Bazı kadınlar görünüşte çok sade ve basittirler. Onlar hayatın her alanında bulunabilirler; sıradanlıklarını görmeden dahi keşfedebileceğiniz konumdadırlar. Çok güzel olmadıklarını, yeterli bilgi düzeyine erişebildiklerini hissettirme potansiyelliği taşır bahsi geçen kadınlar. Garip kadınlardır onlar, yanlarından geçersiniz ama ilginizi çekmezler. Sonra kahve ısmarlamak isterler; belki bir arkadaş, bir akraba ya da eş olarak...
Önemsizdirler yine sizin için onlar, ta ki hafif bir doğallık sergisi bahşedene değin. Öyle amansız bir anda olur bu; bazısı gülümseyişinde, göz kırpışında, bakışında, jestinde, mimiğinde ya da tavrında sergiler bunu. Vay canına dedirten kadınlar diye buna derim ben. Ne dikkatinizi çekmiştirler o ana kadar, ne de çok önemsizdirler, sadece vardılar ama o hissi size yaşattıklarında güneş parlar, hava mutluluk kokar, içiniz bir hoş olur. O hamle çok şey ifade etmeye başlar sizin için fakat bunun kelimeler ile ifade edilmeyeceğini bilirsiniz.
"Evet?" diyen kadının gözlerine baktığımda bunu hissediyordum. O herkeste rastlanılacak dudaklarını elmacık kemiklerine değin açmış, çay içmekten sararmış sıralı dişlerini olabildiğince aralamış ve... tebessüm ediyordu.
Hepimizin sergilediği gülümseyişin neden ona has durduğunu anlayamadım. Karmakarışık hissettirdi bu. Sahi, bu kadar koca gülümseyen insanlar kalmış mıydı? Kaldıysa bu kadar büyük gülümseyecek ne vardı?
Kadının hamile olduğunu seçebildim.
Gözleri baş örtüm ile tuniğim arasında mekik dokuyordu. Muhtemelen bir şeyleri bir şeylerle bağdaştırmaya çalışıyordu ancak ben yabancı hissettim. Hani beklenmedik anda gelen burunun ucu sızlaması var ya, tam o noktaya varmaktaydım.
Çocuk gibi ağlanacak an mı bu Zehra?
"Sanırım gerçekten de bu sizsiniz?" dedi hayretle. Koca çenesinin yukarısında kısa kaküller vardı; şişman alnını kapamak adına. Kızıldı kadın ve doğal kızıl olup olmadığını soramayacağım kadar sahiciydi rengi. Sebepsizce kadın çirkinmiş hissine kapıldım.
Sorusuyla direk gözlerine bakmaktan vazgeçmiştim.
Tedirginlik de neyin nesi?
Esmerdi üstelik. "Sanırım ben olmalıyım." deyiverdim imayla. Sesimde barınan, içsel hislerimi dağıtmış da rahatlamış bir tavırla sert soluk bıraktım aramıza. Bu bir duvar görevi görmeliydi zannımca ama öyle olmadı. Beni dinlerken küçülmek için büzülen dudakları titredi, şenlendi ve ta elmacık kemiklerine değin tekrar uzandılar.
Nasıl başarıyor bunu?
"Evet evet."
Bilgisayara bakması, beklemek istemediğim gerçeğini değiştirmiyordu. Bir an önce iş için başvurumu bizzat teslim etmeli ve atladığım prosedür kısmını mümkünmüş gibi ışık hızı ile halletmeliydim. Daha eve gidip görünüşte güçlü duran bedenimi yorgan altına kıvıracak, hüngür hüngür ağlayacaktım ve ben bu çabukluğu istiyordum.
Dayanamayarak, "Hanımefendi nedir sizi bu kadar şaşırtan?" diye sordum. Bunu bekliyor gibi dan diye cevapladı."Bu mimarın siz olması."
Kadının ne demek istediğini seçemezken devam etti.
"Bunu hiç tanımadığım birine söylemek istemezdim ama -gülümsedi- çok tatlı bir yüzünüz var ve kabul edildikten sonra işe iki haftadır gelmemeniz herkesin dilinde... Sanırım biraz egolu bir yüz bekliyordum."
Egolu mu?
Kadın konuşunca kafamda bir şeyler oturuyordu.
"Bugün gelmeseydiniz Arda bey sizi işten atacaktı büyük ihtimal." dedi ve küstahça yani ne yapabilirim deme hissi uyandırdı bende.
Maalesef hissettiklerimden bihaber yaşamayı sürdürdü hamile hanım. Dedikleriyle eş zamanlı suratı limon yer gibi ekşimişti.
Ekşiyen surat bende bazı şeyleri tetiklemiş, bana nasıl bir tavır takındığımı kanıtlamıştı.
Gerçekten de egolu davranıyordum ve egonun etrafında dolaşan bir kibir salınmaktaydı. Kadın şu kısa konuşmadan bunu anlayamazdı o sebeple kadının dışında kalan yerlere değdirdim irislerimi. Sağ yanda oturan mutsuz suratlı kadın da bu tarafa bakıyordu.
Hayda!
Olayı direkt geliş sebebime çekmem gerektiğini anlamıştım.
"Hanım efendi," deyip elimdeki dosyayı göstererek, "işten atılmamam için çabalasak?" bir soru sordum.
Ego yok Zehra, yok!
Böylece cümlemin sonuna zorla iliştirilmiş tebessümü ekledim. Size yemin ederim tebessümümü görünce hazine bulmuş gibi yüzü parladı.
"Maşallah." mırıldanıverdi.
Biraz daha istemeden tebessüm ettiğimde o da benim gibi olmaya başlamış ve bana elini uzatarak, "Ben Seçil." diyerek kendini tanıtmıştı. Girişkenliğine mana bulamadan iki elimle tek elini tutarak onu şaşırtıp, "Memnun oldum Seçil, ben de Zehra." dedim ve önündeki monitörü işaret ederek ekledim. "Gerçi biliyorsun."
Utanır gibi oldu. Kendisi uzunca bir süre konuşacak gibiydi ama benim buna vaktimin olduğu tartışılırdı.
"Şey," diye mırıldanıverdim.
Hislerin terk etmediğine şükretmekte olacağım bedenim fena bir hisle daha çarpıldı ve sanki rahmetli babamın ellerini saçlarımda hissetmiş gibi elim başörtüme kaydı ama o an yapılamaması gereken bir hareket olmalı ki, Seçil beni yanlış anlayarak "İyi misin? N'oldu? Hastanelik bir durum değildir inşallah. Ayy..." diyerek ayağa kalktı ve ben onun 'ağzı burnunda' tabirine uyan karnını ilk o zaman gördüm. Nedensizce içimden zikir çekme ihtiyacı duyup kadını yatıştırayım, bir şeyim olmadığını anlatayım ve şu iş görüşmesini nasıl halledeceğim derken kadın çığlık attı.
Eli karnını tutarken "Geliyor! Ayyy, geliyor!" diye bağırmasın mı? Destek olup ne olduğunu anlayana kadar acı ile inleyerek elime yapışmasın mı? El kemiklerim oracıkta kırılmadıysa bir mucize. Meğer kadın doğuruyormuş.
Buradaki tebessümüm hissediliyordur inşallah. Sanki annemin ve babamın vefatının hikmeti gibiydi. Biri gidiyor ve biri geliyordu.
Çığlıkla beraber ilerde duran mutsuz suratlı kadın koştu yanımıza, alel acele dikildi doğuran kadının tepesine. Fakat sayı tek kişiyle kalmadı, gören geldi.
Seçil Hanım elime yapıştığı için onun başına toplananlar otomatikman benim başıma toplanmıştı ve kimsecikler beni tanımıyordu. Birde şu var ya, ambulans gelince bile kadın elimi bırakmadı. Onun sıkması ile bende bağıracağım sandım ama mübarekten vakit kalmamıştı. Yahu kadın saniyeler önce benimle konuşuyordu güzel güzel, inanılır gibi değil. Şaşkınlık tırmanıyor topuğumdan tepeme.
Çığlık atmak istedim, doğurduğumu sandım uzunca bir süre ama çığlık atamadan elimi sıkan el, ümüğümü sıkmışçasına nevrimi döndürdü. Ellerim tırnaklarıma değin titrerken, çığlık atan kadının az önce ne kadar büyük gülümsediğini anımsadım. Hangi ara doğurmaya başladığını anlamamıştım.
Her çığlığı doğurduğumu hissettiriyordu bana. Mübarek hanım doğurmadan evvel bu çığlığı prova atmış gibi nağmeli nameli çığırdı birden. Elime kan gitmedi sandım ama hemen ardından ağladığını görünce sus pus olmayı sürdürdüm.
"Geliyor çocuğumuz Ozannn! Nerdesin Ozannn?! Sormaz mıyım bunun hesabını sana beee- ayyy geliyor vallahi!"
Etraftakiler onu sakinleştirmek istediler ama o, o kadar çok bağırıyordu ki, onun dışında kalan sesleri duymak için ek bir çaba gerekiyordu. Şükür az sonra ambulansın sesi duyuldu ve tam kurtulduğuma da şükredecektim ki elimi bırakmadı.
İnat etti.
Sedye hastaneye taşınırken de elimi bırakmadı, dahası ameliyata girerken de elimi bırakmadı. Beni zorla doğumhaneye çekiştirdi. Kocası gelmezse benim gitmememi o kadar güzel belirtti ki, resmen yırtınırken ellerimi parçaladı. Bir ara kan gitmiyor diye kangren olacağım sandım ya neyse.
Ben olanları kadın çığlık atınca idrak ettim ve inanır mısınız, sekiz saate yakın orada, kadın elimi bırakmazken, diğer elimde CV'min olduğu dosya ile kıpkırmızı suratımla kala kaldım. Sonraları hemşirelerden teki, doğum sonrası kucağıma bebeği verince benim de kadınla beraber çığlık attığımı söyledi, doğuran benmişim gibi. Tabi doğum bitimi bebek kucağımdan alındı, hemşireler tarafından götürüldü.
Anneye baktım sabit bir insanın tanıdıklığını ölçmek istercesine. Doğumun ağırlığında, az önce bebeğine kavuşmanın mucizevi etkisi ile sersemce tebessüm ediyordu. Ölüm o an onu ağırlasa bunun ehemmiyetsiz olduğunu andıran bir gülümseyişti bu: küllerimden yeniden doğdum, diyordu sanki Seçil.
Terk ettim doğumhaneyi.
---
Babalar vardı, akrabalar da, beni mutlu haber sanıp hevesle doğrulan, sonrasında çöken de. Güruhun mutlu olmak uğruna akıttığı yaşlar, kalabalık koridor, doğumda olup çığlık atan hemcinslerim, merakla bekleyen ebeveynler, yeni teyze, dayı, hala, amca, abi adayları...
Düşünüyor insan, ya şu an nerede, kim ölüyor diye.
En yakın yere çömdüm, bileğimi hissetmeye başlamıştım. Az bir vakit ahirinde doğumhaneden çıkarıldı Seçil ve onu görür görmez koşa koşa gelen kalabalık arasından bir adam belirdi. Seçil'i görünce, titrek bedeni, sararmış teni, bayılacak kadar heyecanlı gözleriyle kavradı eşinin varlığının yaydığı enerjiyi. Ayak tabanlarım sızlıyordu ve baba mutlu mesut olmayı sürdürdü. İki üç kere kütlettim tutulan kısımlarımı. Bir ara anneyi odaya aldılar, ben bir sandalyeye oturdum ve mutlu aile tablosunu uzaktan izledim.
Annem ve babamın ardından bunları görmek... felaketti.
Derken işten artık kesinlikle kovulacağımı bildiğim için ne yapacağımı kestiremedim. O halde, saatler sonra odaya alınan annenin yanına gitme karar aldım, yerimden doğrulacak gibi oldum fakat... bir his sardı birden bedenimi, kalbim güm güm atmaya, dudaklarım yeni bir bebeğin çığlık atışı misali çırpınmaya başladı ve yüzüm soğuk havaya mahsur kalmışçasına sertleşti. Aşırı doz duygudan bayılacağımı sanmıştım.
Bedenim kısa geçen dakikalar ardından normale döndü. Bu normal, bir normal bahsi değildi: ayağa kalkıp, pelte gibi olmuş bacaklarımın ardından kavradım gerçekliğini. Henüz yeni keşfedilen arkadaşın yaşattığı naçizane hisler, duyularımdan içeri sızdığında, az sonra yeni bir şeye karşılık vereceğimi hissediyordum içten içe. Buhar olmuş insanlar uçtu önümden, zihnimde adımladım koridor yolları.
Neydi bu sarhoşluktan medet uman ihtiyarlık?
En son bulduğumda odayı, kalbim daha sert attı. Tırnak uçlarımın morardığını, dudaklarımın kabuk bağladığını fark etmemiş gibi yaptım, kirpiklerimi kırpıştırdım sürekli kırpmıyor gibi. Her şey yeniydi: yürümek, bakmak, izlemek, nefes almak, göz kırpmak... ender bir vukuat bu, herkese nasip olmayanından, epey bir ablak.
İşte kapıdaydım.
Kapıyı açmak için tıklattım ve tevafuk-i bir heyecan bedenimi kaptı. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını o an hissettiğimi itiraf etmeliyim ama adlandıramadım, isimlendiremedim bunu.
Yabancıydım her bir yeni gelene, böylece sorgusuz sualsiz açtığım kapının ardından, gözlerimin temas ettiği ilk yer o oldu. Bunun tesadüf olmadığını anlayamadım.
Önce bir demet çiçek tutan, uzan parmaklı elleri gördüm. Ellere hapsolmuş parmakların ucundaki tırnaklar, ayrı bir düzenle gözüme battığında, algıladım kol saatini. Kumaş ceketin arasında varla yok arasında kayboldu saat ve nizamın devamını seyreden erkeksi kollar saklıydı o ceketin ardında. Ceketin yakasından, sakallı çenesine, buğday tenine, basit dudaklarına, dudakların yukarısında kalan burnuna değdi irislerim. Her detay ayrı bir kalp atışı, teşvik edici bir söz oluverdi.
Çırpındım ruhumla bedenimin içinde, kaybolmaktan son anda kurtuldum.
Sonra gözlerini gördüm, ilk o zaman nefes alamadığımı, zamanın ayaklarıma bağ olduğunu, zemini sarstığını sandım. Tuttum ellerimle kapıyı, gelemediğim kendimle durdum orada az bir süre. Gözleri neden bu kadar basitken bu kadar sıra dışı? Bir göz nasıl bu kadar tanıdık olabilir?
Boğazımı temizledim bir anda: orada olduğumu belirtmekten ziyade, kendime kendimi hatırlatma amacı taşıyan. Tuhaf bir şekilde heyecanlanmam kendini belli etmiş ve kapıyı tutmakta olan elim terlemişti.
"Aa... Bende tam senden bahsediyordum. Neden kapı aralığında duruyorsun, gelsene. Bebeğime bak, bak ne kadar da tatlı."
Kadın, saçlarını saran kırmızı kurdelesi, kucağında bebeği ve yanında oturup elini tutan eşi ile o kadar harika görünüyordu ki, az süreliğine odada bulunan adamı unutmuş, annem ve babamın beni ilk 'hoş geldin' konuşmasına tabi tutuşunu düşünmüştüm.
Acaba nasıl bir sahneydi?
Adamın; ender bulunanın beni fark ettiği ve gördüğü ilk andı bu. Başını çevirmeden şöyle bir kapıya doğru göz atmış, önemli bir durum olmadığına karar veren insan tavrıyla tekrar anneye bakmıştı.
Bakıp görmediğine yemin edebilirdim. Üstün körü bakan, beni yabancı kabul ettiğini aşikar eden bir açıyla eğildi, çiçekleri yatağın ucunda duran sehpaya bıraktı. Bedenini doğrulttu, silkindi ve jilet gibi takımında doğrularak sol elini cebine attı. Onu o kadar dikkatli incelediğim için kendimden utanmalıydım, utanamadım.
"Hayr olsun?" pürüzlenip döküldü sorum. Düzeltme ihtiyacı üstün gelince, "Neden benden bahsediyordunuz?" diye sordum içeri bir adım atıp.
Neşeli kadın yine elmacık kemiklerine değin kıvrılı dudaklarının içinden konuştu. "Aa bilmiyor musun?" Sorusu boş boş bakmaya itti beni.
Neyi?
Adamı, ayakta duran takım elbiseliyi işaret ederek, "Arda Bey, patrondur kendileri." demişti.
Adı Arda'ymış.
Eşi gibi şenlenmiş adam Seçil'in dediğine güldü ve "Ne patron ama kendi yeğenini görmeye ne kadar erken geldi bey efendiciğimiz." dedi.
Ona bakmak için can atan gözlerime engel olmadım. Başını, bulunduğu durumdan kurtulamayacağının bilinciyle önüne eğmiş, parıldayan saçları ardına saklamıştı alnını. Parıldayan saçlar adamın kinayeli sesine mahcubiyet yüklü bir gülüş amade ederek "Durumu açıkladım Ozan. Yeğenimi verin bana da azıcık seveyim." dedi.
Sesinin tizliği, güzel bir pastanın ilk çatalıydı.
Fakat o konuşurken benim ne halde olduğumdan kimse haberdar değildi. Bende anlamamıştım bana ne olduğunu, resmen bedenim bu adamı algılar algılamaz ters tepkiler vermişti.
Algılamadan evvel olanlar?
Heyecandan bayılmamam büyük bir başarı idi.
Ozan tebessümle yanı verdi, o da verdiği tepkiyi gözlerimle göremeden bebeğe adımladı, alıverdi babasından.
"Sen hala kapıda mısın?" dedi neşeli anne Seçil.
Zihnimi adamın konuşmasından çektiğime mi sevineyim yoksa adamın bebeği kucağına aldığında ortaya çıkan muazzam kareye mi?
"Haa... Yok, şey ben..." ne diyeceğimi bilememiştim. Sonra baba yerinden doğrularak, "Bu arada bizim hatun adına teşekkür edemedim. Sen..." dedi ve güldü. Bebeği kucağına alan o arada bize dönmüş ve sanki beni yeni fark etmişcesine bakmıştı.
Baba suratını ekşiterek, "Orada artık sana ne yaptı bilemiyorum ama elindeki dosyan -elinde bulunan dosyayı işaret etti- düştü ve yüzün kireç gibiydi. Sağ olasın." dediğinde annenin suratı mahcubiyetle bana bakıyordu. Bebekten bakışlarımı alarak tebessüm etmeye çalıştım ve anne aklına bir şey gelmiş gibi hızla yerinden doğruldu. Bu doğruluş ona pahalıya patlamış olacak olsa gerek acıyla inledi, telaşlandık, kocası ona yardım etti ve azarladı eşini. Sonra anne istediğini alır gibi dosyamı tuttu.
"Arda."
Nefis adam ona döndü. Nefis?
"Yeğeninin hatırı için kovmaya kalkma onu, lütfen." dedi Seçil. "Bugün gelmeseydiniz Arda Bey sizi işten atacaktı büyük ihtimal." demişti Seçil şirkete gelip, konuştuğumuzda, bana şaşkınlıkla baktıktan sonra.
Bunlar birikti aklımda, bağdaştı, tutundu zincirlerin ardına. Patron olan o mu oluyordu, anlayamadım, sersemledim. Nefesimin tutuklu kaldığını sezdiğimde, sıcak nefesimle soludum, soluklanamadım. Çok ani ve hızlı olan her bir detay şekillendi, kalıplandı.
Rahmetli babamın sesi beni rahat bırakmadı bulanık düşüncelerimin arasından.
Mırıldanıyordu dua eder gibi. "Allah, kimsenin düşmanı değil kızım."
Bu şu demekti: her işte vardır bir hayır.
Daha o gün anlamıştım, ben ömrünce senle sınanacaktım.
Çünkü insan en çok sevdiğiyle sınanır. *
(*= Çalıkuşu romanından alıntıdır.)
~×~