***
"Sabahın köründe de okul mu olur? Acaba kim 'hadi bir okul yapalım, milleti de erkenden yollayalım' fikrini ileri sürdü? Ve neden?"
Her sabah yaptığım gibi kendi kendime konuşarak okul yolunda adımlıyordum. Ayrıca haklı olduğumu düşünüyordum çünkü on sekiz yaşında okuldan bıkmayan birileri ile hiç tanışmamıştım mesela. Belki de tek cevap sadece üşengeç olmamdı. Fakat yalnız olmadığım tek yer olduğu için bitmesine üzülüyordum bir taraftan. Dengesizlikte master yapmışım hiç fark etmeden.
Kendi kendime konuşarak insanların dilinde 'okul', benim düşüncemdeyse cehenneme gidiyorum. Uykulu bir şekilde ayaklarıma bakarak yürüyordum. Okul eve yakındı ve bu da bir avantajdı benim için. Sadece uyanmak ve üzerimi giyinmek için zamanım oluyordu ne yazık ki.
Kahvaltı yapmak gibi bir lüksüm yoktu çünkü hazırlayacak birisi yoktu. Babam çoğu zaman erkenden çıkardı. Kendisi işini seven bir avukattı. Her zaman pozitif olmayı seven, güler yüzlü birisiydi annemin vefatından önce. Çoğu kişi gibi o da zamandan nasibini almıştı. İkimizin aile olma yolunda çabalaması sonuçsuz kalıyordu zaman zaman çünkü benim annem, onun da her şeyden çok sevdiği karısı olmaksızın bu imkansızdı.
Okula varmama az kalmıştı. Soğuk hava yüzünden üşüsem de yine bu sabah kalın giyinmemiştim. Gereksiz inatçılık işte. Kendiliğinden kulağımı ufak ufak terk eden kulaklığımı düzelttim. Kulağımda uyanmamı sağlayan ağır metal müzik çalıyordu.
Her nasıl mesafede olduğumu anlamadığım yakınlıkta ve kulağımdaki o gürültüye rağmen korna sesiyle birlikte üzerime gelen arabanı fark ettim. Refleks olarak aniden kendimi geriye çekerken ayaklarım bir birine dolaştı ve arkaya savrularak yere düştüm. Arabanın sahibi uzun uzun kornaya basarak tezahürat yapıp gitmişti. Tamam, haklı olabilirdi ama en azından yaralanıp yaralanmadığımı sorabilirdi.
Taş devrinden çıkıp gelmiş sanki!
Her şey gibi bunu da kendime dert ederken ağzımda atan kalbimle tekrardan okula yöneldim. Bir gün sonum bu kulaklıklar yüzünden gelecekti. En iyi ihtimalle sağır olarak hayatıma devam edebilirdim. Okulun bahçesine girdiğimde havalı bir siyah otomobil fark ettim. Hayal gücüm böyle bir arabaya sahip olmanın büyük sorunlar getireceğini düşündürüyordu bana. Ya da kısaca fakirlik diyebilirdik.
Asıl sorunun araba değil de içinden çıkan siyah renkli takım elbiseli çocuğun olduğunu anladım. Az önce sakinleşmiş kalbim tekrardan hızla atmaya başladı. Ben seni daha önce neden fark etmedim?
"Matematik hocam olsun lütfen?!"
Diye geçirdim içimden ama hemen onları kovmaya çalıştım. Evet, tam bir görgüsüz gibi hissediyordum kendimi bazen. Güzel bir şey gördüm mü hemen sarmalardım ve çocuk gibi isterdim. Sonuçları güzel(!) olunca tabii insan korkuyor sonra.
Okul müdürüm hemen ceketini ilikledi adamı görür görmez.
"Hoş geldiniz okulumuza Mert bey."
Diyerek abartılı saygı duruşmasına geçti. Kendisinden yaşça küçük bir adamın karşısında böyle ezilmesi fikrimce yanlıştı. Okul müdürü olacaksın bir de! İçimden tezahürat yaparak yanlarına yaklaştım. Kendisi sanki bu durumdan rahatsız olmuştu ki bıkkınca elini uzattı. Kısa süreli tiyatroyu da izledikten sonra çaktırmadan ellerimi hırkamın cebine soktum ve yürümeye devam ettim. Tam da yırtacağım derken müdür anı bozdu;
"Dur bakalım orada Melek hanım."
Tıka basa dolu imalı konuşmasının ardından duraksadım ve ağır ağır geriye döndüm. Hatırlamak istemesem de dün arkadaşlarla dersi kırıp kaçmıştık, İbrahim bey de arkamızdan koşmuştu ama yetişememişti. Çünkü okulun yüksek olmayan duvarından atlayarak onu arkamızda bırakmıştık. Müdürü her hale soktuğumuz doğruydu. Yaşanılan bu rezaletlere pek sık katılmasam da bu sefer şansımı denemek istemiştim. Bir kez katılayım derken şanssızlık yine yüzüme gülmüştü.
Evet, bunlar komikti fakat şimdi değil. Bu sabah kimsenin tavuğuna kış dememe rağmen tanımadığım birisinin yanında meydan azarı işitecektim.
Yavaşça onlara yaklaştım.
"Melek hanım dün nasıl oldu? Eğlenebildiniz mi? Bir şeyi bilmen gerek, disipline gidiyorsun!"
"A-" ağzımı açıp bir şey demek istesem de tekrar kapattım. Ne diye bilirdim ki? Tanımadığım birinin yanında azar işitiyordum, üstelik çaresiz bir durumdaydım.
Gözlerimi kısarak kollarımı bir birine kenetledim.
Çocuk hiç yüzüme bile bakmıyordu ve bu da beni mutlu etmişti. Bir de kızarma problemim vardı çünkü. Utanmam gereken zamanlarda değil de sinirlendiğim zamanlarda oluyordu bu. Müdür bir şeyler konuşurken dinleyip de sinirlenmemek adına elbiselerime bakıyor ve eleştiriyordum. Üzerimdekilere baktığımdaysa gerçekten tipsiz olduğumun farkına vardım. Çünkü bugün havamda değildim.
"Odama geç, orada konuşuruz."
Dediğinde gözlerimi devirdim. Daha ne konuşacaksın be adam? Yeterince konuşmadıysan az önceki destana ne gerek vardı? Nihayet bitmişti şimdiki azarlamaları. O sırada çocukla göz göze geldim kafamı çevirdiğimde. Gözlerinde ki ifadeyi fark ettiğimde benimkiler de istem dışı kısılmıştı. Muhtemelen meydan okuyor gibi gözüküyordum ama azar yediğime eğlenmesi canımı sıkmıştı. Gerçi onun yerine olsaydım ben de eğlenirdim ama konumuz bu değildi şimdi.
-"-
"Bu seferlik, yalnız bu seferlik affediyorum."
"Hm, kesin öyledir," diye mırıldandım kendi kendime.
"Efendim?"
"Hiç, teşekkürler."
"Çıkabilirsin."
Kaçanlar arasında oğlu olduğu için disipline gönderemezdi. Bu da bizim sınıftakilerin hoşuna gidiyordu. Her ne yapacaklarsa oğlunu da kendilerine alet ediyordular. Evet, çocuğa acıyordum. Kendisi iyi niyetli olduğu için bizi kırmıyordu çoğu zaman. Ya da babasına gıcık olduğu için intikam alıyordu belki. Ben olsam ben de gıcık olurdum bu herife.
Tam çıkacakken:
"Senin bu okulda arkadaşın olduğunu sanmıyordum."
Sen neyi doğru sanıyorsun ki diye sormak istesem de kendimi zor tuttum. Adamın oğluyla arkadaştım sorusuna cevap olarak.
Cevap bekleyen müdüre dönerek: "Sandığınızın aksine asosyel öğrencileriniz de eğlenmek istiyorlar arada. Müsaadenizle.."
Diyerek odadan çıktım.
Yeni yollar denemek adına attığım her adım hüsranla sonuçlanıyordu ya da ben doğru karar veremiyordum. Beş yıl öncesine kadar her şey normalken bir anda tam tersini yaşamak insanı sandığından da fazla yıpratıyordu. En kötüsü de o zamanlar mutlu olduğunun farkına varamıyorsun.
Sınıfa doğru ilerlerken merdivenlere döndüm göz yaşlarımı elimin tersiyle silerek. Bu sabah da anormal ruh hallerinin yaşandığı günlerdeydim anlaşılan. Akşama cinnet geçirmezsem iyiydi. Yine dikkat etmediğim için çarpıştığım kişini de görmemiştim.
Ani olduğu için küçük çaplı şok yaşadım, ardından kafamı kaldırdığımda müdürün oğlu Polat'la karşılaşmıştım. Hemen gözlerimi kurulayarak gülümsemeye çalıştım. Beni tanıdığı için yemeyeceğini bilsem de şansımı denemiştim. Omuzlarımdan tutarak hafifçe sarstı.
"Ne dedi sana, okuldan falan atmadı değil mi? Yoksa... Onun için mi ağlıyorsun? Söylesene, ne dedi sana ağlıyorsun? Ben şimdi konuşurum onunla."
Yine aceleci davranarak beni dinlemeden gidiyordu ki, kolundan tutarak durdurdum.
"Ya sakin olsana, yine coştun gidiyorsun. Okuldan falan atılmadım. İyiyim.."
"Ben de sandım ki...." lafını bitirmesine engel olan şey yanımızdan geçen kişinin olmasıydı herhalde. Polat bakışlarını az önce müdürle konuşan adama dikmiş bakarken o da aynı tarzda bana ve kolunu tuttuğum elime bakıyordu. Sanki bunu beklemiyor gibi hali vardı. Pardon, tanışıyor muyuz? diye sorasım gelmişti.
Anlamsızca donup kaldığımızı anladığımızda hemen Polat'ın kolunu bıraktım. O da sakince yanımızdan geçerek müdürün odasına girdi. İstemsizce arkasından bakakalmıştım. Ya o fazla havalıydı ya da ben salaktım.
Arkamda kendi kendine mırıldanan Polat'ın sesiyle kendime geldim.
"Yine mi bu arıza bozuntusu?! Ben bıktım o bıkmadı."
Hiçbir şey anlamadan Polat'a döndüm. Aynı zamanda ağzımdan "Ne?!" kelimesi çıkmıştı. Sen bu çocuğu tanıyor musun? Cidden?!
***