1. Sokakların Kızı/ Zehir
_GİRİŞ_
Küçücük, çatısı eğik, kapısı rüzgârla bile inleyip duran o eski kulübenin içinde tam beş can yaşıyordu. Ama biri vardı ki hepsinden başka, hepsinden daha sessiz, daha keskin ve daha derindi: Liva.
Sadece Liva.
Bir soyadı yoktu… Zaten hiçbir zaman olmamıştı. Sokak ne verirse onunla yaşar, ne alırsa sessizce kabullenirdi. Soyadı yoktu ama hikâyeleri vardı, gözlerinden taşan.
Liva yirmi dört yaşındaydı, ama sokak insanı yaşla ölçmezdi; yıl değil, yara sayardı. Simsiyah saçları vardı, gece kadar koyu; kirden değil karanlıktan beslenen. Omuzlarına dökülürken dalga dalga değil, keskin, kesilmiş bir şelale gibi akardı.
Gözleri… İşte sokak gözleri tanımıştı ama hiçbirisi onunki gibi değildi. Yeşil demek basit, eksik ve haksız olurdu. Onunki yosun yeşili değil, zehir yeşiliydi… görenin içine işler, kalanı da içinde bırakırdı.
Boyu bir altmış yedi. Zarif değil, narin değil… İnceydi. Kırılacak gibi değil, kırılmış gibi. Fazla beyaz teni, sokak lambalarının altında neredeyse parlıyor; dudaklarıysa öylesine dolgun, öylesine canlıydı ki, insan onların bu yüzle tanıştığına inanmakta zorlanırdı.
Keskin yüz hatları, ifadesini daima kararsız bir çizgide tutardı: Soğuk mu, güçlü mü, yoksa sadece çok yorulmuş mu?
Küçük kulübede yalnız değildi. Üç kız, bir erkek ve Liva. Beş kişi. Hepsi birbirini sokakta bulmuş, birbirinden saklanacak yerleri olmadığı için birbirine sığınmıştı.
Bir geceydi. Kulübenin içi karanlık. Sobanın içindeki odunlar çıtırdıyor ama ısıtmıyordu. Sadece ses, sadece hatıra... Liva kalkıp saçlarını savurduğunda Duru, eski bir battaniyenin altında dizlerini karnına çekmiş öylece izliyordu onu.
"Yine onu mu izlemeye gidiyorsun?" dedi, sesi hafif ama içinde çocuksu bir sitem saklıydı.
Liva ayakkabılarını ararken bile yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı.
"Tabii ki de. İki aydır bu günü bekliyorum."
Duru’nun bakışları kısa bir süre kapıya kaydı. Sonra içini çekti. "Gelmek isterdim... ama iş bekler."
Liva, saçlarına elini attı, simsiyah teller parmaklarından kayarken gözleri kapının yolunu tutmuştu bile. " Başka sefere canım. Geç kalıyorum… Hadi, çıktım ben."
Cümle bittiği anda, kulübenin gıcırdayan kapısı hızla açıldı. Soğuk hava içeri doldu, sobanın kızıllığını bile susturdu. Liva dışarı adımını attığında, sokak lambasının cansız ışığı beyaz teninde neredeyse ayazla yarışıyordu.
Sokak ıslaktı, taşlar ayakkabılarının altında sertçe ses çıkarıyordu. Ama Liva’nın içi dışından da soğuktu; ona aldırmadı. Nefesi kesik kesikti, koşar gibi ama yürürcesine. Heyecanlıydı. Ellerini ceplerine sokmuştu; üşüyordu ama üşümeyi umursamayanlardan.
Boks maçının yapılacağı eski fabrika binası, şehrin unutulmuş kenarlarından birindeydi. Camları kırık, duvarları paslıydı ama içerisi hayat doluydu. Hayat ama sokak hayatı: gürültülü, kirli, keskin.
Yarım saatlik yürüyüşün ardından, binaya yaklaştıkça sesler çoğaldı.
Kırık! Kırık! Kırık!
Bağırıyorlardı.
Liva, tribünlere daha adım atmadan, bir el bileğinden kavradı onu. Sert, kararlı, yabancı bir el. Bir anda kalabalığın içine giremeden çekildi. Ayakları geri geri giderken, kalbi ileri ileri atıyordu.
"Hey! Ne yapıyorsun?" diye çıkıştı, fakat sesi çok sakin, neredeyse ezberlenmiş bir tondaydı.
Adam cevap vermedi. Onu fabrika binasının tribünlerden uzak, loş arka koridoruna sürükledi. Beton duvarlarda yankılanan sadece ayak sesleriydi. Liva’nın bileği hâlâ adamın parmakları arasındaydı. Soğuk ve güçlüydü. Ama Liva’nın gözleri daha soğuktu.
Koridorun sonunda, seslerden uzak bir noktada, adam nihayet durdu. Liva elini çekmedi." Bıraksan ben zaten gelirdim," dedi, sesi şaşılacak kadar sakin.
Adam sustuğunda Liva başını kaldırdı, gözlerindeki o zehir yeşili ilk kez karanlığı deldi. Önce adamı inceledi; uzun boyu, geniş omuzları, iri bedeni ve hiç saç olmayan kel kafasına baktı. korumalardan biri sandı. Sürekli bu binaya davetsiz girerdi. Asrın'ın hiç bir rövanşını kaçırmadığı gibi ona hayranlık da duyardı. Şimdi bu adamın onu buradan atacak olmasının endişesini yaşıyordu.
"Uzaktan izleyip çıkacağım hemen." dedi sonunda, " lütfen, uzun zamandır bu anı bekliyorum."
" Sana şimdi bir fırsat sunacağım." dedi adam düz bir şekilde. " Dediğimi yaparsan bolca para alacaksın."
Liva’nın ayakları olduğu yere mıhlanmıştı.
"Ne… ne yapacağım ben?"
Adam cebindeki şişeyi kaldırdı, ışığa tuttu. İçindeki sıvı hafifçe sallandı.
"Bunu Kırık’ın suyuna katacaksın," dedi soğuk, hiçbir duygunun sızmadığı bir sesle. "Sadece yorgun düşecek. Rövanşı kaybedecek. Eğer bunu yapmam dersen… sen de, o kulübede yaşayan dostların da, küçük evinizle birlikte yanacaksınız."
Liva’nın bakışları adamın gözlerine kaydı. O an, sokaklarda gördüğü hiçbir tehlike onun kadar gerçek hissettirmemişti. Kalbi hızlı atmıyordu, aksine yavaşlamıştı. Donuyordu sanki.
"Sen… sen kimsin?" dedi korkuyla. "Bunu yapmamı neden istiyorsun?"
Adam tek bir adım yaklaştı. Liva, istemsizce geri çekildiğinde yüzü karanlıkta bile ürkütücüydü, çenesindeki keskin çizgiler ve bakışındaki diklik tehditten öte, emir gibiydi.
"Fazla soru sorma,” dedi dişlerinin arasından. “Yapacak mısın, yoksa benim gelip dediğimi yapmamı mı bekleyeceksin?”
Liva’nın sesi bu kez daha güçsüzdü, ama kalbinden çıkan tek şey dürüstlüktü: “Beni nereden tanıyorsun? Neden ben? Hayır… yapamam bunu.“
Adam hafifçe güldü. O gülüş, sıcak değil, keskin değil, ölü ve boştu. “Kırık gelmeden önce bunu düşünmek için yirmi dakikan var, Liva."
Liva aklındaki onlarca sorudan birini sormadan edemedi. "Adımı nereden—"
Adam, sözünü bitirmesine bile izin vermedi. Bir adım daha yaklaştı, yüzü Liva’ya birkaç santim kaldı. Fısıldadı ama sesi kulakları yakarcasına sertti:
“Sen hâlâ soru mu soruyorsun? Dediğimi yap. Yoksa arkadaşların teker teker yanarak ölür. Bir telefonumla adamlarım işi bitirir."
Şişeyi onun avucuna bıraktı. “Al. Sadece bayılacak… Eğer yakalanırsan, sakın beni tarif etmeye kalkma. Yoksa… hâlâ kulübendeki o sobanın nasıl patlayabileceğini gösteririm."
Arkasına dönmeden; "Zaman kaybetmeden işe koyul, Liva."
Ve kayboldu. Karanlıkla karışmıştı. Sanki hiçbir zaman orada olmamıştı.
Kulübeye değil, kendi içine gömülmüş gibi hissetti Liva. Kaldığı yerde kımıldayamadı. Yalnızdı, kelimelerle değil, sessizlikle kuşatılmıştı. Elindeki cam şişeye baktı.
'Ben yapamam… Ona nasıl zarar veririm? Beni nereden tanıyorlar? Neden ben?'
Sorular üst üste geldi, ama hiçbirinin cevabı yoktu. Dudakları kuruyordu, elleri titriyordu, korkudan mı, vicdandan mı, yoksa ikisinin birbirine karışmış hâlinden mi anlayamıyordu.
“Sadece yorgun düşecek… Kardeşlerin için yap. Sonra kaç.”
Bu düşünce, içindeki fırtınayı susturdu mu, yoksa körükledi mi; Liva bilmiyordu. Cam şişeyi cebine koydu. Soğuktu. Çok soğuktu. Belki de ilk kez, sokak kadar soğuktu. Yavaşça koridorun çıkışına yürüdü. Sesler yaklaşıyordu. Kalabalık tekrar bağırıyordu.
Kırık! Kırık! Kırık!
Liva, derin bir nefes aldı. Son kez etrafına baktı. Ve kimseye çaktırmadan tribüne karıştı. Kapalı kapıların arkasında, Kırık’ın odasına giden dar, karanlık koridoru gözleriyle buldu. Adımları sessizdi ama kaderi hiç olmadığı kadar gürültülüydü. Çünkü ilk defa… Hem sokaktan geliyordu, hem sokaktan daha tehlikeli bir şey taşıyordu.
*********
Kalabalık ayaktaydı ama Liva değildi. En arka sırada, karanlığa yakın bir noktada, dizlerinin üzerinde bir para zarfı, içi dürtülerle, korkuyla, utançla dolu bakışlarıyla tek başına bekliyordu.
Az önce yanına oturup hiçbir şey söylemeden sadece gözlerine bakan adam çoktan kaybolmuştu. Ama bakışı gitmemişti. Hâlâ dizlerinde, hâlâ boğazında düğüm düğümdü.
Kalabalık bir anda sustu. Sessizlik, alkışlardan bile gürültülü vurdu havaya. Ringe doğru ilerleyen adam, ışığın en sert vurduğu yerde durdu.
Asrın. Lakabı ise Kırık.
Uzun boyu, diğerlerini gölgede bırakan o dik yürüyüşüyle daha ilk adımda bütün alanın ağırlığı ona geçmişti. Omuzları geniş, kolları kaslıydı; ama asıl dikkat çeken şey, sağ kolundaki siyah mürekkep dövmenin damarlarına karışmış gibi durmasıydı. Sanki tenine değil, ruhuna kazınmıştı.
Ten rengi bronzla toprak arası, güneş görmüş ama sokaklarda pişmiş bir ton. Kısa kesilmiş koyu kumral saçlarının arasından alnına düşmüş tek bir tel bile, yüzündeki çizik izlerine meydan okur gibiydi. Gösterişli değildi, çekiciydi. Zengin değildi, yakıcıydı.
Ve o gözler… Kehribar rengi. Ne tam kahverengi ne tam sarı; ama keskin. Bakışları öyle güçlüydü ki, hiçbir şeyi görmese bile insan kendini görülmüş sanırdı. İşte o bakış, saniyelik de olsa kalabalığın içinden geçti. Ve Liva’ya dokundu.
Liva’nın nefesi içerde takıldı. Sanki biri boğazını hafifçe sıkmıştı. Ne tuhaftı… Az önce elinde tuttuğu şey zehirdi, ama şu anda kalbine dokunan şey ondan daha fazla yakıyordu.
Heyecan mıydı bu titreme?
Korku mu?
Hayranlık mı?
Yoksa… hepsi mi?
Asrın ringin ortasında durdu, başını kaldırdı. Kalabalık çığlık atıyordu, ama Liva hiçbir şey duymuyordu. Çünkü şu an, tribünde küçücük, kimseyi incitemeyen bir sokak kızı oturmuyordu.
Elinde zehir taşıyan, kalbinde sır saklayan ve ilk kez… sadece izleyen değil, kader yazan biri vardı. Liva, başını kaldırdı. Gözlerini ondan ayıramadı. Ve içinden sadece tek bir cümle geçti:“Yorgun düşecek…”
Ring ışıkları altında ise Asrın’ın üzerine yoğun bir sessizlik çökmüştü. Kalabalık bağırıyordu ama o duymuyordu, sadece o metalik tat kalmıştı dilinde, suyun ardında bıraktığı hafif yanma.
Maç başlamadan önce köşesine çekildi. Havluyu yüzüne bastırdı, ardından tekrar matara uzatıldı. Tek nefeste içti. Boğazından aşağı süzülen sıvının ilk dokunuşu hafif bir soğukluktu, sonra bir sıcaklık. Çok hafif. Fark edilmeyecek kadar.
Ama Liva fark etmişti.
En arka sırada oturuyordu. Kalabalığa karışmış gövdesi belli belirsizdi ama içindeki ses, bağıran binlerce kişiden daha gürültülüydü. “Sadece yorgun düşecek… Sadece bayılacak…”
“Sadece.”
Gözlerini kapattığında birinci tur başladı. Asrın ringdeydi. İlk dakikalarda hiçbir şey farklı değildi. Adımları sert ve yumrukları netti. Rakibinin her hamlesini sezgisiyle okuyordu. Seyirci coşmuştu: Kırık! Kırık! Kırık!
İlk tur yedi dakika sonra bittiğinde, hâlâ dimdik ayaktaydı. Nefesi düzenli, bakışı sakindi. Kalabalık ışıldıyordu. Liva da umutlandı.
“Belki… Belki işe yaramadı.”
Ama ikinci tur başladığında, her şey değişti. Asrın’ın yüzündeki odak kaybolmadı, ama adımları yavaşladı. Nefesi hızlandı. Yumruğu ilk defa havayı dövdü. Göğsü, sanki içeriden biri sıkıyormuş gibi daralmaya başladı. Kalabalık ilk kez sessizleşti.
Rakibi saldırdı. Bir yumruk, sonra bir tane daha.
Asrın durmadı. Pes etmedi. Ama artık hissediliyordu: Bir şey onu içten tutuyordu. Bedenini değil, gücünü değil... Dayanma iradesini kemiren, görünmez bir şey…
Ağzının kenarından kırmızı bir damla süzüldü. Kan. Kalabalık çığlık atarken Hakem hamle yaptı ama Asrın elini kaldırıp durdurdu. Gözleri yanıyor, nefesi kesiliyor, ama bakışı hâlâ öfke, hâlâ mücadeleydi.
üzerine gelen rakibi belki on yumruk çarptı yüzüne. Asrın, yere çarpmakdan son anda kurtulup, tüm gücüyle rakibini son kez savurdu. Başı dönüyor, içi yanıyordu ama yenilmemek için and içmişti sanki.
Rakibi tekrar hamle yapıp üzerine geldiğinde haykırarak yumruğunu karnına geçirdi, ardından sonraki hamlesini yapıp rakibini yere serdi. Ring sallandı adeta.
Ve gong çaldı. Maçı kazandı.
Kalabalık inliyor insanlar bağırıyor, tribünler ayaklanıyor, flaşlar patlıyordu. Liva ise hiçbir şey duymuyordu. Çünkü tam o anda Asrın, dizlerinin üzerine çökmüş kalbini tutuyordu. Nefesi yoktu. Yüzü solgun, gözleri kapanmak üzereydi. Bir dakika dolmadan yere yığıldı.
kalabalığın sesi kesildi. Koşuşmalar, bağırışlar, kargaşa. Asrın'ı yerden kaldırıp içeri taşımaya başladılar. Liva ise sadece kalktı. Titreyen bacaklarıyla, nefesi kesik, gözleri dolu koştu. Kimseyi itmedi, kimseyle çarpışmadı. Koşarak değil, kaçıp gitti.
Vicdanından, korkusundan, adından, kaderinden kaçtı. Asrın, taşınırken kısa bir an gözlerini araladı. Yanında duran korumasına eğildi, dişlerinin arasından tek bir kelime itti:
"Zehir."
Nefes aldı, bitikti.
"…Bunu yapanı bana getir."