🦋. BİR YAŞ KÜÇÜK AMA YÜREĞİ BÜYÜK 🦋

1653 Kelimeler
📖 4. BÖLÜM – BİR YAŞ KÜÇÜK AMA YÜREĞİ BÜYÜK Bazı çocuklar büyürken oyuncaklarını saklar, bazıları gülüşlerini… Ama Nehir, hem oyuncaklarını hem gülüşlerini hem de çocukluğunu sessizce arkasında bırakmak zorunda kalmıştı. Dayısının konağı dışarıdan görkemliydi. Altın işlemeli kapılar, yüksek duvarlar, geniş avlular… Fakat o avlunun soğuğu, Nehir’in ayaklarından çok içine işliyordu. Bir çocuğu üşüten bazen taşın serinliği değil, insanların bakışlarıydı. Nehir, o bakışların ağırlığıyla büyüdü. Kimsenin fark etmediği sessiz bir yalnızlığın içinde, küçük omuzlarında büyük bir dünyanın yükü vardı. O sabah okulun büyük kapısına yürürken, hayatında başka bir kapının daha açıldığını bilmiyordu. Elinde küçük bir çanta, içinde ince bir umut vardı; ancak kalbi yılların ağırlığını taşıyordu. Okulun demir kapısına yaklaştığında içeri giren çocukların koşar adımları, çantaların sallanışı, kahkahalar, şakalaşmalar ona bir film sahnesi gibi uzaktan geliyordu. Kendi adımlarının sesini bile duyamıyordu; sanki bu kalabalığın içinde var ama görünmezdi. Okul bahçesindeki kahkahalar ona çok uzak bir yerden geliyordu. Top sektiren çocuklar, saçlarını savurarak yürüyen kızlar, birbirini itekleyerek gülenler… Hepsi aynı dünyaya ait gibiydi. Nehir ise aynı dünyanın içinde, bambaşka bir hikâyenin kahramanıydı. Sınıf kapısına geldiğinde durdu, derin bir nefes aldı ve içinden fısıldadı: “Burada da başaracağım.” Bu cümle, sessiz bir duaydı. Kendine verdiği küçük bir söz, ama geleceğini taşıyan büyük bir adımdı. Yeni Sınıf, Eski Yargılar Sınıfa girer girmez bakışlar üzerindeydi: Kimi merakla, kimi kuşkuyla, kimi de açıkça küçümseyerek bakıyordu. Ön sıralardaki iki kız birbirlerine eğilip fısıldadı: “Bu muymuş yeni gelen?” “Daha küçük duruyor…” Nehir, sırasına sessizce oturdu. Sandalyeye otururken çantasını dikkatle kenara koydu; sanki en küçük sesi bile rahatsızlık verebilirmiş gibi. Öğretmen yoklamaya başladı. Sınıf, isimler okundukça “burada” sesleriyle doldu. Sonunda sıra ona geldi. “Nehir…” dedi öğretmen, sonra soyadını ekledi. Başını kaldırıp sınıfa baktı, sonra gözlüğünün üzerinden Nehir’e doğru eğildi: “Demek bir yaş küçüksün… Bakalım nasıl gidecek derslerin.” Sınıfta hafif bir gülüşme oldu. Arkalardan biri kısık sesle, “Daha oyuncakla oynuyordur,” dedi. Başka bir çocuk bu sözle ürküp içine kapanabilirdi, ama Nehir’in içi zaten yıllardır darbe yemeye alışmıştı. Gözlerinde belli belirsiz bir parıltı oluştu. “Göreceksiniz,” dedi içinden. Bu bir tehdit değildi; kendi kaderine karşı sessiz bir meydan okumaydı. Tahtadaki Sessiz Zafer İlk ders Matematikti. Öğretmen, elinde tebeşirle tahtaya doğru yürüdü. Tahtaya rakamlar ve işlemler yazarken sınıftaki uğultu azaldı. “Bakalım kimler çalışmış…” dedi öğretmen. Sesi ne çok sertti ne de çok yumuşak; ama sınanacaklarını belli eden bir ton vardı içinde. Nehir, defterine sayıları not ederken kalbinin ritmini duyuyordu. Korkudan değil, bir şey kanıtlama isteğindendi bu. Öğretmen sınıfı süzdü. Gözleri sıraların üzerinde dolaştı, sonra bir anda durdu. “Nehir, tahtaya gelir misin?” Sınıfta ince bir uğultu yükseldi. “Yapamaz ki…” “Boşuna çağırdı.” “Daha yeni geldi.” Nehir içinden derin bir nefes aldı. Küçük elleriyle sıranın köşesinden destek alarak kalktı. Adımları küçük ama kararlıydı. Tahtanın önüne geldiğinde öğretmen ona tebeşiri uzattı: “Haydi bakalım, şu problemi çöz.” Nehir tahtaya baktı. Sayılar ona yabancı değildi; evde, hastane koridorlarında, defterin kenarına çizdiği işlemlerle defalarca arkadaşlık etmişti onlarla. Sayılar, onun için korkutucu değildi; konuşmayı bilmediği halde dertlerini anlatabildiği tek dildi. Kalemi tutar gibi tebeşiri tuttu, derin bir nefes aldı ve çözmeye başladı. Sınıf sessizleşti; yalnızca tebeşirin tahtaya sürtünürken çıkardığı o hafif cızırtı duyuluyordu. Çözümü bitirdiğinde bir adım geri çekildi. Öğretmen, tahtaya yaklaştı, işlemleri dikkatle inceledi. Yüzünde yavaşça bir gülümseme belirdi. “Aferin Nehir. Çok güzel çözdün,” dedi. Bir anlık sessizlik oldu. Ardından arkalardan çok hafif bir homurtu yükseldi; kimse açıkça itiraz edemiyor ama çoğu içten içe bunu kabullenmek istemiyordu. Nehir başını eğdi, sessizce yerine döndü. Sevinçten zıplamazdı, alkış beklemezdi. O, takdir edilmeden de ayakta durmayı öğrenmişti. Sözlü Saldırılar Ders bittiğinde zil çaldı. Sınıf bir anda dağıldı; çocuklar teneffüse koşarken sandalyeler çekildi, çantalar sürüklendi, kahkahalar yükseldi. Nehir ise yerinde kaldı. Defterini açtı, biraz önce çözdüğü sorunun benzerlerini kenara yeniden yazdı. Kendi kendine küçük alıştırmalar yapıyordu. Bir süre sonra gölgesi sırasının üzerine düşen iki kız durdu önünde. Biri saçlarını geriye savurup dudaklarını bükerek konuştu: “Sen küçüksün. Bizim seviyemizde değilsin.” Diğeri alaycı bir kahkaha attı: “Aynen, bebeksin sen. Tahtaya çıktın diye havaya girme.” Nehir başını kaldırmadan, defterine bakmaya devam etti. Kalemi elinden bırakmadı. Sesi sakin ama çok netti: “Ben okuyacağım… hem de çok okuyacağım.” Kızların yüzündeki ifade kısa bir anlığına bozuldu. Bekledikleri tepki değildi bu. Onu ağlatmak, kızdırmak, savunmaya zorlamak istemişlerdi. Ama karşılarında sakin, dimdik duran, göz teması bile kurmadan kararlı cümleler kuran bir kız bulmuşlardı. “Ne hâlin varsa gör,” deyip uzaklaştılar. Nehir, kalemini defterin üzerinde yavaşça gezdirdi. İçinden geçen cümleleri kağıda değil, kalbine yazıyordu: “Beni anlamayanlara kendimi anlatmak zorunda değilim.” Teneffüslerde fısıltılar bitmedi: “Kesin öğretmen kayırıyor.” “Nasıl biliyor bu soruları?” “Bir yaş küçük, bizden iyi olamaz.” Kıskançlık, çocukların dünyasında bile hızlı yayılıyordu. Ama Nehir artık biliyordu: Bu sözlerin hiçbiri onun kim olduğunu değiştirmiyordu. Görünmeyen Savaşlar Öğle arasında öğretmen küçük bir test yaptı. Herkes sessizce çözdü, kağıtlar toplandı. Sınıfta yine o alışılmış uğultu vardı; kimisi soruların zor olduğundan şikâyet ediyor, kimisi “Kaç doğru yaptın?” diye soruyordu. Bir süre sonra öğretmen kapının önünde belirdi, elinde kağıtlar vardı. Sınıfa girip hepsini masanın üzerine bıraktı. “Test sonuçlarına bir göz attım,” dedi. “Sınıfta birinci olan… Nehir.” Bir anlık donukluk… Ardından sandalye gıcırtıları, kesik öksürükler, kalem tıkırtıları, gizli homurdanmalar… Nehir başını kaldırmadı. Ne sağa baktı ne sola. Gururlanmak istemiyordu; çünkü bu zafer onun için başkalarına karşı kazanılmış bir savaş değildi. İçinden fısıldadı: “Benim savaşım onlar değil… Kendimle.” Belki kimse duymadı bunu, ama o cümle Nehir’in içindeki en derin yere yerleşti. Gizli Dostluk Kıvılcımı Teneffüs olduğunda bahçede yine kalabalık bir gürültü vardı. Koşanlar, zıplayanlar, birbirine seslenenler… Nehir ise okulun en sakin köşesindeki merdivene oturdu. Dirseklerini dizlerine koyup ellerini kenetledi; önünden geçen ayaklara, koşan çocuklara bakıyordu. Bu yalnızlık ona yabancı değildi. Konağın koridorlarında da böyle hissederdi; kalabalığın içindeyken bile yapayalnız. Tam o sırada biri gölgesini üzerine düşürdü. Sıska, gözlüklü, biraz utangaç bir çocuktu bu. Gözlüklerini parmağıyla yukarı itti, yerdeki çizgilere bakarak konuştu: “Matematikte çok iyiydin…” Nehir başını hafifçe kaldırdı. Bu sefer kulağına değen sözler alay değil, hayranlıktı. “Teşekkür ederim,” dedi çekinerek. Çocuk devam etti: “Benim adım Kerem. İstersen… yani şey… teneffüslerde burada yalnız oturmak yerine beraber oturabiliriz. Hani… istersen tabii.” Nehir’in içinden hafif bir sıcaklık geçti. Yanaklarının içinde gizli bir gülümseme kıpırdadı. “Olur,” dedi kısaca. Belki küçük bir adımdı bu. Ama onun yalnız dünyasında açılan ilk dostluk kapısıydı. Seçilmemek Beden eğitimi dersinde öğretmen takımları ayırmaya başladı. Herkes kimin hangi gruba geçeceğiyle ilgili heyecanlıydı. “Ben onu alırım!” “Sen gel, bizde yer var!” “Onu kimse almasın!” İsimler tek tek söyleniyor, çocuklar gruplara ayrılıyordu. Neşeli seslerin, hızlı adımların arasında Nehir köşede tek başına duruyordu. Sonunda sınıfın çoğu yerleşmişti. Geriye birkaç kişi kalmıştı, onlardan biri de Nehir’di. Öğretmenin sesi sınıfta yankılandı: “Nehir’i kim alıyor?” Sessizlik. Sadece duvarların soğuk yüzü, topun yere hafifçe çarpma sesi ve bir iki mırıldanma… Hiç kimse “Ben!” demedi. O an Nehir’in yüreği hafifçe sızladı. Ama yüzünde tek bir mimik oynamadı. Öğretmen hafifçe iç çekti: “Peki,” dedi. “Nehir benim takımıma gelsin.” Arka sıralardan biri fısıldadı: “İyi oldu, bize yük olurdu.” Bu söz, Nehir’in kulaklarına saplanan ince bir iğne gibiydi. Kısa bir an için boğazında bir düğüm hissetti. Sonra derin bir nefes aldı. Bu nefes, ağlamamak için değil; ayakta kalmak içindi. Meryem Hanım’ın Gözü Okul çıkışı minibüsle konağa döndü. Avluya adım attığında, kapının önünde bekleyen tanıdık silueti gördü: Meryem Hanım. Kadının yüzünde her zamanki o çözülemeyen sert ifade vardı. Bakışları, Nehir’in üstünden baştan aşağı süzülerek geçti. “Okul nasıl geçti?” diye sordu. Sorunun tonunda merak yoktu; sadece hesap sorma isteği vardı. “İyiydi,” dedi Nehir kısaca. Meryem Hanım gözlerini kıstı: “Küçüksün. Haddini bil. Başarılı olabilirsin ama insanlara yukarıdan bakma. Bu evde kimsenin burnu havada dolaşmasına izin vermem.” Nehir şaşırdı. Hiçbir zaman kimseye yukarıdan bakmamıştı ki… İçinden geçirdi: “Bu evde en zor şey kötülük değil… iki yüzlülük.” Tam o sırada merdivenlerden dayısı indi. Meryem Hanım bir anda susup ciddi, mesafeli bir tavır takındı. Sanki az önceki sözleri o söylememiş gibi… Bu hızlı dönüşüm, Nehir’in zihnine kazındı. Dayının Merhemi Dayısı, Nehir’in yüzündeki solgunluğu fark etti. Kaşları hafifçe çatıldı. “Kızım, iyi misin?” diye sordu. Sesinde hem şefkat hem de endişe vardı. Nehir başını salladı ama bu baş sallayış “iyiyim” demek değildi. Daha çok “Lütfen sorma, konuşursam ağlarım,” demekti. Dayı, bunu anladı. Yavaşça diz çöküp göz hizasına geldi. “Anlat istersen,” dedi. “Bütün gün içinde taşımaktansa, birazını da benimle taşı.” Nehir dudaklarını ısırdı. Bir süre sessiz kaldı. Sonunda çok kısık bir sesle fısıldadı: “Kimse beni istemedi…” Bu cümlenin içinde sadece beden eğitimi sahası yoktu. Konağın avlusu, yemek masası, odalar, koridorlar… hepsi vardı. Dayısının gözleri bir an parladı, sonra derin bir nefes aldı. Gözyaşını içine sakladı. “Herkes seni sevmek zorunda değil,” dedi yumuşak ama kararlı bir sesle. “Ama sen kendini sevmek zorundasın. Kendini bilirsen kimse seni eksiltem Dayı, gözyaşını içine sakladı. “Herkes seni sevmek zorunda değil,” dedi yumuşak ama kararlı bir sesle. “Ama sen kendini sevmek zorundasın. Kendini bilirsen kimse seni eksiltemez.” Elini Nehir’in saçlarına götürdü, okşadı: “Sen küçüksün ama yüreğin büyük. Bir gün hepsi bunu görecek.” Bu cümle, Nehir’in içindeki sızının üzerine sürülmüş bir merhem gibiydi. Belki tüm acıyı geçirmedi ama dayanma gücü verdi. Gecenin Fısıltısı – Gücün Doğuşu Gece olduğunda Nehir odasına çekildi. Pencerenin tülünden içeri süzülen solgun ay ışığı, odanın duvarlarında ince çizgiler çiziyordu. Yatağına uzandı, yorganı göğsüne kadar çekti. Tavana baktı. Gün boyunca biriktirdiği tüm duygular sessizlikle birlikte ağırlaştı. Okuldaki bakışlar… Seçilmediği o an… Meryem Hanım’ın sözleri… Dayısının şefkati… Hepsi bir noktada birleşti. Gözlerini kapattı, dudakları aralandı: “Ben yalnız kalmayı seçmedim… Ama güçlü olmayı seçeceğim.” Bu cümle, bir çocuğun ağzından çıkmak için fazla büyüktü belki. Ama Nehir’in kalbi, yaşından çok daha önce büyümeyi seçmişti. O gece, kimse fark etmese de, yıllar sonra “Güçlü Kadın” diye anılacak hikâyesinin ilk kıvılcımı yandı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE