Sende, ben, imkânsızlığı seviyorum,
fakat asla ümitsizliği değil…*
‘’O şirketten bu yalan ile kaçtın değil mi? Seni sinsi seni…’’ dedi Simge yere koyduğu ve birkaç saniye önce Tuna’nın kafasına acımasızca vurduğu çantasını alarak ardımdan gelmeye başladı. Aylin’e selam vererek Kızılay’a doğru yola koyulabilmiştik. Çantamda itinayla titremeye devam eden telefonumu fazla umursamamaya çalışarak Kızılay’ın sokaklarındaki kalabalık insan gruplarının bu denli yoğunluğunda Simge ve benim için en uygun kahvaltı yapılabilecek bir kafeyi aramaya koyulmuştuk bile. Şirketim ile Kızılay arasından yürüyerek on dakika arabayla ise sadece iki dakikalık bir yol olması hayatımın kolaylıklarından birisi haline gelmişti. Simge ile her zaman yaptığımız gibi yanımızdan geçen büyük küçük demeden makyajlarını ve giyinişlerini eleştirdiğimiz insanların eleştirilerine devam ederken birkaç dakika önce yanımızdan geçen on yedi ya da on sekiz yaşlarında olan gotik gibi giyinmiş ve simsiyah göz makyajı ile yirmi beş yaş üstünde bir kadına benzeyen kızı aklımın bir köşesinden itmek için uğraş vermeye başlamıştım. Boyum kadar giymiş olduğu topuklu ayakkabıları, kalçasının altında biten siyah, deri mini etek o kız için hiç de onaylanır bir durum söz konusu değildi.
‘’Şu tam kalçasının altında etek giyen kızın, firavun eyelinerına ne diyorsun peki? Bu tarz insanlara makyaj yapmak yasak olmalı. Hapse falan atılmaları gerekiyor.’’ Dedi Simge genelde takıldığımız, sakinliklerle dolu olan kafeye otururken. İki üç kere turlamış olsak da alışkanlık haline getirmiş olduğumuz kafede yine karar kılmıştık.
‘’Bazen bu tarz insanlar gördüğüm için şirketimi kapatarak bir dağ evinde ölmeyi beklemek istiyorum.’’ Dedim önümdeki küçük menüye bile bakmadan yanımıza gelen garsona dönerek. ‘’Sadece kahve. Şekersiz olsun.’’
‘’Ben de çay alayım, yanına da iki tane simit.’’ Dedi Simge ve adamın gidip gitmemesini umursamadan içinde tuttuğu dedikoduları dışarı salmaya başladı. ‘’Şimdi Tuna şirkete bir girdi, bir daha çıkmadı. Aptal iki tane mini far paletini elinde tutarak vişneçürüğü ile bordonun aynı renk olduğunu, insanları kandırdığımızı söyleyip durdu. En sonunda dayanamayarak onu şirket holünden dışarıya kadar canım çantam ile dövmeye başladım. Çanta için pişmanım ama Tuna için, asla…’’
‘’Tuna’dan daha beteri de Ateş biliyorsun değil mi? Saçları vardı Simge! Omuzlarına kadar inen saçları vardı. ’’
‘’Ateş’in saçları mı vardı? Allah’ım bize daha neler göstereceksin acaba? Hem Tuna da rezil bir bela biliyorsun. ’’
‘’Ateş bir mağara adamı. Buna yüzde yüz eminim ama kanıtlayamam. ’’
‘’Salih amcaya acıyorum vallahi. Bir mağara adamı ile aynı evde kalmak, Allah’ım sen dünyaya neler getiriyorsun?’’
‘’Hayır, anlamıyorum, günahım neydi de o aptalı görmek zorunda kaldığımı anlamıyorum.’’
‘’Peki ya benim günahım neydi? Lise de bile nefret kustuğum o beyinsizin saatlerce şirkette kalmasını kim açıklayacak?’’
Bir süre sessiz kalmıştık ve aynı anda mırıldandık. ‘’Günahkârız.’’
Kahkahalar ve bol bol dedikodu yığınları ile bir saat boyunca aynı kafede oturduktan sonra evlerimize dağılmak üzere yola koyulmuştuk. Simge ailesi ile yaşadığı için Kızılay’da Keçiören’e geçen yüz on beş numaralı otobüs durağına doğru çevresindeki insanları röntgenleyerek giderken ben de en yakın durağa ilerleyerek Çankaya’da bulunan iki odalı küçük evime doğru yola koyulmuştum. Telefonumdaki aramaları dahi görmezden gelerek taktığım kulaklığım ve başımı yasladığım cam ile kendimi uzak diyarlara bırakmak istesem de yarın onaylayacak olduğum şirket ortaklığı sözleşmesinden dolayı kafam sürekli dalgınlaşıyordu.
Şarkı sözlerini duysam bile ne dediğini idrak edemediğimden dolayı otobüste bulunan insanlara bakınmaya başlamıştım. On sekiz yaşlarında olduğu belli olan, cool görünmek için beline gömlek bağlayan ve büyük kulaklıkları ile birilerine mesaj atıyormuş imajı yaratmak isteyen çocuğun omuzlarını kaplayan gelecek kaygısı ve boş görünme korkusu benimle yüzleşmeye başlamıştı.
Bir kadının kucağında ağlamaktan harap olmuş olan bebeğe bakındığımda ise küçücük bedenindeki annesinin umursamadan gezmelerinden sıkılmış ve acıkmış bir şekilde ağlayarak sesini duyurmaya çalışması ise suratıma çarpan bir duvar gibi hissettirmişti her şeyden önce kendimi. Şimdi de o çocuk gibi değil miydik? Umursamaz bir şekilde tüm sevdiklerimizden uzaklaşarak işlerimizde koşturuyor, onlara vakit ayırmak yerine onların bizleri umursamalarını bekleyerek zamanlarımızı geçiriyorduk. Bizim değil onların araması gerekiyordu, çünkü bizler yoğunduk. Bizim değil onların sevmesi gerekiyordu, çünkü bizim önemli toplantılarımız vardı. Kendimizi bile sevmeye vaktimiz yokken bir başkasının bizi sevmesi için kendi hayatından zaman çalmasını diliyorduk.
Eve vardığımda bacaklarımın topuklu ayakkabıdan dolayı sızladığını yeni hissedermişçesine ayakkabılarımı dolaba özenle yerleştirerek iş kıyafetlerimi kirli dolabına usulca bıraktım. Sonbaharın hafif esintili ve yağmurun geleceğini belli eden rüzgârı evimin duvarlarına çarparken uzun kollu pijamamın üstüne giydiğim salaş siyah hırkamın kollarını yukarıya sıvayarak çantamın içinden geri dönmemi bekleyen aramalarla ve mesajlarla dolup taşmış olan telefonumu alarak yumuşak koltuğuma kendimi attım. Yirmi sekiz cevapsız çağrı ekranda kusursuzca parıldarken iç çekerek kilit ekranımı açtım. Anneme ait sekiz, babama ait üç, Salih amcaya ait on ve bilmediğim bir numaradan da yedi çağrı ile kendimi asma isteğimi geriye atarak annemin aramasına geri dönmeye koyuldum.
Eğer ki annem babama laf yetiştiriyorsa on ile on beş saniye sonra, eğer ki televizyonun karşısında oturmuş bir yandan dizi izlerken bir yandan da tüm Türkiye’nin magazin dünyasının gelişmelerini okuyorsa da üç saniye içinde telefonu açardı.
‘’Sabahtan beri neredesin sen?’’ Duyduğum ses kulaklarıma küçük çaplı bir zarar verse de yaklaşık olarak iki dakika önce annemin babama laf yetiştirdiğini hırıltılı sesinden anlayabiliyordum.
‘’Şirketteydim anne.’’
‘’Şirkettesin ama bir telefonumu bile açmıyorsun, anneciğine değer vermeyip onu görmezden geliyorsun.’’
‘’Anne lütfen naz yapma, o kadar yorgunum ki; bugün çok fazla şeyle uğraşmak zorunda kaldım.’’
‘’Neyle uğraştın bakalım? ’’
‘’Tuna dönmüş ve onu şirketimin önünde Simge’den dayak yerken buldum, Karabulut şirketi bana ortaklık teklif etti ve Ateş’te geri dönmüş. Ayrıca - ’’
‘’Tamam neyle uğraştığını pek de umursamıyordum, sesin iyi geldiğine göre iyisindir. Neyse kapat, ben gidip Beni Affet izleyeceğim.’’
‘’Ay anne, depresyondaki yaşlı nineler gibisin.’’
‘’Kendine baksana sen moruk.’’ Dedi ve henüz ağzımı bile açamamışken telefonu suratıma kapatmadan birkaç saniye önce.
Annem ile üniversite tercihlerinde onun istediği avukatlık mesleği yerine işletme okuduğum ve yan daldan da moda bölümünü bitirdiğim için ve üniversite ikinci sınıfın sonlarına doğru adını bile hatırlamaya gerek duymadığım bir akrabanın zengin oğlu ile evlenmediğimden dolayı uçurumun kenarından sürekli olarak beni sarkıtan ve sarsan bir ilişkimiz vardı. Annem ile babamın ilişkisi ise en yakın iki arkadaşken sevgililik, sevgiliyken ise annemin bana hamile kalmasıyla evliliğe çevrilen çocuklarımın – ki hiçbir zaman var olmayan olan çocuklarımın bilmesini istemediğim garip bir hikâyeleri vardı. Ben doğuncaya kadar milyonlarca kez boşanma davaları açan anneme inat bu evliliği sürdürmeye devamlı olan çok sevgili babacığım sayesinde hem bir annem hem de bir babam vardı. Annemin benden ve babamdan nefret ettiğini sürekli olarak hissetsem de dizimin üstüne bir tane çizik bile oluşsa kıyametleri kopartacak kadar beni sevdiğini belli eden ama asla göstermeyen bir ebeveyn olmuştu kendisi. Babam yaşı gereği ve evliliklerinin uzunluğundan dolayı annemin ona doğru gönderdiği lafların bir kaçını umursamadan çalışma odasında tavana kadar uzanan ve ansiklopedilerle dolu olan kitap dünyasında yaşamayı seviyordu.
Babamı aramaktan vazgeçerek Salih amcanın aramasına geri döndüm. Telefonun başında beklemek loto çıkmasını beklemek gibi zamanımı alırken acıktığımı hissedermişçesine midemi ovduğumda kulaklarımda yükselen o duymaktan hiçbir şekilde haz almadığım sesi duymam ile açlığım mide bulantısına geçiş yapmıştı.
‘’Sıray.’’
‘’Iyy mağara adamı.’’ Dedim tiksinç dolu bir ses ile ayağa kalkıp buzdolabımı kurcalamak için mutfağıma doğru ilerlerken. ‘’Salih amcamın telefonu neden senin elinde?’’
‘’Sensin mağara adamı. Sana bekle derken sen ne anladın ve sana hesap vereceğimi nereden çıkarttın? ’’
‘’Asıl benim sana hesap vereceğimi nerenden çıkarttın mağara adamı?’’
‘’Evet vereceksin. ‘’
‘’Vermiyorum.’’
‘’Hay ben senin… ‘’ derin bir nefes aldığını duydum. Sanırsam o nefesi geri vermemişti ve dualarımı onun kendi nefesinde boğularak ölmesi üzerinde Allah’a sunmaya başlamıştım ‘’Babam maili okuyup okumadığını soruyor.’’
‘’Okudum. Yarın gelip onunla konuşacağım.’’
‘’İyi.’’ Dedi ve sustu. Onun suskunluğundan yararlanarak buzdolabında dünden kalan makarnayı çıkartıp kısık ateşte ısıtmaya ve Simge’nin her hafta itinayla bana zorla aldırdığı ve kendisinin özenerek hazırladığı salatayı soslamaya başladım.
‘’Kapatsana telefonu.’’ Dedim salatanın yağını ayarlamaya çalışarak.
‘’Kapatmıyorum.’’
‘’Dakikalarıma tecavüz ediyorsun.’’
‘’Ederim.’’
‘’Pardon ama padişah torunu falan mısın? Nereden geliyor bu kendini ön planda tutma çabaları? ’’
‘’Sen zengin değil misin? Yeni dakika yap.’’
‘’Sende ukala ve mağara adamı değil misin? Telefonu kapat.’’
‘’Kapatmıyorum.’’
‘’Canına falan mı susadın sen ya? Ne alıp veremediğin var benimle.’’
‘’Sana ne!’’
‘’Eğer geldiğim saatte o şirkette olursan, on santim topukluları beynine geçiririm ve seni orada mezara gömerim.’’
‘’Çok korktum beyinsiz.’’
‘’Su aygırı kılıklı beyinsiz.’’
‘’Makyaj güzeli.’’
‘’En azından güzelim, sen mağara adamısın. Neslin tükendi, defol!’’
‘’Plastik beyinli.’’
‘’At ağızlı.’’
‘’Başımı ağrıtmak dışında bir halta yaradığın var mı?’’
‘’Sen neden telefonumu kapatmıyorsun hala?’’
‘’Sana mı soracağım.’’
Sinir tüm bedenime nüfuz ederken telefonu kapatarak sessize geri alıp televizyonumun karşısındaki koltuğuma tekrar yerleşerek yemeğime odaklanmaya çalıştım. Kafamı kurcalayan bir mağara adamı Ateş Karabulut, zengin ve yakışıklı olduğundan dolayı her kadının kalbi ile oynayabileceğine kendini inandırmış olan bir Tuna Ardınç ve her ne kadar kendisi en sevdiğim arkadaşım olsa da saçma marka takıntısı ve yüzünü boya küpüne çeviren Simge Uygun’dan uzaklaşmak istermişçesine Netflix’ten Rick & Morty açarak kafamı dağıtmaya çalıştım. Rick’in geğirmeleri Ateş, Tuna ve Simge üçlüsünün hayatımda yarattıkları kaoslardan daha eğlenceliydi.
*Nazım Hikmet – Henüz Vakti Varken Gülüm – sayfa 66