bc

KEKLİK GÖZÜ ( Türkçe)

book_age18+
3.1K
TAKİP ET
16.5K
OKU
tragedy
comedy
humorous
mystery
like
intro-logo
Tanıtım Yazısı

( +18) Pireye kızıp, yorgan yakmak uğruna kendini köylere vuran,maceraperest bir kızın, kadrajına yansıyanlar unuttuğumuz degerlerimizi gözlerimiz önüne sergilerken gülmek ve ağlamak serbest.

Bazen hayatı dolu dizgin yaşamak istersin. Kafana göre istediğin gibi. Fakat bu istediklerinin olması için dilediğin hayatta kimsesizsin. Çünkü kimse sen değil..

chap-preview
Ücretsiz ön okuma
BÖLÜM 1
Bağırmak istedim. "Yeter artık! Sen nasıl bir insansın, nasıl bir annesin!" diye haykırmak. Öfkemi kelimelerle bile bastıramayacağımı anlayınca yumruklarımı sıktım. İçimden yükselen çığlıkları dizginlemeye çalışıyordum. Başına örttüğü siyah boncuklu örtünün kenarlarından dışarı fırlayan yağlı kıvırcık saçlarını elime dolayıp çekmeyi bile düşündüm. Yüzü de fazlasıyla çirkindi. Bir kadına söyleyebileceğim en ağır hakaret, bir anneye yakıştırılamayacak kadar kötü de olsa, çirkindi işte. Bilmem kaç saattir ağlayan çocuğunu susturabilmek için yapmadığı işkence kalmamıştı. Yanında huzursuz olan yavrusunu sakinleştirmek için değil, zorla susturmak için uğraşıyordu. Elinde kırmızı pakette satılan sıradan bir çubuk kraker vardı; çocuğun ağzına zorla tıkıştırıyor, yetmezmiş gibi bir an önce sussun diye küçük ağzına sertçe vuruyordu. Bunu bir anneye kondurabilmek mümkün mü? Olamazdı. Desem ki yiyecek başka hiçbir şeyi yok, açlıktan çocuğunu dizginlemeye çalışıyordu. Hayır, mümkün değil. Beş saattir aynı otobüsteydik, benim gibi birçok yolcu, çocuğun huzursuzluğunu gidermek için yanlarında getirdikleri yiyeceklerden kadına uzatıyordu. Ama o çirkin kadın, verilen yiyecekleri özenle çocuğuna yedirmek yerine önündeki çıkıntıya yerleştirmiş, çocuğun koltukta ağlayarak tepinmesine aldırmadan neredeyse hepsini kendi yemişti. Tam karşılarındaydım. Bu akıl almaz görüntüyü izlerken sinirle tırnaklarımı kemiriyordum. En son üniversite sınavında elimi ağzıma aldığımı hatırlıyorum. Yanımda oturan, ellili yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim teyze de benim gibi sinirlenmişti. Kadının hareketlerine tepki olarak elini ağzına kapatarak cık cık diye ses çıkarıyor, iş büyüdükçe de anaç tavrıyla müdahale etmeye çalışıyordu. "Kızım, kucağına bir al, konuşmaya çalış. Belki başka bir sıkıntısı var yavrucağın," diye önerdi. Ama anlayan kim? Duyan kim? Kadın bakmadı bile. Sadece tıkındı. Teyze bu tepkisine karşı ağzının içinde homurdandı. Otobüsün içindeki uğultular çoğalmıştı. Tahammül sınırları çoktan aşılmıştı. Kimileri kadına hakaret boyutunda seslenirken kimileri hâlâ akıl vermeye çalışıyordu. Bu durumdan fazlasıyla rahatsız olan Muavin ise elinde küçük bir peluş oyuncakla belirdi. Oyuncağı uzattı, çocuğun ilgisini çekmeye çalıştı ama nafile. Küçük, muavini görmezden geldiği gibi tekmeleriyle savunmaya geçti; genç adam acı içinde geriye çekildi. Onun bile sabrı taşmıştı. Kadını sert bir dille uyardığında ondan cesaret alıp arkadakilerde müdahale etmeye başladı. Ama kimse "Lanet olsun senin gibi anneye!" deme cesaretini gösteremedi. Daha da kötüsü, kimse çocuğu ondan kurtarıp bağrına basmadı. Şimdilik buna ben de dahildim! Otobüs, içindeki kargaşa ile kaynarken nihayet kadın konuşmaya tenezzül etti. "Çocuğun bir şeyi yok!" diye diklendi. "Görmüyor musunuz, arsızlıktan yapıyor. Siz konuştukça da şımarıyor. Herkes kendi işine baksın. Rahatsız olan insin. Ben de aynı parayı verdim siz de!" dedi pişkince. Kadının bu arsız tavrı dişlerimi daha da sıkmama neden oldu. Ağzımın içine dökülecekmiş gibi hissediyordum. Ne demek şımarıklık? Taş çatlasın iki yaşında bir çocuk, neyi bilerek ve isteyerek yapabilirdi ki? Şoför, ortalığın daha fazla karışmasına tahammül edemedi. Mola vereli fazla olmamasına rağmen, önüne çıkan ilk tesiste durmaya karar verince yolcular anında harekete geçti. Sanki içeride biri üzerimize kaynar su sıçratmış gibi kendimizi dışarı attık. Ben de onlar gibi aşağı indiğimde derin bir soluk aldım. Zihnim zonkluyordu. Kadına hak ettiği cezayı vermemek için kendimle savaşıyordum. Otobüsten inen kalabalık birkaç metre ileride toplandı. Hepsinin ortak derdi kadın ve çocuktu. Her kafadan bir ses çıkıyor herkes kendince yorumlarda bulunuyordu. Kadın ise herkesten sonra inmişti. Küçük yürümemek için direniyordu, ama kadın onu kolundan kavradığı gibi sürükleyerek önümüzden geçti. Öfkesini sadece çocuğa değil herkese kusmaya başladı. "Millet ne bilsin derdimi. Dördü evde zırlar. Bu eteğimde ömrümü çürütür! Halimi bilmezler ancak akıl verirler!" diyerek ilerliyordu. Allah kahretsin ki bende herkes gibi şuna takıldım. Dört tane daha mı vardı? Nasıl olur da böyle bir insanın dört çocuğu olabilirdi. Herkes aynı şeyi söylüyor ah vah çekiyordu. Yolcular kendi aralarında kadını tartışırlarken, tesisin çatısından beyaz gömleğine damlayan çamurlu yağmur sularına aldırmayan şoför çöp kutusunun yanında sigara içen kadına doğru yürüdü. Yüzü beş karıştı. "Hanımefendi sana nasıl yardımcı olabiliriz, bir söyle de yolumuza bakalım," diye sordu. Sesinde rahatsızlık vardı ama bu çocuğun ağlamasından değil, kadına olan herkes gibi taşmak üzere olan sabrından ötürüydü. Herkes pür dikkat onları dinliyordu. Ben ise onlardan biraz daha gerideydim. Şoför bu soruyu yönetince kadın karanlık gözlerle önce kalabalığı süzdü. Sonra onların arkasında bulunan benim gözlerimde kilitli kaldı. O aniden bakınca irkildim. Fakat bu irkilme korkumdan değildi. Aklıma gelen ihtimallerden dolayıydı. Kadının yüzündeki o sert, buz gibi ifade… Hiç denk gelmediğim ve gelmek de istemeyeceğim bir bakıştı. Sanki bir katilin yüzünü andırıyordu. Acaba kadın gerçekten bir katil olabilir miydi? Neden olmasın. Küçücük çocuğa bunları yapan, bu unvanı kazanması için illa birini kesmesi, doğrayarak öldürmesi ya da silahla vurması mı gerekiyordu? O da öldürüyordu. Kendi doğurduğunu, kendi kanından ve canından olan çocuğunu silahsız bir vaziyette öldürüyordu. Hem de annelik gibi kutsal bir vazifenin ardına saklanarak. "Ben ürettim, benim malım," diyerek istediğini yapma hakkını kendinde buluyordu. Eğer bir gün şöyle bir soruya maruz kalırsam. “Hiç katil gördün mü?" diye sorarlarsa net bir şekilde bu kadını tarif edebilirdim. “Kendi evladını ince ince öldüren azılı bir katil gördüm” derdim. Hatta şu an on leşi varmış da on birinci kişi şoför, on ikinci kişi de muavin olacakmış gibi bakıyordu. Karşısında kendisine yardım etmeye çalışan bu kişilere karşı elini kolunu sallayarak konuşurken sanki “karışmayın, yoksa sizi de deşerim” der gibiydi. Anlaşamamış olacaklar ki ağzının içinde tükürükler savurarak, bağırdı çağırdı. Sonra çocuğu bu kez tesisin içine sürüklemeye başladı. Şoför sıkıntıyla kravatını çekiştirerek yolculara doğru yürürken bende yanlarına yaklaştım. “Acaba çocuğu kaçırıyor olabilir mi?” diye sordu biri. Başka bir yolcu hemen destekledi: “Belki annesi bile değil!” dedi. Bu ihtimal neden aklıma gelmemişti bilmiyordum. Merak edip dikkat kesildim. Şoför iç geçirdi. “Aklıma geldi, gelmez mi? İkinci kimlik kontrolünü bilhassa bunun için yaptırdım. Çocuğun annesi” diye cevap verdi. Bu çok daha kötüydü. Biri iç sesimi destekledi. “Keşke kaçırmış olsaydı da elinden çekip alsaydık” dedi. Herkes kendi yorumlarını yüksek sesle dile getirirken olay kızıştı. Boyu kısa, sarı saçlı, hafif kilolu bir kadın, beline iki elini koyarak öne atıldı. “Annesi olsa da bunu görmezden gelmemeli. Arayalım polisi gelsinler” dedi. Herkes gibi o da sinirden köpürüyordu. Çoklu ihbarın öneminden bahsetti. İnsanlar birkaç saatlik yolculukta öylesine dolmuşlardı ki sanki kadının tüm geçmişini biliyorlarmış gibi konuşuyorlardı. Şoför bunu da düşünmüştü. Bulundukları bölgeye jandarma bakıyordu. Kadının yolculuğu bir saat sonra son bulacaktı. Gidecekleri il merkezinde ihbar edilecek böylelikle o yavrucak jandarma karakollarında daha da rezil olmayacaktı. Bunu dile getirince yolculara da duyarlı olmak adına sabır etmelerini rica etti. Herkes aynı fikirde olunca rahatladı. Fakat ben bu kadına değil bir saat bir dakika daha tahammül edemezdim. Mutlaka bir arıza çıkarır böylelikle de kendimi de ifşa etmiş olur, izimin bulunmasına sebep olurdum. Karar verildikten sonra muavin “beş dakika sonra otobüsün hareket edeceğini” anons yaptırdı. Yolcular binmeye başladı ama ben hareket etmeden kafamda hızlıca bir plan yaptım. Hayır o çocuğu bir kez daha öyle ağlarken görürsem dayanamazdım. Evet bundan emindim. Zaten bana da gerek kalmamıştı. Bundan sonrasına herkesin aynı duyarlılığı göstereceği belliydi. Muavin yanımdan geçerken “hadi abla kalkıyoruz” dedi. Ben anında kararımı verip ona “bir dakika” diyerek dinlenme tesisin içerisindeki markete doğru koştum. Nefes nefese önümdeki bilgisayara gözlerini dikmiş genç adama yaklaştım. “Buraya en yakın yerleşim alanı, köy, kasaba neresi?" diye sordum, acelemden dolayı cümlemi bile toparlayamamıştım. Böyle sorunca aynı yaşlarda olduğumuz genç sorgulayıcı bir bakış attı. Normal gelmedi gibi bu durum. Konuşmasına fırsat vermeden, hakkımda yanlış düşünmesine müsaade etmeden açıklamaya koyuldum. “Normalde bu yol üzerinde inecektim, fakat doğru yer mi değil mi emin olamadım. İlk kez geliyorum. Yardımcı olur musunuz?” dedim nazikçe. Şüphelense de daha fazlasını irdelemeyecek kadar umursamaz birine benziyordu. Neyse ki uzatmadı. “Buradan yirmi kilometre ötede Hasan Dağı'na yakın Sığırcık Köyü var. Onun az berisinde Hasanlar ve Toptaş Köyü var. Onun dışında en yakın il merkezi elli kilometre. Sen hangisine gidecektin ki?" diye sordu. Hasan Dağı yakınındaki Sığırcık Köyü… İşte tam da ihtiyacım olan şey! Diğer söylediklerine kulak bile vermedim. Bir dağ köyü! Dört ayağımın üstüne düşmenin verdiği heyecanla ellerimi alkış biçiminde birleştirerek sevincimi gizlemeden aceleyle konuştum: “Tamam işte, doğru yer imiş! Ben de Sığırcık Köyü'ne gidecektim. İyi ki sormuşum, yoksa kaçıracaktım yolu!” dedim gereksiz bir abartıyla. Genç adam kırmızı şapkasının altından bana öyle bir baktı ki gerçekten inanıp inanmadığını anlamam mümkün değildi. Ama umurumda da değildi. Teşekkür ederken hızla uzaklaştım. Otobüse tekrar döndüğümde herkes yerleşmişti. Kaptan direksiyon başındaydı. Beni bekledikleri ortadaydı. Muavin kapıdan yarı gövdesini dışarı çıkarmış, el işareti yaparak seslendi: “Hadi abla, seni bekliyoruz!” diyordu. Nefes nefese ön kapıdan içeri girdim, şoföre doğru yaklaştım. Yolcuların bakışlarını hissediyordum ama aldırış etmedim. Biletimde gideceğim yer belliydi, dolayısıyla hakkımda herhangi bir şüphe uyandırmamak için planımın gereği bir yalan söyledim. “Burada ineceğim, daha fazla yavrunun sesine katlanabileceğimi sanmıyorum” dedim. Şoför kaşlarını kaldırıp “gideceğiniz yere en az üç saatiniz var, emin misiniz?” dedi. Kendimi ona anlatmaya çalışırken, umursamaz ve gerçekten de tahammülsüz olduğumu vurgularcasına konuştum. “Eminim. Şiddetli derecede migrenim var benim.” Dedikten sonra sesimi yükselterek bilhassa kadın duysun diye bağırdım. “Bu katil kadının ahlaksızlığına daha fazla katlanabileceğimi sanmıyorum” dedim. Sonra sesimi hafif kıstım. “Saçını başını yolmadan duramam ben. Size de dert olurum” dedim. Ben bunları söyledikten sonra uğultular yükselmişti. Destek verenler seslerini yükseltiyor, otobüsün içinde gerilim bir dalga gibi yayılıyordu. Kadın ise ona söylediklerimden sonra ayağa kalkıp bana doğru gelmeye yeltenmişti. Muavin önüne geçip engel olmuştu. “Seni oruspu. Seni kaltak gel buraya kim katil göstereyim sana” diye bas bas bağırıyor beni parçalayacak köpekmiş gibi saldırmaya çalışıyordu. Ben ise meydan okurcasına gözlerine bakarken daha ne kadar şirretleşecek meydan okuyordum. Ortalık daha da karışmıştı. Şoför ise belki en zor kaptanlığını yapıyordu. Benim ile onun arasında kalmış gibi önce beni ikna etmeye çalıştı. “Bir başına buralarda bırakmak istemem. Eğer sabrederseniz en azından il merkezine kadar götürelim” dedi. Elimle durdurdum. “Siz hiç merak etmeyin ben başımın çaresine bakarım. Sadece sizden ricam az önce aldığınız kararı uygulayın lütfen. Akşam haberlerinde bir çocuk daha ihmalden öldü haberini almak istemiyorum” dedim. Adam bunu söyleyince üzüldüğünü belli etti. Anlayışından şüphe etmemem gerektiğini bir kez daha kanıtladı. “Gerekirse kırk yolcuyu peşimden sürükler, gidecekleri yere üç gün sonra teslim ederim; ama o çocuğun gözyaşını bir daha akıttırmam. Benim de üç evlâdım var, kızım. Aklın kalmasın.” Dedi. Teşekkür ve minnetimi sunup koltuktaki eşyalarımı almak için oturduğum yere yöneldim. Ben yaklaştıkça muavin kadını sabit tutmaya çalışıyordu. Önce gayet rahat bir tavırla eşyalarımı aldım. Sonra kadına doğru yönelip muavine göz kırptım. Zeki çocuk anlamıştı kadının kollarını arkaya kilitledi. Minik az da olsa sakinleşmiş pencerenin çıkıntısında kek parçalarını eziyordu. Hazır o haldeyken anasının ağzına koca bir yumruk savurdum. O muavinden kurtulmaya çalışırken ağıza alınmayacak küfürler savuruyordu. Ağzı açıktı ve ben onun ağzını önünde duran yiyecekleri basarak susturdum. Her şey saniyeler içinde olup bitmişti. Muavin “abla tamam istersen” dedikten sonra sırt çantamı sırtıma takıp kulaklığımı kulağıma, kitabımı elime alıp koşarak aşağı indim. Peşimden muavin de inerken kadını bu kez tutanlar yolculardı. “Ellerine sağlık be ablam” dedi muavin. Bagajdan valizlerimi indirip önüme koydu. Ona da şoföre dediklerimi dedim. Aklın kalmasın dedi. İçim rahatlamış vaziyette teşekkür ettikten sonra onlar yoluna ben ise yol bulabilmek için tesisin içine yöneldim. *** Otobüs gideli neredeyse iki buçuk saat olmuştu. Ve ben hâlâ aynı tesiste bekliyordum. Otobüs gittikten sonra kısa bir gözlem yapmış daha sonra arabaları yıkayan, yaşını almış amcanın yanına yaklaşıp Sığırcık Köyüne nasıl gidebilirim diye sormuştum. Sararmış dişleri ve bıyıkları, içtiği sigaraların izlerini taşıyordu. Göz çukurları, mezar kadar derindi. Önce tuhaf tuhaf baktı, sonra kısa bir açıklama yaptı. “Oraya ulaşabilmen için ya birinin benzini bitip buraya uğraması gerekiyor, ya da sen ileriye geçip yol ayrımında birilerinin köye doğru yola düşmesini bekleyeceksin.” Yani dediğine göre hastası olup köyden çıkan biri ya da benzin almak için gelen kişi. Her kim gelecekse onu bekliyordum. Bu iki saatlik bekleme süresince de kafamda kaç tane ihtimal üretiyordum. Bir içeri bir dışarı çıkıyordum. Dışarı çıktığımda tam karşımda duran görkemiyle beni etkisi altına alan Hasan Dağı ile göz göze geliyorduk. Elbette onunla tanışıklığımız sadece coğrafya derslerinden ibaret olsa da sanki onun için gelmiş gibi bir bakış atıp cilve yapıyordum. “Lütfen beni bağrına bas” diyordum. Koca dev görünümlü dağ bana göz kırparken maceralara hazır ol işareti çekiyordu. Tabi bunun için benim oraya ulaşmam lazımdı. Kaç bardak çay içtim, kaç çeşit abur cubur yedim, hesabını tutmadım. Normalde zamanın akıp gitmesi umurumda olmazdı. Ama hava fazlasıyla soğuktu ve akşam güneşi batmak üzereydi. Tedirginliğim gitgide artıyordu. Geceyi burada, kamyoncu amcaların mekânında geçirmek istemiyordum. Üzerimdeki kıyafetler yörenin keskin ayazına dirençli değildi. Normalde kırmızı küçük çiçeklerle süslenmiş turuncu kadifemsi elbisemin altına kalın kilotlu çorap giymiştim. Tesisin soğuğu etkisi altına alınca tuvalette üzerine dar paça kotumu giymiştim. Hayatımda ilk kez çift kat giyinmiştim. Bu bile soğuğu kesmiyordu. Üstelik ekim ayının son günlerindeydik. Ah bunu bir yere mutlaka not almalıyım. Bugün Ekim ayının Yirmi Altısı. Eğer ekim ayında buralar böyleyse, ocak ayında falan nasıl olurdu kim bilir? Pekâlâ ben ocak ayına kadar buralarda kalabilecek miydim? … Bir içeri bir dışarı tesisin içinde amaçsızca dolanarak geçirdiğim yarım saatin daha sonunda, belki bilmem kaçıncı kez, Asım amcanın yanına bir kez daha gittim. “Asım amca affet beni ama gözden kaçırma ihtimalin olabilir mi? Yok mu gelip giden?” diye sordum. Bence iyi bir adamdı ve sorularımdan bıkmamıştı. Ayağındaki sarı çizmelerinin çamurunu hortumla yıkarken başını kaldırıp hafif bir tebessümle baktı. İlk gördüğümde içimde bir tedirginlik uyandıran sarı bıyıklı adam, artık gözümde sevimli bir hal alıyordu. “Kızım, on dakika önce yok dedim ya. Olsa haber ederim zaten” dedi. Daha fazla bilgiye ihtiyacım vardı ve konuşmayı sürdürdüm. “Ya saatli otobüste mi yok! Hayır bu insanlar nasıl ulaşım sağlıyor hangi çağdayız” dediğimde sıkıntım ses tonuma yansımıştı. Benim aksime amca halime pürüzlü sesiyle güldü. “Yüz kişilik dağ köyüne kim araç bağlasın!” dedi. Yüz kişilik köy mü kalmıştı. Tek kişi dahi olsa ulaşım şarttı, her koşulda. Bunu söylemek için tekrar konuşacaktım ki o gülerek hortumun bağlı olduğu çeşmeye yürüyerek suyu kesti. Sonra hortumu halka şekline getirip omzuna astı, fırçasını ve kovasını da eline aldı. Burnunun ucuyla bir yeri işaret etti. “Gel bakalım sen benimle” dedi. Tabi ki hemen peşine düştüm. Lanet bir huyum vardı. İnsanlara güvenmekle ilgili kumar oynuyor çoğu zaman kazansam da kaybettiğim zamanlar dibin en dibini görüyordum. Bir de şöyle bir huyum vardı. Mevki, statü, yerli yabancı fark etmeksizin herkesi aynı kefeye koyup herkese aynı davranıp kaynaşmaya çalışıyordum. Bazı anlarda ise hislerimin kuvvetine inanıp hareket ediyordum. Şimdi olduğu gibi. Asım amcanın peşinden tin tin yürürken içimde en ufak bir huzursuzluk yoktu. Asım amca, elindeki malzemeleri mescit yazan kulübenin yanındaki boş odaya bırakırken, arkasındaydım. İşini bitirip tam karşımda durdu. Tekrar baştan aşağı süzdü. Yorgun bakışı, hakkımda şüpheye mi düştüğünü gösteriyordu. Mümkün olduğunca göz göze gelmemeye çalıştım. Korktuğum başıma geldi. “Kızım sen bana de bakalım kime geldin?” diye sordu. Tamam, herkese çabucak güvenirim dediysem, kelimelerimi ulu orta saçacak değildim. Bu lanet olası zekamı da babamdan aldığım kesindi! Anında mimiklerimi ve kendimi toparladım. Gayet sıradan bir şekilde sadece iki saat önce öğrendiğim köyün adını tekrar ederek oraya geldiğimi söyledim. Pekâlâ Asım Amca da çok zekiydi. “Kızım oraya geldiğini anladım da kime geldin diye soruyorum” dedi. Karşılıklı düelloya döndü. Kim kimi patlatırsa oyunu oynuyorduk sanki. Hadi kızım bastır dedim. “Sanki söylesem tanıyacaksın Asım Amca” dedim. Ah hayır ama ya! “Tanımaz olur muyum hiç. Ben de o köyün yanındaki Hasanlar köyündenim. Buralarda herkes herkesi tanır” dedi. Az önce soğuktan ürperen bedenim, aniden telaşın sıcağında terlemeye başladı. Ne desem? Ne uydursam? Aklıma ilk gelen şey, ayaklarımın üzerinde arkamı dönüğüm gibi kaçmak oldu. Bu daha fazla dikkat çekeceği için em küm etmeye başladım. Şey dedim. Şu var ya dedim. Ve yine dört ayağım üstüne düştüm. Dakikalar önce yanında gördüğüm pompacı çocuk koşarak yanımıza geldi. Nefes nefese önümüzde durduğunda beni kurtardığı için neredeyse boynuna sarılacaktım. … Pompacı çocuk hızla konuşuyor, kelimeler ağzından birbirine dolanarak çıkıyor arada kaçamak bakışlarla bana bakıyor bir türlü sadede gelmiyordu. “Asım Emmi Irzaların Hatem geldi. Hayvan pazarından koyun almış pikabın içini dışını doldurmuş. Hani sen dedin ya köyden biri gelirse mutlaka haber et diye. Bende benzin alırken sordum. Ağabey köye mi gidiyorsun dedim” derken heyecandan ölecek gibiydi. Haline kıkırdadım. Asım amca önce bana ters ters baktı. Sonra ona çıkıştı. “Eee çocuğum uzatma” dedi sertçe. Çocuk uzatmadı. “He dedi. Köye gidiyormuş” Bahsettikleri kişi mutlaka beklediğim olan kişi olmalıydı. Asım amca iki elini beline koyup başıyla işaret etti. “Gel bakalım hadi düş peşime” dedi. İşareti aldığım gibi hızla hareketlendim. Fazla soru sorma fırsatı olmadığı için ayrıca memnundum. İkisi önde, ben arkalarında benzinliğe doğru ilerledik. Kiloluk mazot bidonlarını dizlerinden destek aldığı gibi kamyonetin ön koltuğuna yükleyen adamın arkasında durduk. Bahsettikleri kişi bu olsa gerek, sırtı bize dönüktü. “Selamın aleyküm, Hatem oğlum,” diye seslendi Asım amca. Adam, elindeki son bidonu kamyonete bıraktı, sonra yüzünü bize döndü. Önce Asım amcaya, ardından kısa bir bakışla bana göz gezdirdi. “Aleyküm selam,” dedi kısa ve net bir karşılıkla. İri yarı, uzun boylu bir adamdı. Başında gri örgü bir şapka vardı. Uzun sakalları ve kemerli burnuyla, otuzlarının sonunda olabileceğini düşündüm. Asım amca doğrudan konuya girdi: “Bu Hanım kızımız sizin köye gidecekmiş. Eğer aracın uygunsa, sen götürür müsün?” diye sordu. Beni işaret ettiği için sırt çantamın iki kulpundan tuttuğum gibi ayaklarımın üzerinde yükseldim. Bir de sevimli gözükmeye çalıştım. Sonra bu saçma hareketim için kendime kızıp tekrar topuklarıma basarak iniş yaptım. Yine de otuz iki diş gülümsedim ki benden size zarar gelmez izlenimi vermek için. Oysa ne salaklık. Asıl bu adamlardan zarar mı gelir diye benim düşünmem gerekiyordu. Hayır bir de hangi hareketi yaparsam yapayım adamın umurunda değildi. Dedim ya bana kısaca bakıp irtibatı Asım amca ile sağlıyordu. “Sıkıntı değil, götürürüm götürmesine de. Pikabın içi de dışı da dolu” diyerek başıyla işaret etti. Üçümüz de aynı yere baktık. Aracın içindekiler yük değil bildiğimiz iki kulaklı meleyen sevimli yün topaklarıydı. Ayrıca ikisinin ne ayrıcalığı varsa pikabın içinde arka koltuklardaydı. Onlar kendi aralarında koyunlarla ilgili bir sohbete tutulunca, ben hızlıca ne yapabileceğimi düşündüm. Saatlerdir buradaydım. Bir kilometre bile ilerleyememiştim. Ayrıca yanlarına kasiyerdeki o çocuk da gelmişti. Hatem denilen adama bir şeyler sormuştu onları dikkatle dinledikten sonra kesin kararımı vermeliydim. O köye gitmek istiyordum. Sanki gerçekten bir tanıdığım varmış gibi. Sahiden bu yola o köye gitmek için çıkmış gibi. Havada karada nerede olursa olsun aklıma koyduysam mutlaka o köye gitmeliydim. Buna şimdilik mecburdum! Ben bunları ayaküstü düşünürken onların da sohbeti bitmiş, konu yine bana dönmüştü. Her biri benden cevap bekler gibi yüzüme bakıyordu. Bir kez daha aracın içine ve dışında göz gezdirdim. Ayrıca büyüklü küçüklü en az üç parça valizim vardı. Onları arkaya koyarsak bende öne sığabilirdim. Orada ise ayak ucunda iki adet varil içinde mazot vardı. Yahu ben şu şamaya geldikten sonra geri döner miydim? Parmağımla ön koltuktaki boşluğu işret ederek konuştum. “Eğer izin verirseniz, bence oraya sığabilirim,” dedim. Gösterdiğim yere baktıklarında üçü de kararsız kalmış gibiydi. Asım amca sordu. “Kızım bak emin misin? Bir de arkadaki hayvanları düşün. Tipin onlarla yolculuk edecek gibi değil” dedi. Sanırım süsümden dolayıydı bu izlenim. Canım biz de bugünlere kolay gelmemiştik yani. Kendimden emin cevapladım. “Ay olur mu Asım Amca. Kuzular benim en sevdiğim hayvanlardır ve birlikte güzel bir yolculuk yapacağımıza eminim” dedim. Abartmıştım. Hatem denilen adam yandan gülüş yaparken Asım amca da kesik kesik güldü. Ama pompacı aptal çocuk bastı kahkahayı. “Abla ne kuzusu Allah aşkına! Bildiğin boynuzlu koç onlar” dedi. Sonra çok gerekiyormuş gibi şu bilgiyi de verdi. “Ağabeyim onları arkaya koymamış ki diğerlerini kakmasın” dedi. Bir kez daha baktım. Gayet sakin duruyorlardı. Üstelik şoför de öndeydi. Adam güvenilir bulmuş ki araç kullanırken arkasına yerleştirmişti. Beni de yiyecek halleri yoktu ya! O köye gidecektim… … YEDİLER. Allah’ın cezası hayvanlar resmen başımı yediler. Özellikle o koç dedikleri canavarlardan biri, saçlarımın üzerine geçirdiğim mor beremi ağzına aldı ve sanki benimle inatlaşırcasına çiğnemeye başladı. Hem de tepemin üstünde salyasını saçlarımın üzerine akıtarak yedi. Sonra beremi beğenmeyip saçlarımı geveledi. Ayrıca diğeri de melemeye başlamıştı. Biri saçımı yerken öbürü de beynimin içini yedi. Hayır kaçacak yer de yoktu. Onlardan kurtulmak için başımı aşağı eğiyorum bu sefer de mazot bidonlarıyla içli dışlı oluyor, midemin altı üstüne geliyordu. Camı açmaya çalışırken kulpu yoktu. Lanet araba nasıl bir arabaydı Allah aşkına. Fakat gel gör ki rahatsızlığımı dile asla getiremiyordum. Ben bunları yaşarken yanımdaki adam fazlasıyla dalgın gibiydi. Arada yüzüme bakarken o sorgulayıcı bakışları kesinlikle Asım amca gibi şüphe ettiğinden ötürüydü. Hayır gideceğim kişiyi de bulmuştum. Nedir bu kadar düşünmesi gereken. Köylerinde yaşayan sıradan birinin ki adını da vermiştim. Karadul Teyzeme gidiyordum kim niçin karışabilirdi. Karadul Teyzem benim. Kim olduğunu bende bilmiyorum. Yine dört ayağıma düşmüştüm. Zira ben araca binip binmemeyi düşünürken kasiyer çocuk Hatem’in yanına gelmişti. Ona şöyle söylemişti. “Ağabey Karadul teyzenin sabunlarını sen getiriyormuşsun. Acayip rağbet var. Eğer görürsen söyle de bu kez iki mislini yapsın” Ben zaten ismi duyduğum an tilki gibi kulaklarımı dikerken Hatem bu görevden hoşnut olmayarak dişlerini sıkıp “söylerim” demişti. Genci eliyle savuşturduktan sonra yine bana dikkat kesilip arabanın doluluğunu bir kez daha öne sürerek kararı bana bırakmıştı. Daha sonra ben orada Herkül olmayı seçip giderim dediğimde bir de o "Sen kime gelmiştin bizim köye?" diye sormuştu. Bu sorunun cevabını bulmamın arasında sadece saniyeler vardı. Üstümdeki baskının kalkması sonucu gayet rahat fazlasıyla kendimden emin şu cevabı vermiştim. Kim olacak! Canım teyzem! Yani... fazlasıyla tuhaf isimli ve inşallah teyzelik sıfatını layıkıyla taşıyan Karadul Teyzeme. İsmini doğru telaffuz etmeye dikkat ederek, göğsümü gere gere cevap verdim. “Ben Karadul teyzeme geldim. Canım teyzem! Çok özledim onu! Tanır mısınız?” diye yetmedi bir de bunu sordum. Bunu sorduğum an Asım amca ve Hatem bana öyle bir bakış attılar ki sanırsın bahsettiğim kişi teyze değil. Hatta insan bile değil. Hatta ve hatta önceden dayıymış da sonradan teyze olmuş gibi bakıyorlardı yüzüme. Bilhassa Hatem denilen yani yanımda arabayı takır tukur sürerek içimi dışına çıkaran adam bile ne söylediğime dikkat kesilmişti. Yine de bu Karadul kim ise misafiridir düşüncesiyle kabul etmişlerdi. Daha fazlasına gerek kalmadan aracın içine bindiğimde valizlerimi de arkaya koymuşlar böylelikle amacıma ulaşmıştım. Şayet kendimi arabadan atmazsam gördüğüm levha da doğru yazıyorsa Sığırcık köyüne son 2 km yazıyordu. Ve ben koyun yüklü bir arabanın içinde, asık suratlı bir adamın şoförlüğünde, Karadul olan Teyzemin yanına giderken son dileğim kusmadan ve başım kopmadan eve varabilmekti.

editor-pick
Dreame-Editörün seçtikleri

bc

ALFABETA (+18)

read
29.0K
bc

Kan Kırmızı (Türkçe)

read
4.1K
bc

Ölüm Yıllıkları

read
1.1K
bc

Tutku'nun Esiri

read
23.3K
bc

evli kadın evli adama aşık oldu

read
10.0K
bc

ÇAPKIN +18 (365 Gün Serisi)

read
24.3K
bc

SENİ HİSSEDİYORUM ( 2 )

read
7.9K

Uygulamayı indirmek için tara

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook