bir

1680 Kelimeler
~×~ Bölüm: 'Zeyrek' ~×~ Sevgi ve sevginin adetleri. İnceden inceye kendini gösteren sevgi merakım uzun zamanlardır varlığını koruyordu. Fakat bunun nedeni sorgulanacak olunursa çok uzaklara gitmeye gerek yoktur. Belki uzak bir tarihtir ama benim için hiç eskimeyen bir ândır. İlkokul yıllarım. Onlardan bahsediyorum. Eh, şimdileri yeni üniversite mezunu olduğum düşünülürse zaman kavramı hakkında kendime hak verebiliyorum. Gerçi uzatılmayı beklemeyen bir meseledir bu. Birisi hakkında. Bir çocuk. Onun... İşte o, o zamanlardan bu zamanlara değin zihnimdeki yerini koruyan birisiydi. Boyu, o vakitlerde benim kısa bedenimden de kısaydı. Onun, boyundan başka neyi gelir hatırıma? Bak mesela lakabını bilirim; halâ anımsarım, unutamam. Oysa basit bir isim hanesiydi. Boyu gibi kısa, ortama göre eski usuldü. Buna rağmen anlamlıydı lakabı, birde o zamanların sürecinde kulağa hoş gelen her saçma şey anlamlıydı ya, neyse. Zeyrek... İşte bu. Onun namına bu süslü kelimeyi beden eğitimi dersi hocamız koymuştu. Akıllı, zeki ve uyanık olduğu için. Öyle seslenirdi ona. Böyle herkes bir şeye dikkat kesilmişken gürlerdi. Gür çıkardı sesi. "Zeyrek!" diye. Ah, Zeyrek. Konu başka yerlere sapmadan Zeyrek'in benimle alakasına değinmek istiyorum. Tamam, o zamanlar belki çok küçüktük ama heyecanlanmanın ne demek olduğunu biliyorduk. Bilinmeyecek şey midir duygular? En çok o bilinir. Hem heyecan ne alaka değil mi? Anlatayım. Bir gün, günlerden herhangi birinde çıkageldi yanıma. Gelişi; ancak beklenmedik ihtimaller arasında olabilirdi çünkü yolumu kesmişti. Ki, biz insanlar, şaşırtılmayı sevdiğimiz kadar şaşırtılmaktan telaş duyarız. Acaba başka türlü müydü bu karşılaşma? Bir ihtimal olay örgüsünü yanlış anımsıyor olabilirdim ama o andaki hissettiklerimi ve bana bakarken yaşadığı kıpırdanmayı; gözlerini olabildiğince açması, dudaklarını devamlı kıpırdatarak mırıldandığı kelimeleri yutması ve kıpır kıpır eliyle özetliyordu. Zeyrek'ti. Bu, duruma dair en net bilgiydi. Kısa. Kısa çocuk. Tedirgince ona bakmış ve tam o anda, o küçük herifin beni şaşırtacağını hissetmiştim. Yoksa benden büyük olan yaşının derdinde değildim. Yanılıyor muyum? Orada, tam karşımdaydı. Ansızın gelen ufak bedeni, bana bakan gözleri... Ve usul usul bizi bekleyen kader örgüleri. Fakat kimlerin kimlere etkisi nasıl ölçülebilir? Sonunda dili çözülüyor ve derdini anlatıyor. Görünene göre o, aceleyle benimle konuşma ihtiyacına kapılmış ve hemencecik benimle konuşmak istiyormuş. "Efendim Zeyrek?" diye sormuşumdur. Sonra- Sahi, sonra ne oldu? Oldu bir şeyler. İlk vuku bulan mesele ise onun başını eğmesiydi. Utançla eğilen bir yüz. Bunu sevmemiştim. Sanki o, zihnime oturan kelimeleri ovmuş ve bana kendini kötülemişti çünkü düşüncelerime göre, bir erkek bir kızın yanında utanmamalıydı. Utanıyorsa cesaretsiz olmalı ve kesinlikle uzak-durulası-erkekler kategorisine dahil edilmeliydi. Ki, utangaçlıktan gelen cesaretsizliğe kapılan her erkek, erkekliğin yüz karasıymışçasına bir utanca da ben düşmeliydim. Neticede bu, benim en doğal hakkım olmalıydı. Zayıflar yok olmalı. Yanılıyordum. Karşımdakinin bir insan olmasından çok, onun bir erkek olmasına odaklanmıştım. Bu yüzden vurdumduymaz ve soğuktum. Biraz da meraklı. O küçük kafasındaki uzun saçlarının ne kadar da buğday rengi olduğunu düşünerek dalgınlaşıyorum. Sonra kızarmış yanaklarına bakıyor; domates misali, kamyonlar dolusu kıpkırmızı domateslere caka satan yüzünden çekiniyorum. Fakat onun acemiliği ve benim kayıtsızlığım derken, sonunda sabrı taşan bir insana dönüyor. Peşi sıra kollarımdan, güzel üniformamın yüzeyinden kavranıp da kıyı köşede bir duvara çekiyor beni. Üstelik burnundan soluyor, tıpkı öfkelenmiş yetişkinler gibi. Sanki saniyeler önce yolumu kesen o değilmiş de nazından yol kapayan sıradan bir çocuk gibi sindiriliyorum iç dünyama. Bu sinmenin tek nedenine bakarsak yalnızca onun, aynen böyle aceleci olmasından ötürü olduğunu fark ederiz. "Zeyrek ne oluyor?" Bu soru bana ait. Derdi ne? Saçlarım yine toplu; sıkı sıkı örülmüş, tatlı bir kurdeleyle ensemde toplanmıştı. Ne gariptir ki, onu hep Zeyrek diye bildim ve anlaşılacağı üzere adını bilmiyordum. Bunun en ala nedeni; ona dikkat etmemiş olmamdır. Kısmen ilgimi çektiğinde de hafifçe inceler, incelediklerimi önemsemez ve işime koyulurdum. Diğer sebeplerden birisi ise onunla aynı sınıfta olmamamdı ancak öğrenmek istesem de - hiç istemedim- mümkün olmuyordu -her şeye rağmen beden derslerimiz denk geliyor olsa bile- çünkü herkes ona lakabı ile sesleniyordu. O ne dedi, ben ne dedim tam hatırlamıyorum (konuşmalarımızın yıllar içinde hafızamdan silinmesi değildi konuşmayı bulanıklaştıran, Zeyrek'in saçma bir şey söyleyeceğini düşünüp onu dinlemememdi) ama en sonunda bıkmış ve bana susmamı söylemişti. Bunun üzerine şaşırmama vakit kalmadan bedenimi tutmuş ve bilinen gibi sıradan bir yere bastırmamıştı dudaklarını. Onun o ufacık bedenine ait dudakları beni öpmüştü dudaklarımdan. İşte o zaman heyecanlanmıştım ben: o beni öptüğünde. Hemen ardından utanarak geri çekilmiş, mırıldanarak, "Seni seviyorum Zehra." demişti bana ve onun yerine ben oradan kaçmıştım. Sonra bir hafta içinde ondan köşe bucak kaçarken babamın tayini çıkmış, gül gibi Ankara'dan Bursa'ya taşınmak zorunda kalmıştık. Gerçi Bursa'da güzel memleket, yemyeşil, üstelik Ankara'nın ufacık gölünün aksine kocaman bir denizi bulunuyor. Ancak bunlar Zeyrek'i unutturabilir miydi bana? Yoo, hayır. Zeyrek değişik bir çocuktu bana kalırsa; kocaman, adam gibi olan bir kalp barındırıyordu zannımca. O yaşta itiraf edecek kadar, küçücük bedene ait olan bir kalp nasıl sevebilirdi ki başka birini? Sonra ortaokulu Bursa'da okumaya başladığımda takıldığım bir kaç kız vardı. Lafı geçen kızlardan haz etmememin yanı sıra kendileriyle takılıyor olmamın sebebini de Zeyrek'e bağlayacağım. Çünkü yapılan hamle ve düşülen durum, zihnimin o yaşlarda -belki bu yaşımda da- çevresine gelmeyecek, ihtimal vermemiş olduklarımdandı. Bu amansız bir hastalık gibiydi: var olduğunu biliyor, anlıyor ama kabullenemiyordum. Kızların Zeyrek'i unutmama yardımcı olacak olmalarına kendimi yeterince inandırıyordum. Fakat yardımcı olamamışlardı çünkü bu kızlar benim yaşadığım hisse, tattığım hayallere, seyrettiğim sahnelere, duyduğum güzel hatıralara sahip değildiler ve onlar bunların hayalini kurarken, ben o hayali bitirip etkisini sürüyordum. Zeyrek'in kırmızı yanakları düşüyor ara ara zihnime. Kimsede yok ya, etrafımda bir umut gezdiriyorum gözlerimi uzun süreler. Kendimi kandırmayı sevdiğimi fark ettiğim anlarda da bahanelerime sığınmayı seviyor oluyorum. Bu sebeple sevgi bende karşılık bulacağına, kabullenilemeyecek hisler doğuruyor. Kalıntılarını çok sonralar fark edeceğimi şimdiden belirtmek isterim. Birde bulunduğumuz coğrafya üzerinden değerlendirmek gerek bu durumu. Dile gelmemiş, yazıya dökülmemiş ahlak kurallarına aykırı kalıyordu temas eden dudaklarımız. Hatırladıkça utanıp, utanarak heyecanlanıp, heyecanlandıkça anneme içimi dökememem ve yaşadıklarımı içime atmayı öğrenmemin ağır temellerini atmış oldum böylelikle. Bunlar birikti ve bana empoze edilen sabit fikre uydum: ilk öpücüğüm alınmıştı. Bu da beraberinde sonsuz hissi veren kabullenişi getirdi. Artık ergenliğime ramak kala Zeyrek ile bir gün karşılaşacağımıza, onun benim ruh eşim olduğuna ve karşılaştığımız o ilk anda gözlerimizden kıvılcımların fırlayacağı fikrine kendimi öyle amansızca kaptırmış oldum. Artık varlığımdan haberdar olmayan birisini sevdiğime inanıyordum. Benim asıl düşüncelerimi açıklayan bir cümle söylemiş Lao Tzu vakti zamanında ve demiş ki; "Tanrı size istediğiniz insanları değil, ihtiyacınız olan insanları verir. Öyle ki bu insanlar size yardım edecek, sizi incitecek, size acı verecek, sizi terk edecek, sizi sevecek ve olmanız gereken insan olabilmenizi sağlayacaktır." Derken bu kızları unutmayalım. Ben Zeyrek'in nasıl serpildiğini, beni etrafta göremeyince ve okulumu değiştirdiğimi öğrenince neler hissettiğini, aradan zamanlar geçmesine rağmen hala beni düşünüp düşünmediğini düşlerken izledim kızları. Zeyrek'in koca gönlünü anımsar ve pek bi' keyiflenirdim. Anımsadığım vakitler, izi geçen kızlar ise sürekli el değiştirmiş oldular ve işin garip yanı ise her elin sahibini sevdiklerini söyleme cesareti göstermeleriydi. Oysa ben Zeyrek'i nasılda zor taşıyordum gönlümde. Bu garip bir detay olmalı bana göre, nedeni de sevginin bir ölçütü olduğuna karar vermiş olmamdı sonunda. Benim sevgimden az olmalıydı kızların sevgisi yoksa bu kadar çok her birisini sevdiklerini söylemeleri epey anlamsız kalıyor. "Peki ya," dedim, "Sandığım kadar sevilmediysem Zeyrek tarafından? Ya da hiç sevilmemişimdir." Benim kafam bunlarla dolup taşarken liseye başladım, o süreçte emekli oldu güzel kalpli babam annemin aksine. O aşamada neden benim evliklerinden epey sonra doğduğuma geliyordu konu... Yedi yıl boyunca bebek sahibi olamamışlardı, üstelik hayallerine olan beklentileri ile sevgileri kat kat katlanırken onlar bununla imtihan olundular. Hayırlısı bu ya. Gel zaman git zaman lisede bitti ve ben Uludağ Üniversitesi'nde mimarlık kazandım. Ben kazandım, kazandıkça zorlandım. Zorlandım çünkü babamı öyle sıradan bir günde, televizyon izlerken ecelinin gelişiyle kaybettik. Birileri geliyor ve birileri gidiyordu. Annem bitap düştü, toparlandı derken çalışmak zorunda kaldık, ki kaldı da destek olmak isteyen -Allah razı olsundu onlardan- veya olamayan herkes şehir dışında, Ankara'da, Zeyrek'i bıraktığım yerde kalmışlardı. Sonraları buğuluydu. Üniversitem bitti. Bir mezundum; herhangi bir mimar adayı, iş bulması gereken bir kadın, geleceğin merdivenlerini adımlaması gereken bir insan evladı. Sonra işte zaman şimdiye gelmiş oluyor. Tam da o günlerde -yaklaşık iki hafta kadar önce- annemin narin bedeni fani dünyanın ağır tekâlifine göğüs geremedi. Eşine, helaline, kader ortağına ulaşmak istercesine gözleri bu dünyaya son kez baktıktan sonra yumuldu. Ben bununla nasıl baş edeceğimi, taziyeye gelenlerle ilgilenip, Ankara'ya dönmem gerektiği inancında olan akrabaların yoğunluğu altında ikinci haftamı devirirken son misafiri -teyzem- evine uğurladım. Koskoca Bursa'da, bir zamanlar üç kişiyi barındıran evimizde artık sadece ben kalmıştım. Annemin sesi, babamın kokusu, duvarların gizli seyirciliği... her şey yavaş yavaş adımladı omuzlarımı, bir yük gibi abandı gerçekler. Ağlamak ve özlemek hiç bu kadar anlamlı olmamıştı. Tam şu kısımda otururdu babam; şöyle yayılır, anneme manidar bir bakış atardı. Anlardı annem onun dediklerini duymadan. Ben gelirdim eve, gittiysem okula o gün. Bir fiske annemden mutluluk çalar, gerginse öpüp kokusunu alıverirdim. Bunlar şuan da tahmin edilemeyecek kadar rafa kalkık. Ölmeden önce yanımda olan annem artık bir toprak altında, benim ağıtlarımda, her hangi anı taşıyan detaylarda ve ilişmişse bir fotoğraf karesindeydi. Şu koridorda gülümsedi birden fazla kez babam. Sonra bir ağrı çöreklendi yüreğime, sessizlik ağır bir komşu gibi yerleşti sol yanıma. Çözümü odama kaçmakta buldum. Biraz yorgan altına girer ve ölene değin uzanırım. Arada ibadetlerim için çıksam yatağımdan, biraz besin alsam ölmek çok uzak olmaz ya bana. Sonra bilgisayarım çarptı odaya girer girmez algılarıma. Haftalar öncesinden başvurduğum ve başvurumun annemin vefat ettiği gün onaylandığı bir işi kaybettiğimi hatırlattı ekranı. Buna hüzünlenemeden bilgisayarımın açık ekranında duran bir not ilişti gözlerime. Teyzemdendi. Her şeye rağmen beni sevdiğini, inat ederek ailemin hatırasına sahip çıkıp Ankara'ya dönemeyeceğimi bildiğini ve bunun adına böyle bir adım attığını yazıyordu. Sonra düşündüm: teyzemin 'böyle bir adım' derken neyi kast ettiğini. Ardından notun altında açık duran ekrana ilişti gözlerim. Gördüğüm e-posta ile donup kaldım. Şirkettendi. Durumu anladıklarını, en kısa zamanda dönüş yapmam gerektiğini ama bu süreci çok uzatmamam gerektiği ve baş sağlığı diledikleri belirtiliyordu. Biraz daha detaylı baktığımda gelen mailin üstünde benim hesabımdan gönderilmiş olan bir adet mail duruyordu. Bunu ben atmadım. O an bağdaştırdım olup biteni. Atılan mail, yazılan not. Teyze? Basit bir olaydı işte. Nasıl yapmış ise benim adıma bir mail atmıştı iş yerine. Muhtemelen misafirler arasında en donanımlı ve bilgi sahibi olan birine yaptırmıştı bunu. Algıladıklarım notun gerçekliğini kanıtlıyordu. Teyzem sadece kendine göre doğru olanı yapıyordu. Ancak o an bu hamlesine sevinmiş olmam, ileride çok ağlayacağım gerçeğini değiştirmiyordu çünkü bu mail beraberinde kocaman bir kaos getirdi. Büyük bir Noren sorunu. ~×~
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE