Mardin Çağırıyor;
Çok sevdiğim bir kadın, Ben çocukken bana bir söz söylemişti:
“Aşk öyle bir zehirdir ki… Vücuduna bir kez nüfuz etti mi, seni baştan yaratır.”
Haklıymış...
Ama ben...
Kinle yoğrulmuş, intikamla dolu bir kalple yaşadığım için bunu çok geç anladım.
Ve şimdi… Bir kadının sevgisiyle yeniden doğmuş gibiyim.
Sanırım, Yeni bir adamım.
Peki ben kim miyim?
Mardin’de adı her sokakta yankılanan, reklamı fazlaca yapılan İrfan Aşireti'nin yeni ağasıyım.
Ateşoğulları'nın veliahtı…
Miran Ateşoğlu.
Ve sanırım...
Siz zaten beni tanıyorsunuz. (Tanımaz mıyız yiğidim!) 🤭
7 Ay önce;
Rize’nin yeşile bulanmış yüksek bir yaylasında kemençe sesleri göğe yükseliyordu. Sanki dağlar taşlar bile bu coşkulu ritme ayak uyduruyordu.
Tahir, çalgı çenginin arasından fırlamış gibi neşeyle koşarak kalabalığın arasına daldı. Onu kendine doğru gelirken gören Miran,
“Ben aslında burada yokum,” dercesine başını ellerinin arasına aldı, saklanmaya çalıştı ama nafile…
Tahir adeta bir enerji bombası gibi masanın etrafında dönerek oynamaya başladı. Ayaklarıyla çimleri döverken, Karadeniz şivesiyle bağırdı:
“Haydeee Mardinlii! Horon oynamadan seni bu yayladan dışarı salmam hee!”
Miran, rahatsız ve biraz da utançla arkadaşının yakasından tutup çekti:
“Oğlum ben ne anlarım horondan?! Yürü git işine!”
Ama Tahir'de karadeniz inadı vardı:
“Olmazzz! Gitmem hayatta. Tertibin evleniyor, görevindir ha burada oynamak!”
Miran, “off”layarak başını yere eğdiği sırada yaklaşan düğün alayını fark etti. Davetliler, kemençenin ritmiyle birlikte onun etrafında toplanıyordu. Kaçış yoktu. Kaçınılmaz olanla yüzleşti ve iç çekerek ayağa kalktı. Horona katıldı.
Kemençenin telleri inledi, türkü yankılandı:
🎶🎵
Uyyy aha!
Oyna, dik oyna
Kollar çubuk olacak
Horonda oynayanlar
Daha dik oynayacak
Ikoba'dan aşağı
Akar dereler, akar
Ikoba'dan aşağı
Akar dereler, akar
Güzeldur yaylaları
Biri birine bakar
Güzeldur yaylaları
Biri birine bakar
Oyna, dik oyna
Kollar çubuk olacak
Horonda oynayanlar
Daha dik oynayacak
🎵🎶
Miran, uzun boyu ve iri yapısıyla kollarını bacaklarını şaşkınca sallıyor, ritmi yakalamaya çalışıyordu. Ne yaptığından pek emin değildi ama elinden geleni yapıyordu. Görüntü o kadar komikti ki, horon halkası onu izlerken kahkahalar yükseliyordu.
Ama takım elbisesinin içinde, o gülünç hareketlerine rağmen Miran Ateşoğlu hâlâ karizmatikti. Koyu bakışları, düzgün fiziği, sert yüz hatları… Karadeniz'in tüm kızlarının dikkatini çekmişti bile.
Horon alayı, bir şarkıdan diğerine geçerken Miran için bu maraton adeta bir çileye dönüşmüştü. Ayakları ritmi yakalamaya çalışıyor, o ise çoktan pes etmişti.
Tahir ise, askerlik arkadaşının bu komik hallerini kahkahalarla izliyor, eğleniyordu.
Nihayet dakikalar sonra kalabalık yavaş yavaş yerini aldı. Gelin ve damat, nikah masasına geçerken kemençenin sesi de sustu.
Miran, askerdeyken bile kimseyle kolay kolay yakın olmamıştı. Çocukluğundan beri insanlarla arasına mesafe koymayı alışkanlık haline getirmişti.
Ama işte...
Hani herkesin hayatında birileri olur ya; cebren, hileyle, binbir numarayla en soğuk kalpleri bile yıkıverir…
Tahir tam da öyle biriydi. Miran'ın hayatına resmen zorla girmişti.
Dost olmuştu, dayanak olmuştu...
Ve şimdi, Miran onun için gerçek bir kardeşlik hissediyordu.
Şimdi evleniyordu, Askerdeyken bu kızın peşinden ne çok ağlayıp sızlamıştı Tahir…
Miran da hep yanında olmuş, onu sabırla dinlemişti.
Nikâh kıyıldı, alkışlar yükseldi. Ardından takı töreni başladı.
Miran ağır adımlarla yerinden kalktı, takım elbisesini düzeltti ve sıraya girdi.
Sıra ona geldiğinde, cebinden siyah, büyük bir mücevher kutusu çıkardı. Kutunun içinden neredeyse bir kiloluk kalın altın bir gerdanlık çıktı.
Mücevheri Tahir’e uzattı:
"Kardeşim, sen yengeye takarsın." dedi ve Gelin'e döndü, ''Hayırlı olsun, Allah mutlu etsin..'' diyerek elini sıktı.
Gelin, gözlerini faltaşı gibi açmış, manzara karşısında adeta donakalmıştı. Elindeki gerdanlık, gerçekten de servet değerindeydi.
Tahir anında suratını buruşturdu:
"Ha ben bura gel, takı tak de mi dedum sana?! Sen gelsun yeter demedim mi? Koy ha onu geri!"
Ama Miran henüz cevap veremeden gelin Tahir’in ayağına bastı, hafifçe öne eğilerek Miran’a döndü:
"Çok teşekkür edeyrük, Allah razı olsun!"
Miran gülümsedi:
"Güle güle kullanın. Bir ömür boyu mutlu olun."
Tahir taze karısından yediği şamardan sonra, mahcup bir ifadeyle başını eğdi:
"Saolasın tertibim… Zahmet oldi."
Miran eğilip kulağına fısıldadı:
"Artık karın olduğuna göre… beni sevgilim gibi aramayı bırakırsın herhalde, kardeşim."
Tahir’in yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi:
"Valla sen evlenursun evlenursun… Yoksa ben aramaya devam ederum!" dedi.
İkisi de kahkahalarla gülüyordu.
Sonra Miran’ın yüzü biraz ciddileşti:
"Ben artık ayrılmak zorundayım. Uçuşum var."
Tahir hemen itiraz etti:
"Ha valla kabul etmem! Nereye yaw, daha gece eğlencesi vardı!"
Miran içten bir ifadeyle başını salladı:
"Mardin’e dönmem lazım. Yarın yönetim kurulu toplantım var. İnan kalmak isterdim."
Tahir biraz buruk, ama anlayışla başını salladı:
"Haklusun kardeşim… İşin gücun bekler. O zaman, ayağına sağlık."
Miran sıkı sıkı sarıldı dostuna:
"Mutluluklar devrem." dedi.
Sonra yavaşça kalabalığa karıştı.
Miran uzaklaşırken, arka planda müzik yeniden başladı. Düğün alayı bir kez daha coşkuyla dansa kalktı…
Ve yaylanın üstünde, yıldızların altında Karadeniz gülmeye devam etti...
Miran oteline döner dönmez valizini toparladı. Ufak tefek eşyalarını yerleştirdi, ardından ılık bir duş alıp dinlenmek için yatağa uzanacaktı ki…
Telefonun tiz sesi sessizliği böldü.
Ekranda beliren isim yüzünde istemsiz bir gülümseme oluşturdu:
Zühtü AĞA
“Alo! Noldu, beni mi özledin ağam?” dedi Miran, şakacı bir keyifle.
Zühtü Ağa’nın tok, enerjik sesi kulaklarında yankılandı:
“He valla aslanım! Nerelerdesin? Ne zaman gelicüğn?”
“Rize’deyim hâlâ dayı… Yarın sabah uçağım var. Ama konağa geçmeden önce şirkete uğrayacağım. Toplantıyı kaçırmamak lazım.”
Zühtü Ağa’nın sesi birden ciddileşti, tınısına öfke karıştı:
“Öyle aslanım, öyle… Kaçırma sakın o toplantıyı! O Settar iti… Elimizde ne var ne yok onun ppeşinde. Amcası yıllarca Lina'nın babasına musallat oldu. Bu itte şimdi bize oluyor... Hele ağalık sana kaldı ya, kuduruyor şerefsiz!” dedi.
Miran bir an sessizliğe büründü. Gözleri boşluğa daldı.
Yıllarca hem Mardin'den hem törelerden uzak bir hayat yaşamıştı. Ama şimdi, istemeden de olsa, ağalığın yükünü omuzlamak zorundaydı.
Poyraz Amcası’nın ömrünü adadığı bu şirket…
Lina’nın yıllarca hem annesini, hem babasını kurban verdiği bu aşiret. Bu konak...
Şimdi onlara kalan her şeyi o soysuz Settar’a bırakmak düşüncesi bile dayanılmazdı.
Çünkü Lina, kan bağı olmadan anne olmuştu Miran'a. Dost olmuştu, Sırdaş olmuştu. Arkasında ki dağ olmuştu.
Şimdi Miran, bu töre belasını ve bu kirli insanların hırslarının sevdiklerine bulaşmaması için herşeyi yapacaktı...
“Tamam dayım. Yarın detaylı konuşuruz. Banu yengeme selam söyle,” dedi. (yenge dediii) 🤭
Zühtü Ağa, sesini yükselterek içeriye seslendi:
“Çiçeğim! Senin oğlan selam edir ha!”
Hemen ardından, Banu’nun sevgi dolu sesi yükseldi:
“Öpüyorum Miran’ımı… İyi uykular oğlum.”
Miran’ın dudaklarında sıcacık bir gülümseme belirdi.
“Hadi, Allah rahatlık versin dayım.”
Telefonu kapattı.
Şimdi aklındaki tek şey…
Mardindi.
Ne kadar kaçmaya çalışsa da, anlaşılan o ki Mardin ondan hiç vazgeçmemişti.
Ve artık, dönme zamanıydı.