Bir kadın gibi gardrobun önünde ne kadar uzun kaldığımı hiç düşünmeden bir kaç kıyafet giyip giyip çıkarmama rağmen kendime en yakışanı bulmam epey zor oldu. Özgüveni sağlam insanların dış görünüşleri ile pek dertleri olmadığı söylenir. Sözde özgüvenim sağlamdı benim, bunu aşka düşmeden önce söylediklerinde eyvallah da aşk başka türlü bir şeymiş...
Netice itibariyle bahara uygun keten koyu yeşil bir pantolon, beyaz bir tişört ve lacivert keten bir ceket giyip çıktım. Aklımda sadece gittiğimde söyleyeceğim cümleler yoktu aklımda karşısında iradeli olmak, onun aklını söz verdiğim gibi karıştırmamak ve dilediğim kadar gözlerine bakmak vardı.
Yol üzerinden bir demet papatya aldım. Biliyordum severdi; eğer zevkleri de beni unutan hafızası gibi deformasyona uğramadıysa, papatya en sevdiği çiçekti...
Gittiğimde her zaman oturduğu o masaya oturmuştu. Beyaz elbisesinin içinde darmadağınık topladığı saçlarını zarif uzun parmakları ile karıştırırken denize doğru dönmüş yönünü, mehtabı izliyordu. Yanına kadar gittim...
"Merhaba!" dedim.
Sanki beni beklemiyormuş gibi irkildi bir an ama sonra kalktı sandalyesinden:
"Merhaba, hoşgeldin." derken elini uzattı. Sanırım elini sıkmam gerekiyordu. Oysa beni görür görmez boynuma sarılırdı...
"Senin tiner kokuna bayılıyorum." derdi, yada ona benzer şeyler işte, her neyse...
Elini sıktım... Çiçekleri uzattım, tebessümle teşekkür etti, karşısına oturdum. Papatyaları masanın kenarına koydu.
"En sevdiğim çiçek papatyadır." dedi.
Zaferin tiz çığlıklarını içimde taşırken aklını karıştırmamak için verilmiş sözümü tuttum, sustum!
"Nasılsın?"
Bana soruyordu nasıl olduğumu?
"İyiyim, sen nasılsın?"
"Bildiğin gibi diyeceğim ama." dedi kıkırdayarak, gülüşüne karşılık güldüm. O gülüşün bende uyandırdığı o dipten en tepeye tırmanma hissini yaşadım uzun zamandan sonra.
Garson elinde mönülerle geldiğinde uzanmadı karton listelere:
"Lüfer istiyorum, ızgara." dedi.Garson, siparişi not alırken bana döndü, onun yanında alışagelmiş davranışımla aynı siparişi verdim ve rakı istedim. Kollarını masaya dayadı:
"Sevgilin güzel kızmış." dedi, garson yanımızdan uzaklaşırken.
"Senin ki hiç yakışıklı bir adam değilmiş ama."
"O benim sevgilim değil ki nişanlım. Ayrıca son derece karizmatik bir adamdır, peşinde ne kadar çok kız var bir bilsen?"
Onunla bana karşı övünen tavrına içerlesemde bunun hiç zamanı değildi. Bende onun gibi kolumu masaya koydum:
"Ama o seni seçti." dedim gözlerinin içine bakarak. Başını sağa doğru eğdi, farklı bakış açısından izlemek ister gibi:
"Şanslı kızım değil mi?"
"Çok!"
"Adı ne sevgilinin?"
"Gözde."
"Ne iş yapıyor?"
"Barmen."
Arkasına yaslandı, yeni bakış açısı elde ederken:
"Değişik." dedi.
"Bende değişiğim."
"Öyle mi derler?"
"Eskiden birileri öyle derdi."
Kendisinden bahsettiğimi anlayıp gözlerini kaçırırken gülümsedi. Masanın üzerine konmakta olan mezelerin içinden bir dal roka aldı, narin parmakları ile ağzına tıktı, sonra yavan tadını bastırmak için limon sıktı üzerine bir tane daha yedi.
"Burayı sever misin?" dedi, elindeki bir dal rokadan yerken gene. Başımı olumlu anlamda salladım.
"Her zaman gelir misin?"
"Uzun zamandır gelmiyorum."
"Ne kadar uzun zamandır?"
"Beş altı aydır."
"Biz seninle beş altı ay önce tanışıyor olamayız."
Gülümsedim...
"Aklını karıştırmak yoktu hani?"
Omzunu silkti, umursamıyor gibi görünmeye çalışsa da beni görmeyi kabul etmesinin en büyük nedeni aklındaki sorulardı.
"Lüfer sever misin peki?" dedi hemen sonra. Sanki bir tarafı beni tanımaya çalışıyordu; ben bu adamın nesini sevmişim dercesine.
"Severim."
"Balık seversin yani."
"Evet... Ben senin sevdiğin her şeyi severim."
"Mesela?"
"Denizin yosun kokusunu mesela..." düşünmek için bir kaç saniyem olsa da, o koca dört ayın dolu dolu geçen her gününü aklıma getirirken sustum. Sonra devam ettim.
"Yazları sahilde uyuyup, sonra gece bir yarısı organ mafyası masalları ile korkup uyanmayı severim. Toprak kokusunu severim... Boyaları çıkarmak için tiner kokusunu severim."
Güldü: "Tiner koklamayı seveceğimi sanmam." dedi.
Önümüze gelen balıklarla sözlerimiz bölünürken, o iştahla yemeğe başladı. İçkisini koydum kadehine,
"İçki servisi yapan adamları da severim, mesela. " dedi.
Biliyorum demek istemedim gene... Kadehini kaldırdı, iyice büzdüğü dudakları, gökyüzüne çevirdiği bakışları ile:
"Unutulanlara içelim." dedi. Kadehimi kadehine vururken düşündüm de ben bu unutulanlara ne çok içmiştim?
Her zaman ki iştahı ile yemeğini yemeye başladı. O öyle yemek yerken ne çok severdim onu izlemeyi. İçkimden yudum yudum içerken balığımın hiç tadına bakmamış olmamı önemsemezdim bile.
Zaten ben yemek yemeyi bile Şirin ile sevdim ki, o yokken yeme alışkanlıklarımı da keyfimi de unuttum gitti...
"Eee?" dedi uzun uzun çiğnediği lokmasını yutarken:
"Resim çizmek dışında neler yapıyorsun?"
Şaka gibiydi her biri... Alay edercesine sormaya devam ediyor, bende cevap vermekten yorulmuyor gene de kabul ediyordum sorularını, veriyordum cevaplarını.
"Balık tutarım bazı zamanlar. Yani boşsam... Yüzerim."
Başını iki yana salladı:
"Ben yüzme bilmiyorum." dedi.
"Biliyorsun." dedim kendimden emin.
"Hayır." dedi istikrarla.
"Öğrenmiştin, kursa gitmiştin."
Güldü:
"Korkarım bir kere ben, fobim var!"
Üstelemedim.
"Halk eğitim kurslarında resim dersi veriyorum sonra, fotoğraf çekmeyi severim, aslında tembel herifin tekiyimdir, az uyur ama çok uzun düşünürüm."
"Ne düşünürsün?"
"Bir ara sadece seni düşünürdüm ancak artık düşünecek bir sürü şey edindim."
"Ne gibi?"
"İş güç işte, sanatçı olamadığım sanatımı düşünüyorum mesela, ne olacak bizim gibilerin hali diyorum, efkarlanıyorum bir sigara yakıyorum sonra bir sigara daha."
Yemek yemeyi bırakmıştı, böyle zamanlarda kızardı bana konuşup duruyorum onu yemekten alıkoyuyorum diye.
Ne çok severdi yemek yemeyi Şirin.
"Sigara mı içiyorsun?"
"Sen içmiyorsun. Hiç içmedin, bir ara başlasam mı diye düşündün ama sonra onun yerine içki içerim daha zararlı olur ama zararlarını bölüşürüm dedin."
Güldü, kendi söylediği sözün saçmalığında kendisi şen kahkahalar attı.
"Seni sigara içerken hiç hayal edemedim bak şimdi." dedi gülerken de.
Belki o an bir sigara yakıp onun hayal edemeyen aklını zorlamayabilirdim ama yakmadım. Balığımdan bir çatal aldım, ılık ama halen lezzetliydi. Birazdan epey bir hesap ödeyeceğim balıktan yemem şarttı. Hesabını ödediğim şeyleri sevmesem bile yerdim...Herkes gibi!
