gördüğü kadın gerçekten çok güzeldi. Kaç yaşında olduğunu tahmin edemiyordu ancak masum ve çocuksu bir yüzü olduğunu net bir şekilde görebilmişti. Saç renginin ayrıca şeklinin doğal olduğundan emindi. Yapay ve suni olan, estetik harikası kadınları doğal olanlardan ayırabilecek kadar tecrübeye sahipti. Yine bir insanın nasıl bir karaktere sahip olduğunu yüzüne bakınca, konuşmasından ve tavırlarından biraz olsun çözebiliyordu. Yanıldığı anlar olmuştu ama çok az... Ona bakarken, yüreğinden bir parçanın koptuğunu hissetmiş, onun için üzülmüştü. Denize girseydi peşinden gitmekte bir an bile tereddüt etmeyecek, onun ölmesine izin vermeyecekti. İntihar etmek çözüm müydü? Aslında bu soruyu ağabeyi için de sormuştu. Son anda onunla evlenmekten vazgeçen Zeren Hanım için kendini öldürmüş olabileceği üzerinde durmuştu polis. Arkasında bir not ya da bir mektup bırakmadan gitmişti Uğur Kıraç. Ölüm haberi basında yayınlanmış, çevresindeki dostları bunun aşk intiharı değil, işleri yüzünden olduğunu söylemişlerdi. İş için olduğuna kendisi inanmak istememişti. Mali durumu gayet iyiydi. İflas da etmemişti. Hatta ölümünden önceki iki yıl boyunca sicili de çok temizdi. İşin doğrusu liseyi bitirip, hemen sonra Amerika'ya yerleştiği için onun nasıl bir hayat yaşadığından haberi yoktu. Zeren Hanım ifade vermeye çağrılmış, o zamanlar milletvekili olan babası buna engel olmuş, basında kızının adının geçmemesi için gücünü kullanmış ve de başarmıştı. Cenazeden sonraki günlerde ağabeyini kaybetmenin acısını yaşarken, nedenleri, niçinleri ve nasılları sorgulamamıştı Tarık. Sonuçta ölmüştü ağabeyi. Sorgulamak onu geri getirmeyecekti. Bu şoku üzerinden atması bir yılını almış, ondan sonra ise sorgulamaya başlamıştı. Çoğunlukla Amerika'da yaşasa da İstanbul'a ayda bir geliyor, bir kaç gün kalıp gidiyordu. Ağabeyinin işlerini takip etmesi de gerekiyordu. Bu işten çok anlamasa da kısa sürede öğrenmişti. Ve hala devam etmesinin sebebi, onun geçmişi hakkında daha çok bilgi sahibi olmaktı. Hataları, pişmanlıkları, hayatına giren insanlar, iş yaptığı adamlar, her şeyi öğrenme isteğine karşı koyamamış, hala daha bunun peşinden gidiyordu. "Neden sahilde bir otel tercih etmedin?" diyerek sitem eden Doğan'a baktı. "Oralar çok kalabalık oluyor. Bir sürü insan, karmaşa, ses..."dedi ciddiyetle "Sakin yerleri tercih ederim. Benim için tatil sessizlik ve huzur demek. Hayatım zaten yeterince karmaşa dolu. Yeterince insan görüyorum ve onlarla uğraşıyorum. İnan bana alkol bağımlısı bir toplumda, doğru düzgün adamlar müşterin olmuyor. Olay çıkaran, kavga eden, her türlü ahlaksızlık ve düzeni bozuk bir dünya..." "Seninle aynı fikirde değilim dostum. Eğlence, alkol, dans, gün boyu deniz ve birbirinden güzel bikinili kızlar... Benim için de tatil bu demek. Ormanın içinde kuş ve böcek sesleri arasında çok çabuk sıkılırım." "Sana benimle gelmek zorunda olmadığını söylemiştim Doğan. Bu konuda sen ısrar ettin." "Yapacak bir işim yoktu. Leyla'da arkadaşları ile İtalya turuna katıldı biliyorsun. İşimi de yürüten adamlar var. Çok sevdiğim dostuma yardım etmek için geldim." "İş konusunda karar vermedim. Önce bir süre kafamı dinlemek istiyorum. Sonra araştırma yaparım. " "Ben çok kalamam zaten Tarık. Belki iki ya da üç gün. Sen kaç gün kalmayı planlıyorsun?" Tarık burada kaç gün kalacağına henüz karar vermemişti. Bu tamamen ne bulacağına ve nasıl bir şeyle karşılaşacağına bağlıydı. "Bakacağım... Duruma göre değişir." "Valla çok gizemlisin. Ve ben hala buraya neden geldiğimizi düşünüyorum. Buradan çok daha güzel ve yatırım için gayet iyi yerler var. Mesela Bodrum, Fethiye, Çeşme... Ama sen Kemer dedin. Tamam Antalya olsun fakat neden Kemer? " Yine yola döndü Tarık. Konaklamak için yer ayırttıkları otele bir dakika kaldığını gösteren navigasyon sağ dönün derken, Doğan arabayı o yöne sürdü. "Burada deniz de yok. Havuz bile olduğunu sanmıyorum." Yeşillik ve ormanın içinde, merkeze uzak ve tenha görünen bir yerin önünde durduklarında, ikisi de arabadan indi. Doğan meraklı gözlerle çevreyi incelerken, Tarık otelin geniş giriş kapısının üstünde yazan tabelaya bakıyordu. Doğanın ortasında, ağaçlar ve her türlü yeşil bitkiye komşuluk yapan yerin adını beğenmişti. Masal Bahçesi "Kaferetimizi ödemeye geldik..."dedi usulca Tarık. Bakışları donuktu ve yüzündeki ifade canını sıkan bir şeyler olduğunu belli ediyordu. Doğan onun ne dediğini duymamış, yüzündeki ifadeyi görmüyor, hala konuşuyordu. "Burada bir otel olduğuna emin misin?" Dudaklarını memnuniyetsiz bir şekilde kıvırdı. "Bir butik otel ve bungalov evleri olan bir yer olduğunu söylediler." "Aradın değil mi gelmeden?" "Aradım ve yer ayırttım." "Şimdiden söyleyeyim seninle aynı odada kalmam. Hatta o evlerden birini de istemiyorum. Bana güzel ve rahat bir oda yeter. Ve harika bir akşam yemeği... Sonra da sabaha kadar uyumayı planlıyorum." "Bunu isteyeceğini tahmin ettiğim için sana bir oda tuttum. Ben de o evlerden birinde kalacağım." Ellerini havaya kaldırıp "Hadi gidelim o zaman. Ne bekliyoruz?" dedi Doğan. Bir an önce yemek yemek ve dinlenmek istiyordu. Kapıdan geçince girdikleri yer eski yapılara benzeyen, taş duvarlardan yapılmış bir butik oteldi. Resepsiyon binanın giriş katında ve geniş bir salonun diğer ucunda bulunuyordu. Onları karşılayan genç bir çocuk, iki adama ait tekerlekleri valizleri ellerinden alarak, resepsiyona kadar onlara eşlik etti. "Hoşgeldiniz." dedi onları karşılayan bir hanım. Yaşı en fazla yirmi olabilirdi. Ve oldukça güler yüzlüydü. "Hoşbulduk."diyerek ona cevap veren Tarık'tı. "Tarık Kıraç ben. Sanırım dün aradığımda sizinle görüştüm." "Evet Tarık Bey. Odalarınız hazır." Önündeki bilgisayar ekranına baktı genç kız. "Beş numaralı bungalov ve diğeri iki yüz iki." "Aynen." "Akşam yemeği saatimiz altı ve dokuz arası. Açık büfe şeklinde." "Tamam." O sırada onlara eşlik etmek için bir genç daha geldi. Diğer genç Doğan'ı aynı yerde bulunan odasına çıkarırken, Tarık kendisine yardımcı olan gencin peşinden bahçeye çıktı. Kalacağı eve giderken bahçeyi inceliyordu. Geniş bir bahçe, her köşeye konulmuş hoş görünümlü tahta masa ve sandalyeler, yeşilliğin ortasına taştan yapılmış dar bir geçiş yolu, birbirine çok yakın olmayan bungalov evleri... Sahibinin buraya masal bahçesi adını koyması hiç garip değildi. Hatta kesinlikte çok güzel bir seçimdi. Doğaya zarar vermeden, buranın yapısını bozmadan, dikkatle yapılmış bir konaklama ve tatil yeriydi. Restoran tek katlı kütükten yapılmıştı ve önünde, çevresine onlarca masa, sandalye dizilmişti. Büyük otellerin aksine kalabalık da değildi. Kendisi gibi huzur ve sessizlik arayan insanların tercih ettiği bir otel olduğu açıktı. Çay bahçesindeki masaların yarısı boştu. Akşam yemeği saatinde her yerin dolacağını düşündü. Doğa sporlarını, yürüyüş yapmayı, temiz havanın tadını çıkarmayı sevenler için kesinlikle burası doğru bir seçimdi. Kendisine verilen eve gelince, ona eşlik eden gencin eline iyi bir bahşiş sıkıştırarak, içeri girdi Tarık. Arkasından bakan gencin parayı görünce nasıl mutlu olduğunu fark etmedi. Bir oda ve banyodan oluşan ev gerçekten güzeldi. Geniş bir yatak, iki tane tekli koltuk, TV, buzdolabı, giysi dolabı ne arasan içindeydi. Valizini dolabın önüne koyup, pencereye yaklaştı. Masal bahçesinin bir çok yerini, ağaçlık bir alanı ve bir kaç metre ötede, etrafı tahta çitlerle çevreli olan bir evin bahçesinde geniş bir salıncakta sallanan, genç bir kızı görebiliyordu. Baktığı yerlere bir kez daha bakarken, bakışları yine o salıncaktaki kıza takıldı. Oranın bungalov evi olmadığı belliydi. Tatil değil, sürekli kalmak için yapılmış bir yapıydı. Salıncakta kız ayağa kalkınca, onun yanına gelen bir başka kadın, o kızdan çok büyük görünmüyordu. Hemen sonra küçük kızın, adım atarken zorlandığını, bedeninin bir kısmının anormal şekilde olduğunu fark etti. Diğer kızın onun elinden tutunca, evin arka tarafına doğru yürümeye başladılar. Hayatın en acı yanıydı dünyaya bedensel bir engelle doğmak. İnsanlar içinde yaşamak zorunda olduğu bedeni, yüzü, göz rengini, anne ve babayı ne yazık ki seçemiyordu. Sert bakışlı, soğuk bir yüzlü, iri vücutlu bir adam olabilirdi ama bir kalbi vardı. Zamanı ve yeri geldiğinde kalbinin zaaflarına yenilebiliyor, onun da canı yanıyordu. Şimdi de yanmıştı canı... Genç kızı izlerken, yüreğinin içinde küçük bir sızı hissetti. "Sen de benim gibi ağabeyini özlüyor musun?" dedi fısıldayarak. Fırat Kocabaş... Aradan geçen üç yıl ve buradaydı. Ağabeyinin ardından eline geçen her şeyi incelemişti Tarık. Onun hayatına giren her insanı araştırmıştı. İş yerindeki kamera kayıtlarına takılan her insanın adını, hayatını ve Uğur Kıraç'la ilişkisini soruşturmuştu. Onu buraya getiren sebepte işte tam olarak buydu. İntiharından önce iki adam gelmişti yanına. İsimleri Fırat ve Nazım olan iki adam. Onlarla iş ilişkisi yoktu. Arkadaşta değildi. İş yerinde çalışan hiç kimse bu iki adamı tanımıyordu. İçini kemiren soruların cevabını almak için buradaydı. Ancak öğrenmişti ki Fırat Kocabaş yaşamıyordu. O da ağabeyi ile aynı zamanda, üstelik düğün günü bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Geride acılı bir eş, evlat acısı çeken bir anne ve engelli bir kız kardeş bırakarak gitmişti. Çok acı bir ölümdü. Onunla konuşamayacaktı ama diğer adamla konuşabilirdi. Ancak bunun için acelesi yoktu. İçinde bir his bekle diyordu. Doğru zamanı bekle. O zaman elbet gelecek. Burayı karısının açtığını ve işlettiğini de biliyordu. Amacı o kadını rahatsız etmek değildi. Zaten yeterince acı çekmiş bir kadına, kendi acısının sebebini soramazdı. Buna hakkı da yoktu. Üzerindeki tişörtü çıkarıp, banyoya geçti. Duş almadan önce aynadaki yansımasına, sağ göğsünün üstüne yaptırdığı dövmeye, yıllardır bir kefaretin peşinden giden adama bakıyordu. Ve neden buraya geldiğini sorguladı yine. Evet neden gelmişti? Onu buraya getiren sebep neydi? Cevabını çok merak ediyordu... ** Delirmek üzereydi Reyhan. Kendini kaybetmiş bir halde, evinin içinde, arabasında, bahçede bakabildiği her yere bakmış ama aradığı şeyi bulamamıştı. Nereye gitmişti yüzüğü? Nerede düşürmüş olabilirdi? Gün boyu parmağında olduğunu kesinlikle hatırlıyordu. Demet Hanım'ın sekreterini, Kerime'yi hatta gitti bankayı bile aramıştı. Onlarda yok demişti. Kimse görmemişti. Allah'ım... En değer verdiği hatırasını nasıl kaybedebilirdi? Bir kaç kilo verdiğinde parmağına bol olsa da yine de hiç düşürmemiş, asla parmağından çıkarmamıştı. Onu kaybettiğini dün gece yatmadan önce fark etmiş, sabaha kadar doğru düzgün uyuyamamış, sabahın köründe aklına gelen her yeri aramıştı. Hala daha arıyordu. Ağlayarak arıyordu! Fatoş'la kahvaltı masasında oturmuşlar, onun yanında mutsuz ve gergin olduğunu belli etmemeye çabalasa da olmuyordu. Ona yemeğini yediren hemşire Vildan'a bakarken, birden aklına gittiği sahil geldi. Evet kesin orada düşürmüştü. Geriye başka ne seçenek kalıyordu ki? Islak parmakları arasından kaymış olabileceği çok yüksek ihtimaldi. Bugün otelde çok işi olsa da hızla ayağa kalktı. Hiç bir iş yüzüğünden daha önemli olamazdı! "Benim çıkmam gerekiyor Vildan." diyerek Fatoş'u başının üzerinden öptü. Vildan onun telaşlı ve üzgün halini fark etmişti fakat daha ne olduğunu soramadan Reyhan ortalıktan kayboldu. Genç kadının üzerini değiştirmesi ve arabasına binip, sahile doğru yola çıkması çok uzun sürmedi. Yüzüğü bulması çok zor bir ihtimal olsa da oraya gidip bakmak istiyor, küçük bir umut bakması gerektiğini fısıldıyordu. Öyle üzgündü ki şayet bulamazsa üzüntüsü hiç bir şekilde geçmeyecekti. Pencereden içeri sızan temiz hava, kuş sesleri, huzur dolu bir sessizlik, doğanın muhteşem kokusu ile uyanmak kadar güzel hiç bir şey olamazdı. Uzun zamandır böyle deliksiz ve rahat uyduğunu hatırlamıyordu Tarık. Dün akşam Doğan'la yediği yemek sonrası bir süre pencerenin önüne koyduğu koltukta oturmuş, son sayfasına çok az kalan kitabını okumuş, sonrasında yatağa girmiş ve bu saate kadar hiç uyanmamıştı. Hala yatağın içinde, yarı açık gözleri ile pencereye doğru bakıyordu. Üzerinde sadece baksırı vardı ve çıplak tenini okşayan esinti ince tül perdenin arasından sızarak kendisine ulaşıyor, bu bedeninde hoş bir huzur duymasına yetiyordu. Yatağın yanındaki komidinin üzerinde duran kitabına gözleri kaydı. Nereye giderse gitsin, valizinden eksik olmayan tek şeydi kitap. Tıraş takımını, en sevdiği gömleği, sürekli taktiği saatini yanına almayı unutabilirdi ancak okumaktan keyif aldığı, bazen cümlelerin arasında kendini bulduğu kitaplarını asla unutmazdı. Okuma alışkanlığını lise yıllarında kazanmış, yurt dışında yaşamaya başladığı zaman bu alışkanlık vazgeçilmez bir tutku haline dönüşmüştü. Dilinden ve ruhundan anlamayan insanların arasında dost olarak gördüğü tek şey kitaplar olmuştu. Takıldığı büyük bir kütüphane ve sürekli kitap aldığı kitapevleri vardı. İngilizcesini de bu şekilde ilerletmiş, gayet iyi konuşuyordu. Amerika da yaşamak için dil bilmek kesinlikle gerekiyordu. Dün akşam okuduğu kitapta da kendinden, hayatından, yaşamak için şavaşmamız gereken dünyadan bir çok şey bulmuştu. İlk sayfalarda bağlandığı roman su gibi akıp gitmiş, yazarın anlatım tarzı, kurgusu, başkarakterleri içinde yer etmişti. İç burkan, can yakan, sorgulayan, sorgulatan bir kitaptı Algernon’a Çiçekler.  Charlie ile birlikte o hüzünlü, o ürkek yolculuğa çıkılmalı, onunla birlikte geçmişi ve anı yaşamalıydı. Yazarı Daniel Keyes, IQ’su çok düşük olan Charlie karakterini, zeka seviyesini arttıracağına inanılan bir ameliyatın ardından doktorların her gün yazmasını istediği raporlarla tanıtıyordu okuyucuya. Kurgu açısından muhteşem olan bu kitap Charlie’nin dilinden yazılmış olmasıyla daha da güzeldi. Charlie tarafından “ilerleme raporu” olarak tanımlanan bu raporlarda Charlie’nin yaşantısına, anılarına, duygularına gitti. Ne kadar empati kurabilsek de asla aslına yaklaşamayacağımız, yaşanmışlıklarına ya da yaşayamadıklarına yol alırken kendi hayatımızı sorgulamamız... Tek isteği akıllı olmak olan, herkesi seven, herkes tarafından sevildiğini düşünen, anıları olmayan 32 yaşındaki bu küçük adamın, çabalarına, heyecanlarına, korkularına, o el değmemiş, kirletilmemiş masumluğuna şahit olmak inanılmazdı. Her şeyi günlüğüne yazabilen Charlie’nin ameliyat sonrasında ki gelişimiyle birlikte değişen duygularını, saklamak zorunda hissettiği düşüncelerini, nefreti hissedebilmesini, bilgiyi sorgulamaya başlamasını, ukalalığını, kimseyi beğenmeyen tavırlarını Charlie’nin dilinden öylesine derin anlatmış ki Daniel Keyes, anlayabilmekten, hissedebilmekten öteye geçiriyordu okur. Charlie ile değişiyor, onunla hüzünleniyor, gelgitlerini, korkularını, çelişkilerini, kâbuslarını, iki uç noktadaki yalnızlıklarını onunla birlikte yaşıyordu. Hangisi daha kötü; bilmek mi, bilmemek mi?  Bilgi birikimimiz arttıkça, gelişmişlik düzeyimiz, algılama yeteneğimiz yükseldikçe mi kaybediyoruz acaba masumluğumuzu? Büyüdüğümüz de bu yüzden mi kirleniyor dünya? Gözleri yine pencereye kaydı. Böylesi güzel bir dünyayı kirleten insanların nasıl aptal olduklarını düşündü. Sadece birbirimize değil, doğaya, hayvanlara, bitkilere her şeye zarar vermekte üzerimize yoktu. Az konuşan, çok düşünen, az yemek yiyen, yeteri kadar uyuyan bir adamdı Tarık. Yalnız kalmayı seviyordu. Yirmi sekiz yaşında yaptığı ve bir yıldan az süren evliliği, evli bir adam olmayı asla beceremeyeceğini düşündürmüş, boşandıktan sonra hiç bir kadınla yeniden evlenme planı yapmamıştı. Hala aynı fikirdeydi. Bazı erkeklerin bir kadının eşi olmayı, onu mutlu etmeyi, onunla aynı frekansta olmayı başaramıyorsa, evlenerek o kadının hayatını zindana çevirmeye hakları yoktu. Emily güzeldi. Bakımlı, beş dil bilen, iyi bir okuldan mezun, hayalleri olan, genç bir kızdı o zamanlar. Hayatı moda ve giysilerden öteye gidemeyen, iyi bir tasarımcıydı. Hayallerinden bir gün ünlü bir modacı olmak geçiyordu. Tek hayaliydi... Çocuk düşünmüyordu. Çocuk sahibi olursa planlarının ve bir gün ulaşmak istediği son noktanın asla gerçekleşmeyeceğine inanıyordu. Onu sevmiş miydi? O zamanlar bu soruyu soran biri olsa evet derdi ancak şuan ki adam hayır diyordu. Ağabeyinin ölümünden sonraki yalnızlık hissinin verdiği bir hataydı onunla evlenmek. Emily de kendisi gibi düşündüğü için birbirlerine düşman olmadan ayrılmışlardı. Tüm günü yatakta geçirmeye niyeti yoktu. Usulca doğrulup, ayaklarını parke zemine dayadı. Spora alışkın bir beden, bunun ihtiyacını duyduğu için, aklından geçen yürüyüş yapmak sonrasında kahvaltı etmekti. Doğan'dan hala ses çıkmadığına göre, muhtemelen uyuyordu. Bu düşünce ile valizine yöneldi. Altına dizlerinin bir karış üzerine gelen bir şort ve üstüne de bir tişört geçirdi. Spor ayakkabılarını da giyip, banyoya girdi. Saçları çok uzun değildi ama başının arkasında küçük bir tutam halinde toplayabiliyordu. Ellerini, yüzünü yıkayıp, dişlerini fırçaladı. Saçlarını da topladı ve cep telefonunu şortunun cebine koyup odadan dışarı çıktı. Samanlıkta iğne aramak gibiydi kumsalda yüzük aramak. Ve kumsal adeta insan seliyle doluydu. Daha arabadan inmeden, camdan sahile bakarken, burada yüzüğünü bulacağına dair tüm umudunu kaybetti Reyhan. Yanaklarından süzülen yaşların sebebi yine bir kayıptı işte! Üç yıldır mutluluktan ağladığı tek bir an bile hatırlamıyordu. Ağlamadığı bir an var mıydı? Sabah ilacını almasaydı belki de şuan daha çok yıkılmış bir halde olurdu. Ve Kerime dün şu sözleri söylemeseydi... "Yüzük sen de olsa da olmasa da bu Fırat'a olan sevgini etkiler mi? İnsanı birbirine bağlayan eşyalar değildir Reyhan. Kalptir..." Dün burada kendini öldürmek için hiç olmadığı kadar emin adımlarla denize doğru ilerlemiş, ama bir his, bir korku ve yaşamasının tek sebebi Fatoş için vazgeçmişti. O anı hayal meyal hatırlarken, yanında biri belirmişti. Bir adam... Yüzünü hatırlamıyordu. Sadece varlığını hissetmiş, eşyalarını onun eline verdiğini sonrasında fark etmişti. O adam nereden geldi, ne zaman geldi bilmiyordu ama niçin geldiğini anlamıştı. Şayet ölmek için ileri gitseydi, onun kendisini kurtarmaya peşinden geleceğinden garip bir şekilde emindi. Nasıl emindi? Emindi işte! Onu bir kez daha görse asla tanımazdı. Sadece iri cüssesini, yanık tenini anımsıyordu. Dün gece Fatoş uyurken odasına girmiş, onun yanına uzanmış ve saçlarını okşarken ona bir söz vermişti. "Seni bırakıp asla gitmeyeceğim." Bu sözü tutacaktı! Ormanın içindeki yürüyüş yolu boyunca koşuyordu Tarık. Yaklaşık yarım saattir hiç mola vermemişti. Ciğerlerini dolduran temiz hava ve doğanın muhteşem kokusu, sessizlik ve insana umudu hatırlatan bir an... Üzerindeki tişörtün sırt kısmı sırılsıklamdı. Bir ağacın altında durup, sırtını ona yaslayarak alnından sızan teri sildi. Aynı yol üzerinde yürüyüş yapan bir kaç kişi de kendisi gibi terlemişti. Yanından geçen iki kadının beğeni dolu bakışlarını görmezden gelip, geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Her girdiği ortamda dikkatleri üzerine toplayan bir adam olmak onun kaderiydi. Amerika'daki arkadaşları her türk erkeği senin gibi ise şayet tarihinizdeki savaşları neden kazandığınız belli oluyor derdi. Oda şu cevabı veriyordu. "Bizim başarımızın nedenini sizin anlamanız çok zor. Çünkü bir Türk bedeni ile değil, zekası ile dünyayı dize getirebilir." Otelin bahçesine girdikten sonra telefonu çaldı. Arayan Doğan'dı. "Günaydın Tarık." "Günaydın." "Kahvaltıya indim. Sen neredesin?" "Duş alıp geliyorum." "Tamam." Kaldığı eve giden yola girdiğinde adımları daha yavaştı. Yeni güne başlayan oteldeki müşterilerin çoğu kahvaltıya gidiyor, bir çoğu da bahçenin içindeki masalarda keyif çaylarını içiyorlar, etrafta koşan her yaştan çocuğun neşeli sesleri geliyordu. Burayı sevmişti. Daha çok ailelere hitap eden yapısını, insana evindeymiş gibi hissettiren havasını ve güzelliğini beğenmişti. Böyle bir yer açmayı düşünebilirdi. Yine buranın sahibi gibi açtığı yerde evi de olabilirdi. Amerika'daki kafeyi satmayı şimdilik düşünmüyordu. Türkiye'de her hangi bir yerde yine o tarz bir yer açacaktı ancak daha nerede olacağı konusunda karar vermemişti. Ve acelesi de yoktu. Sanki uzun süredir yapmak istediği bir tatile çıkmış gibi hissediyordu kendini... Dün buraya gelip, odasına yerleşince bu tatile ihtiyaç duyduğunu çok fazla hissetmişti. Doğan ne kadar kalacağını sormuştu, ona bilmiyorum dese de şu an karar vermişti. Kalacaktı... Belki de sıkılana, aradığı cevapları bulana kadar kalacaktı. Restorantın yanındaki yoldan geçerken, yüksek ve rahatsız edici bir ses duydu ve o tarafa doğru baktı. İçinde tam olarak kaç kişi olduğunu sayamadığı küçük bir kalabalık toplanmış, gelen sese bakılırsa bir tartışma yaşanıyordu. Bir kaç adam sürekli bağırıyor, diğerleri ona cevap verme telaşındaydı. Olayı görmezden gelip, bir iki adım atmıştı ki ses daha çok yükseldi. Kendini ilgilendirmeyen kavgalara dahil olmak adeti değildi fakat ingilizce konuşan birinin derdini bağırarak anlatması ve dediği şeyi duyması çekip gitmesini engellemişti. "Asshole!" (K.çımın kenarı!) Bağıran her kimse Türk olmadığı kesindi. Anlaşılan o ki müşterilerden biri olay çıkarma niyetindeydi. Adam ve yanındakiler İngilizce konuşuyor, diğerleri ona Türkçe bir şeyler söylerken laf anlatmaya çalışsa da adamlar onları dinlemiyordu. Merakına yenik düşüp, o tarafa doğru yöneldi. Ağır adımlara restorantın içine girdi. "Get off!" (Defol git!) Üzerinde garson kıyafeti bulunan genci iterken bunu söyledi adam. Sarhoştu! Sarhoş olmasına rağmen gayet cesur davranıyor, yanındaki iki adamda onunla birlikte küfürler savuruyordu. "What the f**k are you?" (Sana ne?) "Bakın burada alkol satılmıyor." diyerek üç adamın karşına geçti bir diğer garson. Adamlar kibarlıktan yoksun ve fazlasıyla kaba davranırken, çalışanlar onlara kibar davranmaya devam ediyordu. "Ne dediğinizi anlamıyoruz beyefendi. Birazdan dilinizi bilen arkadaşımız gelecek." dedi başka bir garson çocuk. Adam elindeki boş alkol şişesini sallarken, garsonlar onların alkol istediklerini anlamışlardı ama alkol satılmadığını anlatamıyorlardı. Tarık onların bir kaç adım ötesinde, kahvaltılarını yapan diğer müşteriler gibi olanları izliyordu. "Lütfen oturun."dedi yine genç garson. Böyle adamları hayatı boyunca çok kez görmüştü Tarık. İçki onlar için günün her saati alınabilecek bir içecek olduğu için, buradaki yasak onları asla ilgilendirmezdi. Turist olarak gittikleri ülkelerde paraları ile ahkam kesmeye çalışırlar, canlarının çektiği her şey anında önlerinde olsun isterlerdi. Onların beden dilinden ve tavırlarından hiç hoşlanmasa da olayın ne yöne gideceğini merakla izliyordu. Sürekli bağıran ve küfür eden adam kendisi kadar olmasa da iri yapılıydı. Yanındaki dostlarının da ondan aşağı kalır yanı yoktu. "Odanıza gitmenizi rica ediyorum." dedi genç bir hanım oraya koşarak gelip ingilizce konuşarak. Beklenen kişi gelmiş olmasına rağmen, adamların tatlı dilden anlamadığını görebiliyordu Tarık. Üç adama karşı bir hanım, iki garson ve onları mutfak kapısından izleyen bir aşçı. Çok adil bir kavga olmadığı açıktı. "Shut up!" ( Kapa çeneni!) diyerek kadını tersledi adam. Birilerinin bir hanıma nasıl davranması gerektiğini bu adama kesinlikle öğretmesi gerektiğini düşündü Tarık. Hatta bu iş biraz daha uzarsa, bunu seve seve kendisi yapmaya hazırdı. Kendi işletmesinde bu tür kavgalar sık sık yaşandığı için buradakilere göre daha tecrübeliydi. Bir kaç adamı hastanelik edip, bir dünya para kefalet ödemek zorunda bile kalmıştı. Adamlardan biri elindeki boş şişeyi yere atıp, şişe ufak parçalara ayrılınca, asıl kavganın şimdi çıkacağı belli oldu. Garson genç elini havaya kaldırıp "Ne yapıyorsun lan sen!" diyerek kibar halinden sıyrılınca, diğer garson genç onun kolunu tutarak, adamların üzerine gitmesini engellemeye çalışıyor, görünüşe bakılırsa onlardan korkuyordu. Korkması da gayet doğaldı. Adamlar iki genci kolaylıkla alt edecek kadar güçlü görünüyorlardı. Ya da olay çıkmasın ve müşteriler rahatsız olmasın diye onları ikna etme derdindeydi. İnsan olana laf anlatılırdı! Kavganın büyüyeceğini anlayan bir kaç aile çocuklarını alıp, hızla dışarı çıkarken, yerinden hiç kımıldamayan tek kişi Tarık'tı. Bakışları üç adamın üzerinde geziniyor, onların her hareketini gözünü kırpmadan izliyordu. Sabrının sınırlarının zorlandığını hissetse de şimdilik sadece bir izleyici olarak bekledi. "Polisi arayacağım."diyerek oradan uzaklaşan genç hanımın ardından olayı çıkaran adam onlara kafa tutan gence, o daha ne olduğunu anlamadan sert bir yumruk attı ve genç kendini yerde buldu. Diğer adamlar ondan güç almış olacaklar ki iki garsonun üzerine yürümeye başladılar. Diğer genç yere düşen arkadaşına yardım etmek için elini ona doğru uzattırken, ağır küfürler ve birbirinin suratını dağıtmak isteyen adamlar onları rahat bırakacağa benzemiyordu. Güzel başlayan sabahı anlaşılan güzel devam etmeyecekti Tarık'ın. Sabah sporunu yapmıştı ama bir spor faaliyeti daha hiç fena olmazdı. Gençlerin önüne geçtiği anda üç adamın da bakışları ona doğru kaydı. Suratlarındaki ifadeye bakılırsa, herkese kafa tutacak kadar kendilerine güveniyor gibi görünseler de iki garsondan daha iri ve daha sert duran adama bakarken, biraz olsun çekindiklerini belli ettiler. "Get the f*ck outta here!) (Buradan s*ktir git) İçlerinde en cesur görünen ve zaten olayı ilk çıkaran adamın sözlerinin hedefi Tarık'tı. Gençlerin önünde dikilmiş, oldukça rahat görünen ve onlara meydan okuyan adamın kendilerinden korkup geri adım atacağını düşündüler ancak Tarık onlara doğru ağır bir adım attı. "I give you one last chance to go before kicking your trashy asses, guys!" (Beş para etmez kıçlarınızı tekmeleden önce gitmeniz için son bir şans veriyorum beyler!) dedi Tarık yarı alaycı yarı ciddi bir sesle. Şaka yapmıyordu. Kavga çıkarmak adeti olmasa da kavgadan kaçan bir adam asla olmamıştı. Adamlar bu sözün üzerine kahkaha atarak birbirlerine bakarken, restoranta koşarak giren adamın gür sesi duyuldu. "Ne oluyor lan burada?" Tarık arkasında duran garsonların Nazım Usta dediklerini duyunca, kapıdan giren adama daha dikkatle baktı. Aradığı adamdı Nazım. Sonunda onunla karşılaşmıştı. Nazım olanları duyar duymaz koşarak gelmiş, burnundan soluyor, adamlara kızgın bir boğa gibi bakıyordu. Burada çok büyük olaylar asla yaşanmazdı. Alkol satmamalarının nedeni de bir anlamda buydu. Bu üç adam otele dün gece yerleşmişler, anlaşılan o ki kurallarının neler olduğunu anlamamışlardı. Nazım'ın da kendisi kadar iri, aynı zamanda cesur biri olduğunu görüyordu Tarık. Hatta kendisinden daha kilolu ve sert duruyordu. Buna rağmen turist olan üç adam geri adım atmadı. Tarık yüzünü hedef almış yumruğu havada yakalayıp, adamın kolunu saniyeler içinde kıvırarak, sırtına yapıştırdı. Adamın sırtı göğsüne yapışmış halde, kolunu yerinden çıkaracak kadar etkili bir güçle sıkarken, kulağına eğilerek "You lost your chance, man..." (Şansınızı kaybettiniz dostum...) dedi ciddiyetle. " However, I warned you.) (Oysa sizi uyarmıştım.) Adam bir şeyler homurdandı ama anlamadı Tarık. Hemen sonra onu iki sert hamle ile yere bir çuval gibi yapıştırıp, tek ayağının altına aldı. Ve bakışları diğer iki adamı aynı anda oraya buraya atan ve bunu yaparken de bilindik bir kaç küfür savuran Nazım'a kaydı. İşte asıl kavga şimdi başlamıştı. İki garson önlerinde olanları keyif ve şaşkınlık ile izliyordu. Üç adam ve onları olay çıkardıklarına pişman eden iki adam. Havada uçan tekmeler, yumruklar, kırılan iki sandalye, bir masa... Her şey bittiğinde duyulan tek ses, fena halde dayak yiyen üç turistin inleme sesleriydi. Üçü de yere kapaklanmış, çektikleri acıyla inlerken, onları bu hale getiren iki adam yana yana gelmiş, nefes nefese onlara bakıyordu. "Sizi paket halinde mi yoksa parça parça mı def edeyim?" dedi Nazım hala öfkeli olan ses tonuyla. Hemen sonra yanında dikilen adama döndü. "Onların anladığı dili biliyorsun sanırım. Ne dediğimi çeviriver hele..." diye devam etti. Tarık belli belirsiz gülümseyerek, adamlara baktı. "The f**k it!" (S**rin gidin!) dedi alçak bir sesle. Nazım genç adamın ne dediğini anlamıyordu ve merak etti. "Ne dedin ki?" "Yolunuz açık olsun dedim."derken burnunun ucunu kaşıdı Tarık. "Umarım hizmetimizden memnun kalmışsınızdır." "İki cümleyle mi? Ne garip bir dil bu ingilizce ya..." Ona inanmıştı Nazım. "Biz boşuna çenemizi yoruyoruz desene." Bir kaç dakika sonra o adamlardan geriye hiç bir iz kalmamış, garsonlar dağılan yerleri toplama derdine düşmüştü. Nazım da henüz tanışmadığı ama delikanlı tavrını beğendiği adamın kapıdan çıkmak üzere olduğunu gördü ona doğru seslendi. "Hey arkadaş! Bekle!" Kendisine seslenen adama döndü Tarık "Bana mı dedin?" "Sana dedim tabii... Adın ne demiştin?" "Tarık." "Ben de Nazım." Başını salladı Tarık. "Bir bardak demli çaya ne dersin Tarık?" Bir kaç saniye ona bakarak düşündü Tarık ve cevap verdi. "Asla hayır demem." "Ben de demem." Onlar sohbet ederken, kapıdan giren ve kollarını göğsünün üzerinde birleştirmiş, bakışları iki adamın üzerinde gezinen kadının sesini duydular. "Birisi bana burada ne olduğunu anlatabilir mi acaba?"derken dudaklarını birbirine bastırmış, gözlerini kısmış, tek ayağının ucu ile yeri vuruyordu Reyhan. Tarık bir iki adım arkasında duran kadına döndüğü anda, onunla göz göze geldi. Az önce yüzüne yumruk yememişti ancak şimdi o yumruğu yemiş gibi sarsılıyor, ayakta durmakta zorlanıyordu. Oydu! "Selam Reyhan."dedi Nazım gülerek. Dün sahilde gördüğü, gün boyu hatta gece ve hatta bu sabah ister istemez aklına gelen kadın şimdi tam karşısında, yüzünde sinirli bir ifadeyle onlara bakıyordu. Ve adını öğrenmişti Tarık. Reyhan... ***
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE