BÖLÜM 5

2487 Kelimeler
Pencere dibine sermişlerdi hasta yatağımı. Fakat burası bildiğimiz şehir pencerelerine benzemiyordu. Yerden bir metre kadar yüksekte, pervazları tahtadan ve açık maviye boyanmıştı. Camın kenarlarına sarı renkli bir macun sürülmüştü. Muhtemelen sert kış günlerinde soğuğun içeri sızmasını engellemek için. Bence işe yarıyor olmalıydı çünkü burası mevsim ayına göre gerçekten soğuktu. Pencereden dışarı baktığımda tam karşımda Hasan Dağı bütün heybetiyle göz kırpıyor, zirvesi karla kaplı, etrafı ise çorak ve sertti. Fazla ağaçlandırılmamıştı. Buranın volkanik bir dağ olduğunu duymuştum. Hatta Kapadokya’nın oluşumundaki payını biliyordum. Bunları coğrafi bilgilere dayanarak biliyordum ama kafamın şu an takıldığı mesele bu değildi. Geçen yıl bu aylara yakın bir zamanda gezi rotamızın içinde İç Anadolu Bölgesi vardı. İki haftalık bir sürece karış karış her şehrini gezecektik ki on gün boyunca da çoğunu halletmiştik. Onuncu gün Nevşehir’e ulaştığımızda her santimi saatler ayrılacak bir güzellikteyken bitmesi mümkün değildi. Ve ben yurt içi ve yurt dışı gezilerimde en etkilendiğin yer neresi diye sorduklarında aklıma ilk gelen Derinkuyu yeraltı şehriydi. Evet Nevşehir ve yöresinin sihrinden iki gün içinde ayrılma kararı almışken son olarak Niğde ve Aksaray kalmıştı. Bu iki şehir son an da değişen plan yüzünden gezisi ertelenmişti. Ben bu hayatta neyi ertelediysem bazı anlar da aklım hep o ertelediklerimde kalırdı. Hayat bana ertelediklerimi tesadüfen önüme sunduğunda bir an önce yapmak için ise özellikle can atardım. İşte Hasan Dağı ve çevresi de sürekli karşıma çıkıyordu. “Bir orayı gezemedim” derken bugün planlamadığım halde burada olmam nasıl bir tesadüf olabilirdi. Evet herhangi bir yere gitmek için yola düşmüştüm ama o yer bu yer değildi. Belki de benim hayatım kendimce üretiminde bulunduğum bu zoraki tesadüflerin üzerinde kurulu kalacaktı? … Bulunduğum evde yalnız kalınca, Hasan Dağı’na bakarak öyküsünü zihnimde bir kez daha okudum. Bunu yaparken asıl amacım kafamı dağıtmaktı. Karadul gideli saatler olmuştu ve hâlâ görünürde yoktu. Beklemekten nefret ederken düştüğüm durum şimdiki kadar zor olduğu hiç olmamıştı. Bedenimdeki kısıtlama beni zora fazlasıyla zora sokuyordu. Ayağa kalkamıyordum. Ne olduğunu bilmeden yanlış bir hareket de yapmak istemiyordum. Çantalarımın nerede olduğunu bilmiyordum. Keşke güzel hayalet evden çıkmadan önce ona saçma sapan sorular sormak yerine önceliğim eşyalarımın nerede olduğunu sormak ve buraya getirmesini rica etmek olsaydı. Şayet telefonum, laptopum yahut kalem ve girişimcilik adına not aldığım fakat hiçbir zaman işe yaramayan defterlerim yanımda olsaydı bu kadar sıkılmazdım. Zaten ayağa kalkamazken en ihtiyacım olan şeyler onlardı. Bunun için sızlanmak yerine boş ve sessiz odada kafa dağınıklığını başka nasıl giderebilirim diye etrafıma bininci kez bakındım. Artık gözlerimi kapatsam bile duvarların nerede bittiğini, neyin nereye asıldığını biliyordum. Duvarlar kireçle sıvanmıştı. Tam karşı duvarda ok ve yay takımı asılıydı. Ve çok garip bir ayrıntı ki ok takımının yanında yöresel olduğu belli iki kıyafet asılıydı. Biri erkek diğeri kadın takımı olan bu kıyafetler özel olduğu belliydi. Ve sanırım kıyafetlerin sahipleri, yanlarına çerçeveyle asılmış fotoğraftaki kişilerdi. Kadın, Karadul kadar güzel, başında pullu örtüsüyle gülümsüyordu. Erkekse ayakta, kadının omzuna bir elini yerleştirmiş, doğrudan fotoğrafı çeken kişiye bakıyordu. Siyah beyaz bir resimdi. Fakat kıyafetleri asılı kıyafetlerin aynısıydı. O yüzden canlandırması zor olmadı. Kadının kırmızı bindallısını ve adam lacivert cepkenli takım giymişti. Her ikisi de olağanüstü güzellikte, eşsiz bir tablonun içinde sergileniyor gibiydi. Resmin üzerinde dalıp gitmişken aklıma aniden gelen düşünceyle alnıma vurdum. Eh bunlar Karadul ’un annesiyse Hatem’inde anne babasıydı. Yalancı adam dün onu kandırdığımı zannederken asıl o beni kandırmıştı. Karadul ‘un ablası olduğunu gizlemiş gözlerimin içine bakarak sessiz kalmıştı. Sebep? Ayrıca madem kardeştiler. Nereye gitmişti? Dün sabaha karşı ayağımı tedavi ettiklerini az buçuk hatırlıyordum. Peki sonra nereye kaybolmuştu. Başka bir evde mi yaşıyordu acaba? Cevapsız her soru kafamın tasını attırıyor karşılık gelmeyince de bunalıma giriyordum. Ah ben böyle sıkıntılara hiç gelemezdim. Karadul ‘un yokluğu uzadıkça, sıkıntım büyüyor aynı şeyleri defalarca düşünmekten kafayı yiyecektim. … Dün köye giriş yaptığımızda elektriğin olmadığını düşünmüştüm ama yanılmışım. Sabah güzel hayalet bana kahvaltı hazırlarken laf arasında üç gün önce fırtınadan dolayı direklerin yıkıldığını işinin ehli olmayan adamların onları karanlığa hapsettiğini söylüyordu. O söylenirken tavana baktığımda lambayı ve karşımdaki gömme dolabın içinde tüplü televizyon olduğunu fark etmiştim. Hâlbuki ben onları mum ışığında yaşıyor sanmıştım!.. Tavandan tabana döndüm. Yerler, parkenin yontulmamış ilk hâli—pürüzlü tahtalarla kaplıydı. Üzerine ise kırmızı ağırlıklı el dokuması bir halı seriliydi. Yattığım yerin paralelinde, L şeklinde bir divan vardı. Sırt kısmına çiçekli kırlentler yerleştirilmiş, yine aynı kumaştan pileli etek misali bir örtüyle kaplanmıştı. Oturma kısmına ise sade yeşil minderler konulmuştu. Ve soba. Odada sessizce duran ama sıcaklığıyla varlığını hissettiren soba. Hayalimdeki köy evini tam olarak yansıtmasa da sıcacık bir görüntüye sahipti. Bütün bu görüntüleri izlemek dışında yapacak hiçbir şeyim yoktu. … Uyumak istiyordum, ayağımın sızısı buna izin vermiyordu. Evin etrafında başka evler de yoktu ki, “Sesimi duyan var mı?” diye bağırsam... Belki de vardı. Dün gece karanlıkta çevreyi tam olarak seçememiştim ki. Denemekten zarar gelmez diyerek, pencereye doğru uzanıp camı açtım. Önce sessizce, etrafı dinledim. Sonra normal bir ses tonuyla, “Kimse yok mu?” diye bağırdım. Birkaç saniye bekledim. Ne bir ses ne de bir hareket vardı. Horozların ara sıra yükselen ötüşü ve tavukların gagalarıyla yere vurdukları sesler dışında etraf tamamen sessizdi. “Kimse yok muuu?” diye bu kez daha yüksek sesle bağırdım. Sesim boşluğa yayılıp bana geri döndü. Ve garip bir şekilde... hoşuma gitti. "Alooooo! Beni duyan birileri yok muuuuu!" Bağırdıkça, saatlerdir kendi kendime konuşmuş olmanın verdiği sıkıntı bir nevi terapiye dönüşmeye başlamıştı. Coştukça coştum. Garip garip sesler çıkararak, bas bas bağırdım. Odayı, içimde biriken bütün sessizliğin yankısıyla doldurdum. Belki on, belki on beş dakika boyunca kendimle bu garip oyunu oynadım. Ama sonrasında... Bulunduğum odanın kapısı bir anda şiddetle açıldı. Hatem nefes nefese kalmış bir halde, eli kapının kulpunda gözleri kocaman açılmış bana bakıyordu. "Ne oldu? Niye bağırıyorsun?!" diye sorduğunda sesinde panik vardı. Telaşı yüzünden okunuyordu. Bir an düşündüm. Bazen fazla mı ileri gidiyordum? Kestiremedim. Omuzlarımı düşürerek, dudaklarımı büzüp hafifçe iç çektim. “Bir şey olmadı. Sadece canım çok sıkıldı.” Dedim umursamazca. Sanki çok olağan bir şeymiş gibi söyledim. Ama Hatem’in ifadesi hiç de öyle düşünmediğini anlatıyordu. Bir elinde ince bir odun vardı. Hiddetle yukarı kaldırınca, bana fırlatacağını düşündüm. Başımı korumak için refleksle çekildiğim anda, odunu sobanın yanında duran kovaya fırlattı. “Çocuk musun sen?” diye aniden bağırdı. Sesindeki sinir bir top olsaydı tavana kadar sıçrardı. “Çoban sesini duymuş, sürüyü bırakıp koşarak yanıma geldi! Ağabey koş sizin misafiri kesiyorlar’ dedi. İnsanları ne duruma soktuğunun farkında mısın?!” derken kızıyor bağırıyor ve yüzüme öldürecekmiş gibi bakıyordu. Alt tarafı sıkılmıştım. Birçok şeyi anında akıl edebilsem de bazı ince ayrıntılarda çoğu zaman hesabı karıştırıyor olabilirdim. Bazen de işime gelmiyor olabilirdi. Yani abartmış olsam da farkında değildim. “İyi de ne yapayım? Ablan kaç saattir ortalıkta yok. Aç mıyım, susuz muyum, tuvaletim geldi mi diye soran yok. Siz Tanrı misafirine böyle mi davranıyorsunuz?” dedim. Üste çıkmaya çalıştım. Ama bakışları beni tekrar yere çaldı. “Tanrı misafiri mi?” diye küçümseyerek kaşlarını kaldırdı. Ses tonu, alaycı bir sertlikle yüklüydü. “Yani tam olarak öyle deniliyor sanırım,” dedim. Hatem ayakkabılarını çıkartarak içeri girdi ve kapıyı kapattı. Odanın içi dehşet verici bir havaya boğuldu. Durum fazlasıyla ciddiydi. İki elini beline koyup tavana değecek boyuyla yattığım yer yatağının dibinde ayakta meydan okudu. “Zorbalıkla eve yerleşen birinin, Allah’ın adını kullanarak bunu avantaja çevirmesi cingözlükten başka bir şeye benzemiyor, değil mi... Destan Hanım?” dedi. Yüzüme doğru eğildi. Kaçacak yerim yoktu. Kesinlikle korkmalıydım. Çünkü… Adımı biliyordu. Ve sadece bilmekle kalmamıştı, tükürürcesine yüzüme söylemişti. Şokun etkisiyle ağzım açık kaldı. Umarım sadece adımı biliyordur. Suratıma doğru eğildikçe çok daha fazlasını biliyormuş gözlerini kısıp inceleyen bir ifadeyle bakıyordu. “Babanız asker olunca isim seçimini iyi kullanmış. Destan Hanım mı diyelim, yoksa Afra Hanım mı?” Of! Doğru tahmin etmiştim. Kelimeler boğazıma düğümlendi. “Sen… Nasıl…?” diyebildim sadece. Sadece ismimi değil—her şeyi biliyordu. Yüzüme kadar eğilmişken aniden doğruldu. “Çantaların sağ olsun. Tam teşkilat, ne ararsan var” dediğinde çantamı kurcalamış olması için utanması gerekiyordu ama o. Buna hakkım var dercesine gayet rahat bir tavırda geriye dönüp sobanın hemen yanına oturdu. Ayağının birini ileri doğru uzattı, diğerini göbeğine doğru kırarak rahatça yerleşti. Gözlerimim içine bakarak benden cevap bekliyordu. Ben önce kendi kafamdaki soruları yanıtlayabilirsem elbette ona da ucu kör bir şeyler söylerdim. Kimliklerim, ehliyetim—bir vatandaşın sahip olduğu her şey, herkes gibi benim de sırt çantamda duruyordu. Ben baygındım. Ayrıca gözlerinin içine bakarak yalan söylemiştim. Ve ben de olsam aynısını yapar hatta bütün valizlerini delik deşik ederdim. Ah bu benim o iç çamaşırlarımı da görmüş müydü? Bunu düşünürken karşısında kızardım. O ise yalan söylediğim için utandığımı sanmış olmalıydı. Kafasını aşağı yukarı imayla sallıyordu. Tamam konuşacaktım. İyi de bu babamın asker olduğunu nasıl öğrenmişti? “Babamın asker olduğunu nereden biliyorsun?” diye ben sordum. “Kimliğine baktım dedim ya” diye çıkıştı. “Ha askeri kimliğimi almışım mı yanıma. Ben onu evde sanıyordum” dediğimde siniri attı. “Kızım sen manyak mısın? Deli misin divane misin?” “Yok be! Normal biriyim” “Konuşsana o zaman. Ne işin var burada!” diye ikinci kez bağırdığında sesi daha baskın ve öfkeliydi. Hem konuş diyordu hem de susmuyordu. “Baban mı yolladı yoksa. Git şu köye bir bak terörist var mı dedi. Bak eğer öyleyse söyleyeyim bizim her karışımız vatansever, milliyetçi” diye salak saçma ihtimalleri üretirken kendi de ne söylediğinin farkında değildi sanki. Ne diyeceğimi toparlamaya çalışırken, lafı yine ağzıma tıkadı. “Yoksa kendi mesleğini yaparak, gazeteci kimliğinle şu köyün altını üstüne mi getireyim dedin?" dedi. Nasıl bir çanta getirdiysem içinde bütün sicilim çarşaf gibi ortadaydı. Burada daha fazla kaçış yoktu. Hakkımda öğrenilmesi gereken birçok şeyi zaten öğrenmişti. Ayağımın durumundan ötürü henüz bir yere de gidecek gibi değildim. Öyleyse makul açıklamalar yapmak, kendimi ifşa etmekten başka çarem yoktu. Sesimin tonunu ayarlarken oturduğum yerde doğruldum. Saçlarımı şöyle yana aldım. Ciddiyet bazen etkili bir silah gibiydi. Bakınız karşımdaki şu bakışıyla beni bülbül gibi öttürecekse ben de ciddiyetimle onu susturabilirdim. “Aslında tam olarak gazeteci değilim,” dedim, cümleye temkinli bir başlangıç yaparak. Nedense ilk bunun açıklamasını yapmak istedim. “Okulumu bitirmedim… Bitiremedim.” Dedim. Burada sesim titredi. Son yılımda bırakmak zorunda kaldığımı ve işe yaramaz bir meslek olarak başıma kaktıkları için ağzıma alırken çekiniyordum. Tamam ya bu kadar ayrıntıya gerek yoktu. Kendimi savunmaya aniden geçiş yaptım. “Bak, ben kötü biri değilim, tamam mı?” dedim. Hatem alayla gülümseyerek hafifçe başını eğdi. “Ona ne şüphe!” derken imayla burnunun üstünü kaşıdı. Evet aksini iddia ediyordu. “Yok babam beni başkasıyla evlendirecek, yok Karadul teyzeme gideceğim diye, ayak üstü kırk yalan söyleyen biri… hiç kötü olur mu?” dediğinde sahi ne çok yalan söylemiştim. Ona da yazıktı! “Tamam, haklısınız. Ama mecburdum,” diye itiraf ettim, sesi kontrol etmeye çalışarak. Hatem gözlerini kısıp, gözle görünür bir memnuniyetsizlikle başını hafifçe sağa çevirdi. “Bak, ağzının içinde geveleyip duruyorsun. Bir türlü sadet gelmiyorsun.” Dediğinde ses tonu yine arttı. “Şu anki durumun hariç, geldin evimin baş köşesine yerleştin. Tutarsız birine benziyorsun. Adam akıllı cevap vereceksen ver, yok vermeyeceksen bizim de polis teşkilatının en yüksek mertebesinde görev yapan tanıdıklarımız var. Onlar bir şekilde, evimizde bulunan yabancı bir topalı ne yapacağımız hakkında yardımcı olurlar. “Sakın! Sakın polise falan haber vereyim deme. Lütfen! Lütfen bana birkaç ay burada kalmam için müsaade edin. Bir zararım dokunmaz size…” Bu kez gerçekten yalvarıyordum. “Yok ebenin körü! Ne birkaç ayı! Hem bir asker kızı niçin polisin isminden korksun? Yoksa bir suça mı karıştın?" Gözleri tekrar şüpheyle üzerime dikildi. "Bak, yanlış anlıyorsun beni. Nasıl toparlayacağımı bilmiyorum.” Cümlelerim iç içe geçiyor, ağzımdan dökülen kelimeler birbirine eklenerek hızlanıyordu. “Öncelikle, asla ve katiyen bir katil, bir hırsız yahut herhangi bir suça karışmış biri değilim. Sadece bir köyde yaşamak istedim. Bu kadar basit! Herhangi bir köye gidip orada yaşayanlarla içli dışlı olmak istedim. Hepsi bu kadar” dediğimde evet bunu düşünmüştüm. Yalan değil. Adam da haklıydı. Yüz ifadesi pek ikna olmuş gibi değildi. Bakışlarında hâlâ kuşku vardı. Elini sallayarak “Başka teoriler üret de inandırıcı olsun.” Dedi. “Babamdan kaçtım.” Sesim bu itirafı yaparken boğazımda düğümlendi. Aha daha fazlasına tahammül edemezdim. Herkesin özeli kendineydi. Özelimi karıştırmak kimin haddineydi. Asla tek kelime dahi etmeyecektim. “Bunu daha önce kullanmıştın.” Dedi dilini dudağında gezdirip gayet soğukkanlı bir ifadeyle. “Yeminle bak, gerçekten babamın gölgesinin değmediği bir yere kaçmak istedim” “Sebep?” diye bağırdı. Ah bu ses tonuna karşı susmam imkansızdı. İşte bülbül gibi şakımam tamamen korkumdandı. “Evlenmesi… Başka bir hayat kurması. Ve ben istemediğim halde beni o hayata dahil etmeye çalışması.” “Her babası evlenen evden mi kaçıyor. Bilmediği köyde teyze mi arıyor. Bu nasıl salakça bir bahane” “Rica ediyorum artık sözlerine dikkat et. Sana karşı doğru ifadelerle kendimi anlatmaya çalışıyorum. Ayrıca evet babam evlendiği için kaçtım. Çünkü benim babam kanser annemin ölümünden hemen sonra” Ah ağlamayacaktım. Hayır ben öyle herkesin içinde ağlamazdım. Ama sesimin titremesine engel olamazdım “Annem öldü. Babam annemin can dostum dediği, yıllardır yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen kadınla evlendi. Aynı durumu yaşayan herkes o evden kaçardı” Sözümü bitirebilmiş olmamla gergin ortamın havası daha da ağırlaştı. Hatem bu an da sessiz kaldı. Yüzüme bakarken doğruluk payını hesaplıyordu. Gözlerimin nemlendiğini fark etmemesi için başımı eğdim. “Eben deden başka kimse yok mu? Onların yanında kafanı toplayabilirdin. Kız başına sırt çantasını takıp bilmediğin köylerde ne işin var?” dediğinde sorgusuna devam etti. Bu anlar da sesim sabitti. “Anne tarafından kimsem yok. O da benim gibi tek çocukmuş. Erken yaşta annesini, evlendikten sonra da kendi gibi öğretmen olan babasını kaybetmiş. Annem öğretmendi.” Bunu söylerken, parmaklarımı istemsizce avuçlarımda sıkıyordum. “Kırk beş yıllık ömrüne hem baba mesleğinden hem de eşinin mesleğinden dolayı Anadolu’nun el değmemiş köşelerinde geçirmiş” dediğimde başımı kaldırıp beni dikkatle dinleyen Hatem’in gözlerine baktım. Beni anlamasını istiyordum. “Bak, bu dediklerimde gayet samimiyim. Ne zaman yüreğin sıkışırsa kendini toprağa ve doğaya teslim et derdi. Yaşadığı köyleri ve köylüleri anlatırken samimiyetlerinden çokça bahsederdi. Sığınacak liman gibi derdi. O an sadece aklımda bu sözler vardı.” Samimiydim ve gerçekçi olmaya gayret ediyordum. Hatem de sakinleşmiş gibiydi. Gerçekten etkilenmişe benziyordu. Sonra, sesi eskisine nazaran daha yumuşak geldi: “Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun anacığının” derken sözleri içtendi. Tebessüm ettim. “Âmin” diyerek teşekkür ettim güzel duası adına. Fakat bu durum sadece yarım dakika sürdü. “Yalnız üzüldüm. Kızının uçurum akıllı olacağını bilseydi, erkenden bırakıp gitmemek için elinden geleni yaparmış gibi geliyor” dedi kaşlarımı çattım. “Anlamadım, ne demek istediğini?” diye sordum. Tek eliyle yerden destek alarak tekrar ayağa kalktı. Yine üzerime eğildi. Dudakları bu kez alayla kıvrılıyordu. Siniri yumuşamış ama halen kafasındaki şüphelerinden dolayı alayla konuşuyordu. “Diyorum ki. Rahmetli sana fırsatını bulduğunda bir köyde yaşamaya bak demiş. Bin bir yalan kıvırarak milletin evine çöreklen dememiş” dedi burnunu kıvırarak. Ne yani benim derdimle alay mı ediyordu. Bu kez sinirlenen ben oldum. “Seni kaba ayı! Bende karşına geçip derdimi anlatmaya çalışıyorum” dedim ve öfkemi sunmaktan hiç gocunmadım. Ayı dediğim için önce kaşları çatıldı. Sonra yine o bakışını attı. “Derdine dilerim Allah’tan çare. Güzel anlattın. Seni bizim köyün masal diyarında başımız gözümüz üzerinde ağırlamak isteriz ammaaaa! Senin Karadul teyzen pek metel (masal) sevmez. Ne anlatanı ne de dinleyeni” dedi.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE