Yüzbaşı

1500 Kelimeler
Geldiğimizde Efsun hafif gergindi. Dizlerini ritmik ama belli belirsiz sallıyordu; tanıyan biri için bu, içsel bir kıpırtının dışa vurumuydu. “Sakin ol,” dedim, göz ucuyla ona bakarak. “Hepsi cana yakın insanlardır. Seni severler.” Bir şey demedi. Başını hafifçe eğip onayladı, sonra arabadan indi. Bu kızı sadece çocukken görmemiştim; lisede de denk gelmiştik. Ben lise sondayken o birinci sınıftaydı. Aynı okullarda değildik ama görürdüm bazen bizim evdede. Hep neşeli, güleç biriydi. Şimdi bu hali hayat mı getirdi, yoksa bana mı özel? Yukarı çıkınca anlayacağız. Kapıyı Salih açtı. Geniş omuzları, sert ama sıcak bakışlarıyla gülümsedi. “Buyurun, hoş geldiniz.” “Hoş bulduk,” dedi Efsun, sesi nazikçe titreyerek. İçeri geçtik. Herkes oradaydı. Gözler Efsun’un üzerindeydi. Korkacak gibi bir ortamdı; iri kıyım, izbandut gibi adamlardı hepsi. Efsun’a döndüğümde yüzünde korku yoktu. Hafif bir gerginlik vardı sadece. Yeni tanışacağı için, muhtemelen. Ama artık korkmuyor gibiydi. Her birinin yüzüne bakıyordu. Eskiden olsa bilmediği bi ortamda kafasını yere gömerdi. “Hoş geldiniz Efsun Hanım, tanıştığımıza memnun oldum,” dedi Canbaz, elini uzatarak. “Ben Aras.” Efsun naifçe elini sıktı. “Memnun oldum.” Timin diğer üyeleri de sırayla tokalaştı. En son mutfaktan Alya geldi. “Kusura bakma Efsun, geldiğini duymadım. Hoş geldin.” “Hoş buldum, estağfurullah,” dedi Efsun, elini uzattı. Ama Alya elini tutmak yerine sarıldı. Efsun önce şaşırdı, sonra karşılık verdi. “Efsun dedim ama umarım sakıncası yoktur,” dedi Alya, gözleri parlayarak. “Yok, hayır.” “Güzel. O zaman sen de sadece Alya de lütfen.” Kısa bir tanışma sohbetinden sonra masaya geçtik. Efsun’un en sevdiği yemek vardı: zeytinyağlı yaprak sarması. Alya sormuştu, ben de hatırladığım kadarıyla söylemiştim. Sonuçta bizim yörenin diğer yemeklerini bilmiyordu. “Efsuncum, yaprak sarması da al. Sen seversin diye yaptım,” dedi Alya, tabağına uzanırken. Efsun nazikçe tabağına koydu. “Teşekkür ederim Alya. Evet, çok severim. Nereden bildiniz?” Alya gülerek bana baktı. “Ali’ye sordum.” Efsun’un bakışları bana döndü. “Aklımda kalmış öyle. Çocukken çok severdin diye.” “Evet... teşekkür ederim,” dedi, sesi yumuşak. Büyük bir iştahla yemeye başladı. Bu boyuna göre oldukça iştahlıydı. Küçükken de öyleydi. Ben bu kızı gerçekten her detayına kadar nasıl hatırlıyorum? Aslında adını bile annem hatırlattı. Sonrasında her şey yavaş yavaş geldi. Bunca zaman adını unuttuğum kızın şimdi her gereksiz bilgisi aklımda. “Sarmayı aslında bizim orada çok güzel yaparlar ha, bol kıymalı,” dedi Bozkurt, ağzına bir tane atarken. Efsun tebessüm etti. “Nerelisiniz ki?” Bozkurt ağzındaki sarmayı çiğneyip yuttu, sonra Efsun’a döndü. “Ya, eğer yanlış anlamazsan... Biz hepimiz seni çok sevdik. Şu sizli bizli konuşma olmasa mı acaba diyorum ha? Adımla hitap edebilirsin.” Bozkurt’un sözü bitince diğerleri de “Evet, bizce de,” diyerek onayladılar. Efsun minik bir tebessümle başını salladı. “Ben Erzurumluyum,” dedi Bozkurt. “Bizim oranın sarmasını severim. Diğerlerinin tadı farklı olur.” Efsun yine tebessüm etti. Kız gülümseyebiliyormuş. Tek sıkıntısı bana imiş. “Her biriniz ayrı ayrı şehirli misiniz?” diye sordu, timdekilere göz gezdirerek. Canbaz lafa girdi. “Evet Efsun.” Sertel’i göstererek, “Sertel Adanalı.” Sonra Suskun’u göstererek, “Suskun Diyarbakırlı.” Kendini göstererek, “Ben Hataylıyım.” “Binbaşı Salih komutan da Gaziantepli.” “Ya ne güzel,” dedi Efsun. “Her biriniz Anadolu’nun ayrı topraklarından bir araya gelmişsiniz.” “Öyle,” dedi Salih. “Hepimiz kardeş gibiyiz artık. Sen de bizden birisin. Biz seni sevdik. Bir sıkıntın olur, başın dara düşer... bak, ilk beni arıyorsun.” “Teşekkür ederim Salih Bey,” dedi Efsun. Bir yandan mahcup, bir yandan mutlu. “Oldu mu ama şimdi Efsun? Herkese adıyla hitap et. Bana gelince... ‘bey’ yok, bana ‘abi’ diyebilirsin.” Efsun’un sadece bir anlığına bakışı değişti. Sanırım o kelime, normalde güven vermesi gerekirken onun için korkunç geliyor. Başını eğip yine onayladı. “Ee Efsun, sen anlat bakalım. Ali’yle çocukluk arkadaşıymışsınız. Bu Ali’nin çocukluğu da böyle suskun, suratsız mıydı?” dedi Salih, gülerek. Efsun bir an yüzüme baktı. Sanki karşısında o küçük çocuğu gördü. Yok yok... yaptığımız yaramazlıkları anlatmaz değil mi timime? “Şu an nasıl biri tam bilmiyorum ama... sanırım biraz huysuz,” dedi. Herkes bu söze gülerek kayılırken Efsun devam etti: “Çocukken huysuz falan değildi. Gayet sevimli ve anlayışlı bir çocuktu. Hatta kızlar arkasından ‘şeker gibi çocuk’ derlerdi.” Herkes güldü. Tabii ben ters bakıyordum. “Yeter... her neyse. Herkes çocukken farklıdır.” dedim. “Sen bayağı farklıydın Ali. Bir de örümceklerden korkardı,” dedi. Hah, şimdi ağızlarına laf verdi. Tabii yine Canbaz anırarak güldü. “Efsun, benimle bir gelsene,” deyip kolundan çekiştirerek mutfağa götürdüm. Kolunu hızla elimden çekti, burnundan soluyordu. “Ne yapıyorsun be ayı? Kolumu koparttın!” Bir anda yaptığımı fark edince elimi ateşe değmiş gibi hemen çektim. Bir anda öfkeyle... “Neyse... sen neden benim timime böyle şeyler söylüyorsun? Bana bak, ağzını tutacaksın.” “Ne dedim ki? Onlar sordular,” dedi yine sinirle. Sinirlenince dikiyor o minicik burnunu, boyuna bakmadan dikleniyor. Şu an karşımda bir kız çocuğu var gibi. Gülmemek için yanak içlerimi ısırıp tekrar yaptığı şeyi aklıma getirdim. İşaret parmağımı ona salladım, gözlerim kısılmıştı. “Bana bak yer elması... Herkes seninle arkadaş olmuş olabilir ama ben istemiyorum. Bana da sürekli adımla seslenme, eski anılarımızı anlatma, hakkımda bir şey söyleme,” dedim, öfkeyle. “Yer elması mı?” Takıldığı tek nokta bu olmuştu. Gözleri büyüdü, kaşları çatıldı. “Ben sana adınla bile hitap etmeyeyim ama sen saygısızlığın dibine vurup bana yer elması de. Ben yer elması değilim!” dedi, sesi titreyerek. Öfkesinin altında bir gurur vardı. Boy takıntısı olduğunu o an anladım. Ve bunu zevkle kullanacağımı da. “Yer elmasısın işte. Bücür. Sakın beni sinirlendirme.” Öfkeli bakışları giderek sertleşti. Küçücük ellerini yumruk yapmış, sıkıyordu. Yine yanak içlerimi ısırdım. Bu kız bende gülme isteği uyandırıyordu. “Ben diyeceğimi dedim yer cücesi. Benim hakkımda bir şeyler anlatma. Sakın. Ben senin hakkında bir şeyler anlatıyor muyum?” Ağzımdan çıkınca ne dediğimin farkına vardım. Onun bakışları artık öfkeli değildi. Hayal kırıklığı vardı. Ben abisini düşünerek söylememiştim. Ya da maddi durumlarını... “İyi yüzbaşı. Söylemem. Bir daha merak etmeyin,” dedi, sesi buz gibi. İçeriye girdi. Ben... bana âşık olmasından, peşimden koşturmasından bahsetmiştim aslında. Off, neyse ne ya. Dinleseydi, doğru düşürürdü. Peşinden gittiğimde herkes doymuş, kalkıyordu. Hep beraber masayı topladıktan sonra Efsun ve Alya mutfaktaki işler için oraya geçerken biz de oturma odasına geçtik. Kızlar işleri bitirip gelince onlar da çaylarını aldılar, oturdular. Herkes gerçekten sevmişti Efsun’u. Sanki yıllardır tanıyor gibi davranıyorlardı. Salih, Alya ve Efsun bir köşede kira işini falan halledip konuşuyorlardı. Aslında Salih kira almak istemiyordu ama Efsun’un kabul etmeyeceğini bildiği için uygun fiyattan verdi sanırım. Ya da veremedi, bilmiyorum. Uzun sürdü biraz konuşmaları. İnatçı yer cücesi. Yanımıza geldiklerinde Salih, “Hallettik,” der gibi başını salladı bana. Sonra geçip oturdular. “Nasıl oldu Efsun, hallettiniz mi ev işini?” dedi Bozkurt. “Evet, hallettik. Zaten oturan memurmuş, eşyaları da bırakacakmış. Bu benim için iyi oldu,” dedi Efsun, sesi rahatlamıştı. Aslında bırakmaları için Salih konuşmuştu. Efsun’un hemen eşya alamayacağını biliyorduk. Bizden yardım istemez diye böyle bir çözüm bulmuştu. Ama bunu Efsun’un bilmesine gerek yoktu. “Ne güzel olmuş o zaman,” dedi Canbaz. Sonra ekledi: “Ee, en son çocukluk anılarını anlatıyordun. Devam et lütfen.” Efsun bana hiç bakmadı. Anlatacak pek bir anı yoktu zaten. “Bu kadar,” dedi. Salih’in bakışları beni buldu. “Ne dedin kıza?” der gibiydi. “Demek komutanım örümcekten korkuyormuş ha. Şimdi dağda bayırda akreplerle böyle uyur,” dedi Canbaz, gülerek. Efsun güldü. “Siz bir şeyden korkmaz mısınız?” dedi, tüm time bakarak. “Biz bordo bereliyiz Efsuncum. Korkmayız tabii,” dedi Canbaz, göğsünü gere gere. Cum mu? c*m derken... bunun da dilinin yarası yok. “Vatanı koruyamamaktan korkarız bazen,” dedi Bozkurt, sesi bir anda ciddileşmişti. “Sevdiklerimize zarar verilmesinden korkarız,” dedi Salih, gözleri Alya ya dönük. Efsun “Anlıyorum,” der gibi başını salladı. “Sen neden korkarsın yenge?” dedi Canbaz. “Bir şeyden korkmam,” dedi Alya ama yalan söylediği o kadar belliydi ki... Salih kıs kıs gülüyordu karısının bu haline. “Emin misin?” dedim. “Ya of tamam be! İğneden korkarım ben,” dedi. Yüzü kızarmıştı. Bizimkiler tebessüm ederken Bozkurt bu defa Efsun’a döndü. “Sen neden korkarsın Efsun?” Bir an gerildi. Düşünmesi uzun sürdü. Salih, bir abi edasıyla araya girdi. “Neyse, söylemek zorunda değilsin.” Efsun başını kaldırıp Salih’e baktı. “Sorun değil,” dedi. Sonra ekledi: “Aslında... ani yükselen sesten. Bir de karanlıktan.” Utanmıştı söylerken, belliydi. Salih, “Biz dikkat ederiz,” dedi, sesi yumuşaktı. Ama timin hepsinin tek kaşı havalanmıştı. Karanlık neyse de... “ani yükselen sesten” deyince neden diye düşünüyorlardı muhtemelen. Ama sormadılar. Her şey bittikten sonra Efsun herkesle vedalaştı. Tabii numarasını almayı ihmal etmedi bizimkiler. Çocuklar erken uyudukları için tanışmaları başka sefere kaldı. Eve kadar hiç konuşmadı. Tek kelime bile etmedi. Ne güzel işte... en sevdiğim şey: sessizlik. Konuşmasın da zaten. Kırıldı bana sanırım. Anlatmaya çalıştım, anlamadı da. Ama uğraşacak da değilim. Böylesi daha iyi. Sonra peşimden yine koşturup durur. Eve geldiğimizde arabadan inip, “Teşekkürler yüzbaşı,” dedi. Başımı salladım. Kapıyı kapatıp çıktı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE