Öfkelendiğim zamanlarda ilk hissettiğim ağır bir yorgunluk hissi olur önce. Gözlerimi kapatıp olduğum yere kıvrılmak gibi delice bir istek duyarım. Daha sonra ise sağ kolumda bir uyuşma hissi. Rahatsız etmeyen ama hoşuma da gitmeyen bir duygu olur bu. Öfkemi yönelttiğim kişinin gözlerine bakarım sertçe. Bu yaptığının beni sinirlendirdiğini ve benim de onu kıracağımı gösteren bir işarettir aslında. Konuşmalarımı savaşa hazırlamadan gözlerimi sürerim öne. Eğer hala anlaşılamamışsam- ki bu pek olmaz- karşımdaki insanı zayıf noktalarından vurmaya başlarım tek tek. Söylediğim her söz yerini ateşli mızraklar gibi tam on ikiden vurur. Yakıcıdır. Ve son aşamam ise o kişinin umurumda olmadığını hissettirmektir.
Koridorda ilerlerken fark ettiğim ilk şey öfke halindeki kontrollü tavırlarıma sert bir darbe aldığım oluyor. Eskisi gibi sağ kolumun yerine sol göğsümün rahatsız edici bir halde uyuşmak değil de karıncalandığını hissediyorum. Ama aksine garip bir şekilde enerjik de hissediyorum kendimi. Ahmet Bey’in odasına girmeden önce birazcık olsun gömleğimi temizlemek için lavaboya girince aynada öfkeden kızaran yüzüme bakıyorum. “aptal herif” diye söylenmeyi de ihmal etmiyorum o öküze.
Lavabodan çıkar çıkmaz Ahmet Bey’in isminin yazdığı kapıya yöneliyorum. Kapıyı çalar çalmaz tok bir sesle alıyorum gel cevabını. İçeriye girip yapmacık da olsa bir gülümseme koymaya çalışıyorum yüzüme ama biraz önce yaşadığım sinir harbinden dolayı bu pek mümkün olmuyor. Ahmet Bey ise koltuğundan nazikçe kalkıp elini uzatıyor bana.
-Zeynep Hanım değil mi? tam saatinde buradasınız. Hoş geldiniz. Diyor ve aynı anda gözü tam temizleyemediğim lekeli gömleğe kayınca garip bir şekilde açıklama isteği duyuyorum.
-Biraz önce asansör çıkışında biri çarptı da bana. Diyorum sanki adam suçluymuş gibi ona tıslayarak.
-Söyleyelim size bir şeyler getirsinler olmaz böyle çıkınca üşürsünüz. Deyip telefona uzanınca itiraz etmem gereken yerde şaşırıyorum sadece. Bu adam gerçekten üşümeyeyim diye mi yapıyor bunu yoksa harika bir oyuncu mu karar veremiyorum bir türlü.
Kapının çalmasıyla kararsızlığım son bulurken gelen genç bayanın bana uzattığı tişörte bakıyorum. İzin isteyip lavaboda onu üstüme geçirirken bu kumaşın garip bir şekilde hoş koktuğunu ve bunun hızla insanı sarmaladığını fark ediyorum. Hani bazı anlar canınız bir şey ister ama siz ne istediğini bir türlü dillendiremezsiniz. İşte tam öyle bir koku bu. Nasıl koktuğunu anlatacaksınız ama hangi kelimenin nerede durması gerektiğine bir türlü karar veremiyorsunuz. Bana bol gelen tişörte bakıp bu saçma düşünceden arınmak için kafamı sallıyorum ve odaya geri dönüyorum.
Masadaki dumanı tüten kahveleri görünce öfkemin yavaşça benden uzaklaştığını görür gibi oluyorum. Bana gösterilen yere oturup can kulağıyla dinliyorum Ahmet Bey’i.
-Şirket bünyesine ilk kez internet üzerinden tanıştığımız birini alıyoruz. Pek doğru bulmadığım bir karar aslında. Sadece küçük bir yenilik olarak görüyorum bunu. Kesin dönüş yaptınız değil mi?
Kahvemden bir yudum alıp cevap veriyorum:
-Burada bir ailem var. Yanında olmam gereken insanlar. Bu yüzden kesin dönüş yaptım ve kesinlikle emin olabilirsiniz bu kararınızdan pişman olmayacaksınız.
-Aslında öncelikle oğlumla çalışmanızı istiyorum. Organik tarıma geçişimiz ile beraber daha fazla rakibimiz oldu. Bu da daha fazla dava demek tabi. Diyor neredeyse mutlu olan bir ses tonuyla.
-Tabii. Siz nerede çalışmamı uygun görürseniz.
-Yalnız oğlumla çalışmak biraz zordur yani gerçekten bazen çıldırtan bir adam olabilir. Deyince hızla cevap veriyorum.
-işlerinde titizlenen insanlarla çalışmayı severim.
Küçük bir kahkaha atınca şaşırıyorum ama o bana aldırmadan devam ediyor.
-Aslında tam tersi Zeynep Hanım. Oğlum çalışmaktan nefret eder ve ben sizden oğlumu çalışmaya zorlamanızı istiyorum.
Ben söylediklerini idrak etmeye çalışırken kapı açılıyor. Hem de çalınmadan. Aynı anda kafalarımızı kapıya çevirince zümrüt yeşili gözleri görüyorum tekrar ve çatılan kaşlarıma engel olamıyorum. O da beni görür görmez sinir bozucu gülümsemesini konduruyor dağıtmak istediğim suratına.
-Ben de tam eve gidiyordum baba sorun ne? Diyor bu sefer bakışlarını Ahmet Bey’ e çevirirken ve hangisine şaşıracağımı bilemiyorum. Gerçekten oğlu muydu acaba? Ve bu adamın hangi yemeği bile sevdiğini bilip, bana ezberleten amcam neden bir oğlu olduğunu söyleme zahmetinde bulunmamıştı?
-Gel Kerem gel. Zeynep Hanım’la tanış. Uzun bir süre beraber çalışacaksınız. Deyince benim biraz önce yaşadığım şaşkınlığın aynısını görüyorum onun yüzünde.
-Çalışacağız? Diyor tek kaşını kaldırarak. O zaman anlıyorum Ahmet Bey’in söylemek istediğini. Bu adam gerçekten nefret ediyor çalışmaktan. Hatta şirkete de öylesine uğradığına eminim. Babasının verdiği kararı da şu an duyuyor gibi bakıyor babasının suratına.
-Evet Kerem. Yani demek istediğim senin de çalışacağın. Ve bu konuda Zeynep Hanım’ı zorlamayacağını umuyorum Kerem. Bir süre sonra sadece seninle değil, tüm şirket bünyesinin davalarıyla ilgilenecek çünkü. Diyor neredeyse emir veren bir ses tonuyla.
-Nedense benim onu değil de, onun beni zorlayacağını düşündüren garip bir his var içimde. Deyip sağ elinin başparmağını uzatıyor bana.
Sanki ben burada değilmişim daha da doğrusu masadan bahseder gibi benden bahsetmesi yine sinir uçlarıma baskı uygularken yerimden kalkıyorum. “Nasıl sinir bozucu bir adam olduğu önemli değil. Başa çıkabilirsin. O arşive inmek için şimdiye kadar aştığın engelleri düşün. Bunu da aşarsın.” Diyen iç sesimle beraber daha kontrollü olan halime geri dönüyorum.
Ahmet Bey’in uyarı dolu bakışları Kerem’in bedenini süzerken, gözlerini devirerek bana dönüyor Kerem. Yüzüne daha az sinir bozucu ve oldukça yapmacık bir gülümseme koyuyor. Ben ise kaşlarımı kaldırmakla yetiniyorum. Ona açıklama yapmadan benimde onunla beraber çalışmak istemediğimi anlamasının bir yolunu arıyorum ama düşünen bütün hücrelerim beni kontrol altında tutmaya çabaladıkları için bu pek mümkün olmuyor. Kerem pes etmiş şekilde bana elini uzatıp:
-Kerem ben. Yarım saat öncede söylediğim gibi. Diyor yine öfkemi ona bakması için zorlayarak.
Uzattığı eli tutmasam mı acaba diyorum kendi kendime. Ama Ahmet Bey’in beklentiyle bana dönen gözlerine karşılık elim yarım yamalak da olsa tutuyor Kerem’in elini.
-Zeynep. Diyorum sadece ve elimi çekiyorum hızla. O sırada Ahmet Bey çalan telefonuna bakmak için odadan çıkınca yalnız kalıyoruz.
Garip bir şekilde rahatsız oluyorum bu durumdan. Yerimden kıpırdanınca Kerem gözlerimi üzerimde gezdirip kocaman bir kahkaha atıyor. Anlamsızca suratına bakıyorum.
-Ya, gömleklerimin kadınların üzerinde güzel durduğunu görmüştüm ama tişörtümün de bu kadar güzel duracağını hiç düşünmemiştim. Hem de giyinik bir kadının üstünde. Deyip gülmeye devam ederken hiç düşünmeden:
-Senin mi bu? Diye soruyorum tişörtün belini çekiştirerek. Sesimde şaşkınlığın yanında ki öfkeyi bir tek ben mi anlayabiliyorum acaba diye düşünürken Kerem yine bütün ukalalığıyla koltuğa geçip eliyle üzerimi işaret ediyor.
- Çıkar istersen.
Oturduğu masaya yaklaşıp yüzümü yüzüne yaklaştırıyorum. Şaşırsa da çabuk toparlanıyor. Ellerimi masanın iki yanına koyup tüm öfkemi ona yönlendiriyorum.
-O gözlerini üzerimden çek zira onları yerinden sökmek için nasıl delice bir istek duyduğumu bilemezsin. Diye gerçek bir tıslama hediye ediyorum ona.
Kerem geri çekilip ellerini teslim olur gibi kaldırıyor havaya.
-Sakin ol şampiyon. Şaka yapıyorum sadece. Ama yalnız çok kızardın söyleyeyim. Tam olarak üç dakika süresince pişmiş domatese benziyorsun. Deyip parmağıyla suratımı işaret ediyor.
Masadan hızla uzaklaşıp kendime nefes almak için süre tanıyorum. Bu adamın beni bu kadar öfkelendirmesini kabul edemiyorum bir türlü. Sakinleştiğimden emin olunca:
-Yarın saat sekiz buçukta neler yapacağımızı konuşmak için toplansak iyi olur. Burada olacağınızı tahmin ediyorum. Diyorum eski ses tonumla.
-Bu kadar acımasız olma. Ben daha yeni yatmış oluyorum o saatlerde.
-E madem zorlanacaksınız hiç uyumadan direk şirkete gelirsiniz. Malum babanız bu konuda size güveniyor. Deyip üstü kapalı tehdit cümlelerini de ekliyorum.
-Bence babanızı üzmek istemezsiniz. Deyince garip bir şekilde hızla ciddileşen yüz ifadesini izliyorum Kerem’in.
Vereceği ukala cevaba kendimi hazırlarken sadece kafa sallamakla yetiniyor bana. Şaşırsam da en azından daha sonra onun bu konuda sinirlerini bozabileceğimi düşünüp zafer gülümsememi yerleştiriyorum yüzüme. Odadan çıkarken masadaki lekeli dosyalarımı da alıp arkama bakmadan bugünkü son konuşmamı yapıyorum Kerem’e.
-Yarın görüşürüz o zaman. Sekiz buçukta.
Cevabını beklemeden odadan çıkıyorum. Asansöre yaklaşırken Ahmet Bey’i görüp ona gideceğimi haber veriyorum. İncelediği dosyayı bırakıp ertesi gün ve daha sonrası için hazırlanan odamı tarif etmesi için birini gönderiyor benimle.
Bir alt kattaki odaya girince ilk hissettiğim derin bir ferahlama hissi oluyor. Ahmet Bey’in odasındaki koyu renk hâkimiyetine inat krem renginin sizi sarmaladığını hissediyorsunuz. Sanki çalışma odası değil de bir terapi odasını andırıyor bile diyebilirim. O yüzden odayla konuşmak gibi saçma bir düşünce geçiyor içimden. L seklinde kocaman bir masa var, tamamen cam olan duvarın önünde. Masanın iki ucunda siyah renkli iki deri çalışma koltuğu. Masanın iç kısmı diyebileceğim yerde de misafirler için modern cam bir sehpa ve rahat dört sandalye. Odanın diğer tarafı ise beni şaşırtan bir koltuk takımıyla tamamlanmış. Koltuklar İstanbul manzarasının görülebilmesi için özenle yerleştirilmiş. Çalışma masasını tamamlamak için bunlarda koyu renk. Ama sizi boğan bir koyuluk değil bu, tam tersine birbirlerini tamamlayan iki büyük yapboz parçası gibi açık renk duvarla olan uyumları.
-Neden iki çalışma koltuğu var?
-Kerem Bey de burada çalışacak. Beraber çalışmanız için yeni dizayn edildi. Normalde kullandığı oda tam karşısı ama sizinle çalıştığı sürece burayı kullanacak. Diyerek açıklıyor sorduğum soruyu.
Dosyaları bırakıp danışmadaki sekretere gülümseyerek çıkıyorum şirketten. Biraz yürüyünce sahile gitmek istediğimi fark edip geçen bir taksiyi durduruyorum. Sabah ki şoförümün inadına çok daha genç şimdiki. Yirmi var mıdır acaba diye düşünmeden edemiyorum.
-Ehliyetin var mı senin? Diye soruyorum dizginleyemediğim merakımla.
-Tabi abla merak etme sen iki yıl oldu alalı. Deyip derin bir nefes alıyor.
Onunla ilgilenmeden camı açıyorum yavaşça. Büyüleyici sahil kokusunun bütün hücrelerime yapışıp kalması için aldığım nefesi birkaç saniye tutup yavaşça veriyorum.
-Âşık olunacak şehir burası be abla. Diyor bu sefer dertli dertli. Ben cevap vermeyince de devam ediyor.
-Bazen nefret edersin sana bu şehrin verdiklerinden. Çünkü verdiği her şeyi katlayarak geri alır. Ama yine yavru bir ceylan gibi bu şehrin eteklerinde dolanır durursun. Vazgeçemezsin ondan. Bilirsin yine alacak senden verdiği her şeyi ama sevinçle karşılarsın. Deyince küçük bir gülümseme oluşuyor yüzümde. Bu şehrin taksicileri hep böyle mi acaba diyorum içimden.
-Çok mu âşıksın yoksa sen? Diye sormadan edemiyorum.
-Sen değil misin ki abla? Diye soruyor soruma cevap vermeden.
Alaycı bir gülümseme yüzümde dans ederken düşünmeden cevap veriyorum.
-Değilim tabi. Ne bu şehre ne de bana vereceklerine. Çünkü bu hayatta birine ya da bir şehre duyacağın aşktan daha önemli şeyler var. Deyince merakla aynadan bana bakıyor genç şoför.
-Ne gibi abla? Sorusunu cevaplamak için önce derin bir nefes alıyorum.
-Almaya yemin ettiğin ve seni ayakta tutan bir intikam gibi.