"Ege?"
Ancak, o balıktan bir çatal daha alamayacak kadar soluğum kesildi o an. Onun telaffuzuna şahit kulaklarım kendi ismimi kısaltılmış hali ile onun sesi ile duyarken, başımı kaldırdım.
"Nerelisin sen?"
Böyle sorular sormazdı Şirin. Bilirdi nereli olduğumu ama laf arasında söylemiştim ona ben. Anlatırdım oda dinlerdi hepsi buydu.
"Urfa!" dedim.
"Gayet batılı duruyorsun."
"Bunu daha önce de söylemiştin."
Sonra cümlemin gereksizliğine kızdım sustum!
"Açık tenlisin."
"Biz topluca esmer olmuyoruz Şirincim, bazılarımız da böyle açık tenliyizdir."
"Yakışıklısınız da galiba."
Bunu beklemiyordum... Evet Şirin bana güzel sözler söylemeyi severdi ama bu koşullarda halen sevip sevmediğini tartmam pek mümkün değildi.
"Hiç de mahçup olmuyorsun ama demekki yakışıklı olduğunu sık sık duyuyorsun."
Gülümsedim...
"Gülünce daha yakışıklı oluyorsun."
"Güleyim o zaman hep!"
"Sorun değil gülen insanları severim."
Gülmeyi sevdiği gibi...
Yemeğimize yeniden döndüğümüz bir sırada gene onun sorularından biri böldü beni.
"Çapkın mısındır sen?"
Beni tartıyordu sanki, soruları vereceğim cevaplara göre de şekil almıyordu üstelik, aklına göre soruyor cevabını alıyor ve bir sonrakine geçiyordu. Kendimi bir anketörün anket oyuncağı gibi hissediyordum ama memnundum halimden. Sabaha kadar sorsa sabaha kadar cevaplayabilirdim sorularını.
"Belki."
"Mesela aynı anda birden fazla kızı idare ettiğin oldu mu?"
"Oldu."
"Hadi ya, ne fena? Niye ki dürüst olsan ne kaybederdin?"
"Kızlardan birini."
"Kazandın mı şimdi?"
"Yoo, ama ben istediğimde kaybettim onlar istediğinde değil."
İşaret parmağını kaldırdı, bir şey söyleyecekken vazgeçti. Söyleyeceği şeyin kendi ile alakalı olduğunu düşünüp:
"Seni hiç aldatmadım." dedim.
Bakışları dondu!
"Biz sevgiliydik yani?" dedi.
"Bırak şu oyunu."
Oynadığı oyun değildi beni yoran, oyuncağı olmaktan usanmıştım.
"Oynamıyorum."
"Oynuyorsun."
"Hayır."
"Öyleyse beni unutmuş olman imkansız."
"Unuttum ama."
"Neden?"
"Bilmiyorum neden ama unutmuşum işte, ya sen çok büyük atıyorsun her şeyi bir şekilde kurguladın ya da ben unuttum. Ama neden sadece seni unutmuş olabilirim bilmiyorum. "
Çabalıyordu karşımda, kendi kendi ile mücadele ediyor ama en önemlisi yoruluyordu Şirin. O hiç bir şeyden yorulmazdı. Başına ne gelecek olursa olsun yorulmazdı...
"Allah'ını seversen Şirin kendine gel."
Gözlerini üzerime dikti, çaresiz gibiydi. Onun o hallerine kıyamayan halim gene beni bulurken tuttum elinden, elini bulaşıcı bir hastalık taşıyormuşum gibi hızla benden çekti:
"Aklımı karıştırmayacağına söz vermiştin." dedi.
Kendimi savunmama bile izin vermeden masadan kalktı. Çantasını alıp aldığım papatyaları da masada bırakıp hızlı adımlarla uzaklaşırken kalktım bende arkasından. Masadaki tabağın altına bir miktar para bırakırken ardından gidecek oldum ama sonra geri dönüp çiçekleri aldım ve koştum. Arabasına varmadan ardından seslenmeme rağmen dönmüyor olmasına aldırışsız yakaladım kolundan. Gözlerinin önüne geçtim, yanakları ıslanmıştı.
"Çiçeğin." dedim ve uzattım elimdeki papatyaları yeni almış ve yeniden değer görmeyi bekler gibi.