Düştüğüm bataklıktan bedeninden önce ruhumu kurtarmaya uğraşırken, bir tek sözüyle aslında bataklıkta olmadığıma inandıran eşsiz bir yalancıydı o.
Sabah kalkınca okulun olmamasının ve tabi ki de her ne kadar kâbuslarla da olsa uyumanın verdiği mutlulukla gözlerimi açtım. Hayret! Sabah sabah beynimi yiyen bir adet Rüzgar yoktu bu gün. Ölmüş müydü inşallah acaba?
Aklımdan geçen düşüncelerle gülerek banyoya girdim.
Banyodan çıkınca üzerimi giyinip aşağı inerek etrafa bakındım. Cumartesi olduğu için patron ve karısının olmaması normaldi ama Sinem ve Rüzgar neredeydi?
"Aman be, bana ne sanki." diye söylenerek mutfağa doğru yöneldim. Mutfaktaki hizmetliye tost istediğimi söylerken, Sinem'in arkadaşlarıyla buluştuğunu ve Rüzgar'ın hâlâ uyduğunu öğrendim. Rüzgar ve bu saate kadar uyumak ha! Kesinlikle kıyamet kopacaktı.
Tostu yedikten sonra hâlâ aşağı inmeyen Rüzgar'ın odasına dalmaya karar vererek yukarı çıktım.
Kapıyı çalıp da ses gelmeyince açarak içeri girdim ben de. Sonuçta o benim odama dalabiliyorsa ben de yapabilirdim değil mi ama?
Odanın karanlık olmasından Rüzgar'ın hâlâ neden uyanmadığını anlamış oldum. Benim odam böyle olsa üç gün uyuyabilirdim yani. Perdeyi açarken söylenmeye başlayan Rüzgar'a bakıp güldüm, gün intikam günüdür Rüzgar Demir!
Rüzgar küfür etmeye başlayınca "Yavaş gel." diyerek müdahale ettim. Ebemi bile anlardım da ebemin babaannesinin ne suçu vardı yahu?
"Damla?" diyerek tek gözünü açarak bana bakan Rüzgar, tontik bebekler gibi göründü gözüme. Yanına gidip yanaklarını sıkasım vardı şu an. Sonra da Rüzgar beni seve seve öldürürdü. Ve mutlu son.
"Duydum ki uyuyormuşsun, intikam almaya geldim." diyerek güldüm.
"Aman ne mutlu sana." deyip daha da gömüldü yastığa Rüzgar. O sırada odayı inceledim ben de. Ve gözüme komodinin üzerindeki resim takıldı. Ne yani kâbusum gerçek miydi?
"Hadi bana bu photoshop de." diyerek resmi elime alıp Rüzgar'a dönerken, kafasını kaldırdı o da. Yatakta doğrulurken "Rüyanda gördüğün diğer ben." diyerek gözlerini ovdu. "Benim geri dönmeye korkup kurtaramadığım ikizim."
"Nasıl ya?" deyip Rüzgar'ın baş ucunda duran tekerlekli sandalyesine oturdum. "Sen... Onun için istemiyorsun tekrar yürümeyi." Kendi kendini mi cezalandırıyordu yani böyle yaparak?
"Keşke orada ölen ben olsaydım." diyerek konuyu değiştiren Rüzgar'la tekrardan resme çevirdim gözümü.
"Şu sensin değil mi?" diyerek zoraki gülen çocuğu gösterdim.
"Hayır, diğeri."
"Hadi canım?" diyerek şaşkınlıkla Rüzgar'a baktım. Ne yani Rüzgar böyle içten gülmeyi biliyor muydu? Gerçi ben de biliyordum bir zamanlar ya. Hah! Duy da inanma...
"İkizler pek benzemezmiş birbirine. Biz de öyleydik, ben neşeli şirin, o somurtkan. Ne kadar çok değişiyor insan zamanla değil mi?" diyerek bana baktı Rüzgar.
"Değişmeyi hiç istemezdim oysa ki." diyerek nefesimi sesli bir şekilde dışarı üfledim.
"Anlatmak rahatlatıyor Damla, neden denemiyorsun?" diyerek çenemi tutarak gözlerimin içine baktı Rüzgar.
"İnan bana anlatsam olacak tek şey o anları tekrar tekrar yaşamak olacak. Yaşadıklarımı kelimelere dökecek kadar gücüm yok benim. Yapamam. Oysa ki gazetelerde başkasının hayatını okurken ne kadar da basit geliyor o kelime, ah diyorsun, yazık olmuş. Ya da orasını burasını açmasaydı diyor bazı kendini bilmezler." derken gözlerimi zorlayan göz yaşlarıma izin verdim akmaları için. "Küçücüktüm oysa ki. Açsam bile göze gelecek bir bacağım bile yoktu. Nerede yanlış yaptım, ne dedim de aklını çeldim acaba, bilmiyorum. Evcilik oynamak isterdim bazen, belki de onu yanlış anladı. Erkek ya, hep bir bahanesi yok mudur zaten? Büyüdükçe anladım onun bana yaptıklarını, kafama dank ettiği gün de kaçtım evden zaten. Küçücük bir çocuktan ne istedi bilmiyorum. Onun isteklerini yerine getirecek bir karısı da vardı oysa ki, biricik annem... Ama yetmedi demek ki..."
Rüzgar bana sarılırken "Hakan değil, değil mi?" diye sordu kısık bir sesle.
"Hakan benim kurtarıcım sadece." diyerek ona sarılıp daha çok ağladım ben de. Söylemek, anlatmak ağır gelmişti. Bir erkeğin gözlerine bakarak hem de. Belki Rüzgar'ın dediği işe yarar da acım hafifler diye anlatmıştım ama hafiflememişti, hâlâ öylece duruyordu yerinde, hâlâ kanamaya devam ediyordu yaralarım ve o acı hâlâ oradaydı. Biliyordum, gün geçtikçe daha çok canımı yakmaya da devam edecekti. Sadece birazcık geçsin istemiştim oysa ki, ama geçmemişti işte, geçmeyecekti... O pislik hevesini alsın diye mahvoldum ben, hayatım bitti. Hayallerim, çocukluğum, gençliğim, geleceğim... Hani anlatıp duruyorlar ya haberlerde, gazetelerde, internette. Bir hayat daha söndü diye, intihar edenler için. Siz bilmezsiniz, ama intihar kurtuluş demekti aslında bizler için. Asıl yaşamak söndürmekti hayatımızı. Ben de denedim, kurtulmayı. Ölürsem geçer dedim, biter her şey. Lanet olsun ki onu bile beceremedim. Babamı, kızlara bunları yapanları durdurmayı beceremediğim gibi bunu da beceremedim işte. Her ne kadar ben güçlüyüm havalarında gezsem de bu kadar basittim aslında, bir hiçtim. Babamın kullandığı, diğer erkeklerin cinsellik gözüyle bakıp, baktığında gözlerinin ışıldadığı bir hiç. Bu kadardım işte, yaşadıklarını başkalarına anlatmaya bile utanan bir zavallı.
Bir yerde okumuştum, kim diyordu bilmem "Sen utanma, yapan utansın. Çekinme anlat." diye. Utanıyordum... Anlatsam ne olacaktı ki? Bir kesim desteklerken, diğeri "Orasını burasını açmasaydı olmazdı." demeyecek miydi? Ben söyleyeyim, diyeceklerdi. Miniciktim oysa ki, on bir yaşındaki bir çocuktum, ne bilirdim ki nerem açılmış? Annem ne giydirse giyer gezerdim işte. Annemin eteklerini kafamdan geçirip, elbise yapan bir kızdım, neremi göstermiştim de canı çekmişti acaba beyimizin?
Bunları düşünürken hüngür hüngür ağladığımı Rüzgar'ın "Yeter." demesiyle fark ettim. İşte bu iyi gelmişti, ağlamak. Ne de olsa yapabileceğim tek şey bu değil miydi?
"Ben... Odama gideyim." diyerek Rüzgar'ın arkamdan seslenmesine aldırmadan odama gidip kapıyı kilitledikten sonra, banyoya girerek suyu açtım. Üzerimdekilere aldırmadan girdim küvetin içine. Su da benimle birlikte ağlasın istedim. Anneme söylediğimde aldırmamıştı, hatta bir tokatla da ödüllendirmişti beni, bari su derdime çare olsun istedim... Acılarımı da alıp götürsün o delikten istedim... Belki o acırdı bana kim bilir?
Soğuk suyu sonuna kadar açarken, hissetmediğim bedenim mutluluk verdi bana. O adamın dokunduğu yerleri hissetmiyordum, daha ne isterdim ki! Dişlerim bir birine vururken, düşlerim de vurdu aklıma. Küçükken kurduğum temiz hayallerim... Gözlerimden yaşlar akarken, daha da fazla yattım küvetteki soğuk suya, rahat bir yatak gibi.
Dişlerimle birlikte, düşlerim de dondu bir zaman sonra. Aynı eskiden olduğu gibi, yok olup gittiler birer birer aklımdan. Ben de istiyordum, hem de nasıl istiyordum bilemezsiniz. Onlar gibi yok olup gitmek istiyordum... Dedim ya; anlatmak ağır gelmişti, ama iyi ki de anlatmıştım. Bu kez belki cesaretli olup, becerebilirdim yok olmayı...
Bir süre sonra Rüzgar'ın endişeli sesi kulaklarımı doldururken, uyuşan vücudumu zorla hareket ettirip çıktım küvetten. Buz tutmuş ellerimle zorla da olsa kilidi açmamla, Rüzgar'ın kapıyı açması bir oldu.
"Damla ne diye cevap ver-" derken üzerimde ıslak olan kıyafetlere ve soğuktan titreyen çeneme baktıktan sonra, bana yaklaşarak elime değdirdi elini.
"Delirdin mi sen? Ne yapmaya çalışıyorsun?"
"Ö-ölmeye." dedim titrememin izin verdiği müddetçe.
"Sonra Rüzgar neden geri zekâlı diyor?" diyerek arkasını döndü. "Hemen üzerini değiştirip yatağa gir, geliyorum ben."
Titremem konuşmama engel olduğu için kafamla onaylayıp kapıyı kapattım. Yine becerememiştim. Ben hiçbir şeyden korkmam deyip aslında yaşamaktan bile ölesiye korkan Damla Güneri yine yenilmişti hayata. Kaç sıfır olmuştu, 50? 100? ‘Çok sıfır oldu be Damla.’ diyen iç sesine hak vermeden edemedim. Çok sıfır olmuştu, hem de çok...
Üzerimi değiştirirken biraz daha ısınmanın verdiği rahatlıkla daha hızlı giyinip kendimi örtünün içine attım. Çenemi titrememesi için sıkarken, iyice büzüldüm örtünün içinde.
Rüzgar elindeki ıhlamurla içeri girerken, bir yandan da hâlâ söyleniyordu.
"Hasta olursan bir de ben seni öldürürüm Damla, ulan hangi akla hizmet soğuk suya giriyorsun sen?" diyerek ıhlamuru bana uzattı.
"Bilmiyorum, sadece biraz geçsin istedim." diye mırıldandım kısık sesle.
Bir süre suskunluktan sonra "Hadi iç şunu." diyerek ıhlamuru uzattı. Belki de en iyi o anlıyordu beni, kimseye anlatmasa da o da aynı hisler içindeydi belki de, kim bilir? Aynıydık hemen hemen. O kardeşini kaybetmişti, ben kalbimi.
Ihlamurdan bir yudum aldıktan sonra "Sen hiç istemedin mi?" diye sordum gözlerimi ona dikerek.
Kaşlarını çatıp, anlamadığını belli ederek "Neyi?" diye sordu.
"Ölmeyi, huzura ermeyi, yok olmayı." diyerek üşüyen ayaklarımı iyice sardım örtüye.
"İstedim. Hem de çok. Sonra annemin o öldüğünde ne kadar üzüldüğü geldi aklıma, bir de ben üzmeye cesaret edemedim."
"Benim arkamdan üzülecek kimsem bile yok." deyip derin nefes aldım.
"Hakan var."
Tabi ya, biricik yalancı babam vardı değil mi? Ne kadar üzülürdü anlatamam!
"Haklısın." deyip ıhlamurdan biraz daha içtikten sonra "Onlar şu an da üzgün, farkında mısın?" diye sorup Rüzgar'ın vereceği cevabı bekledim merakla ona bakıp. Ela gözleri puslanmıştı, ilk kez bir duygu yakaladım gözlerinde, acı.
"Evet, ama bir şekilde vicdanımı rahatlatmam lazım. Yürürsem ya da mutlu olursam ona ihanet edecekmişim gibi geliyor."
"Rüyamda... Onu benden kurtar dedi bana." diyerek ona baktım dikkatle. "Belki de sadece bir rüya değildi, mutlu olmanı istiyordu gerçekten."
"Biliyor musun, onu rüyamda sadece yanarken görüyorum ben. Bana gelme, her yer yanıyor diye bağırırken. Son sözü git Rüzgar, kaç oluyor rüyalarımda. Ne kadar bırakmak istemesem de oradan çıkartılırken uyanıyorum ben." diyerek yerdeki halıyı incelemeye başlayan Rüzgar'a baktım. Kardeşini özlediği o kadar belliydi ki.
Ihlamurdan biraz daha içip, "Biraz yatayım." diyerek kafamı yastığa koydum.
"Ha illaha ben malın önde gideniyim, laf sok Rüzgar diyorsun." diyerek bana baktı Rüzgar.
"Ne yaptım yine ya?"
"Bitir şunu." diyerek ıhlamuru uzatan Rüzgar, "Daha ilaç içeceksin, yoksa yarına kesin hasta olursun ve ben seninle uğraşamam." deyip bana bakmaya başladı. İşte, Rüzgar'ın düşünceli hali de buraya kadardı.
"Merak etme kendi kendime bir köşede ölürüm ben, hatta istersen önce mezarımı kazıp sonra öleyim bir de ölümle uğraşma." diyerek gözlerimi devirirken, "Ben ilaç getireyim." diyerek arkasını dönüp çıktı Rüzgar. Hah! Ölme falan demesini de beklemiyordum zaten. Masrafsız kurtulacaktı işte benden, canına minnet.
Rüzgar'ın getirdiği ilacı içip bu kez yatabildim yatağıma, kendini beğenmiş beyimiz lütfedip izin verdiği için. Sadece uyumak istiyordum, biraz olsun unutmak...
Sabah kalkınca boğazımın acısını hissetsem de aldırmadım, o kadar üşüttükten sonra beklediğim bir şeydi ve beklediğim diğer bir şeyse Rüzgar'ın söylenerek beni canımdan bezdirip intihara sürükleyecek olması gerçeğiydi.
Sesimin kısıldığını fark edince “Lanet girsin bu hayata.” diyerek konuşmamaya karar verip aşağı indim.
Ah, bugün pazardı ve tüm aile halkı evdeydi. Pazar günleri daha bir kimsesiz hissediyordum kendimi bu yüzden.
Kısık bir sesle "Günaydın." diyerek oturdum masaya.
Boğazımdaki sızı biraz geçsin diyerek çayı içerken, gazete okuyan patronun elindeki gazeteye takıldı gözüm. Öksürmeye başlarken, bir yandan da hâlâ gazeteye bakıyordum. Herkes bana bakarken, öksürüğümü durdurup, "Gazeteye bakabilir miyim?" diye sordum. Sesimden hastalandığımı anlayan Rüzgar'ın ölümcül bakışları eşliğinde gazeteyi elime alıp, resimdekinin o olduğundan emin olduktan sonra "Size afiyet olsun." diyerek hızla kalktım masadan. Gerçi Kader hanım arkamdan seslenmişti ama duymazdan gelmeyi tercih etmiştim şu an için.
Odama çıkınca telefonu elime alıp tek ayağımı sallamaya başladım Hakan telefonu açana kadar.
"Hayırdır?"
"Hakan..." derken "Lan sesine ne oldu?" diyerek böldü sözümü.
"Bırak sesimi." dedim acıyan boğazımı tutarak. Şu an en son umurumda olan şey sesimdi. "Babam... Yani üvey babamla kendi yöntemlerimle konuştum derken onu öldürmekten bahsetmiyordun değil mi?" diye sorarak vereceği cevabı bekledim.
"Ben bıraktığımda nefes alıyordu."
"Gazetede haberi var. Öldürülmüş, hem de cinsel organı kesilerek."
Kahkaha atan Hakan, "Bayağı ona yakışan bir ölüm olmuş desene." derken gülümsememi gizleyemedim ben de.
"Sen yapmadın yani."
"Hayır. Ama sana onları yapan bir adamın uslu uslu durması saçma olur ve herkes de sahipsiz değil malum. Allah bilir kimin canını yaktı da o hale geldi?"
Haklıydı. Herkes benim gibi kimsesiz değildi.
Benim sustuğumu fark eden Hakan, kırdığı potun farkına varmış olacak ki "Öyle demek istemedim, sen de kimsesiz değilsin. Biliyorsun değil mi?" diye sordu.
Kimsesizdim...
"Biliyorum." diyerek hayatımdaki yalanlara bir yenisini daha ekleyerek kapattım telefonu.
Odamın kapısında bana bakan Sinem'i fark ettiğimde içeri doğru bir adım atarak "İyi misin?" diye sordu. İyi miydim? Sanırım evet...
"İyiyim." diyerek gülümsedim.
"Hasta oldun sanırım. Bu sıcakta nasıl başardıysan artık?"
Omuz silkerek "Bilmem." dedim. Aslında Sinem daha cana yakın, içten birisiydi Rüzgar'a göre. Ama hiç acı çekmemişti ve acı nedir bilmeyen bir insanın başka birisinin acısını anlaması imkânsızdı. Bu yüzdendi belki de onun yerine Rüzgar’a anlatmam her şeyi.
"Ben diyeyim de ilaç getirsinler sana, ama önce düzgün bir şey ye. Kahvaltıda bir şey yemeden kaçtın." diyerek bana bakan Sinem'e bakarak "Boğazım acıdı da ondan." dedim.
"Ben küçükken hastalanınca ilaç içmezdim. İçmem için şebeklikler yapardı Rüzgar, inanması zor ama şimdiki suratsız abim gülebiliyordu." diyerek gülümseyen Sinem'e baktım, belki de yanılmıştım. Benim kadar olmasa bile acı nedir biliyordu o da.
"Diğer abin..." derken gözleri kocaman oldu Sinem'in. "Onu da hatırlıyor musun?"
"Tabi ki hatırlıyorum ama sen bunu nereden biliyorsun?" diyerek şaşkınlıkla bana baktı Sinem.
"Rüzgar anlattı."
"Ne yani Rüzgar sana Poyraz'dan mı bahsetti?" diyerek hâlâ pörtlek gözlerle bana bakan Sinem'e döndüm. Demek adı Poyraz’dı. Rüzgar hiç kullanmamıştı adını.
"Evet."
"Enteresan." diyerek imalı imalı bana bakmaya başladı Sinem. "Aranızda bir şey mi var sizin?"
"Evet, iki ezeli düşman gibiyiz. Ama ortak acılarımız var."
"Acı? Ben seni yurt dışında okuyan şımarık bir kız diye biliyordum, ne acısı bu?"
"Hakan'ın beni bulmadan önceki zaman dilimi var Sinem. Olmasını istemezdim, ama var işte." diyerek öksürdüm. Soğuktan ölmemiştim ama öksürmekten ölebilirdim bence.
"Ben... Bilmiyordum özür dilerim." diyerek samimiyetini belli eden bakışlarla bana baktı Sinem.
"Ben de senin abin hakkında bu kadar üzgün olduğunu bilmiyordum. Müneccim değiliz ikimizde sonuçta." diyerek güldüm. Sinem de gülerken, Rüzgar'ı bu konuda iyi bir azarlamayı aklımın bir köşesine yazmayı da ihmal etmedim. Ben yapabiliyorsam o da yapacaktı arkadaş. Ben hiçbir nedenim yokken yalandan da olsa gülüyorsam o da gülecekti, en azından hayatta olan kardeşinin mutluluğu için.
***
Sırada oturmuş yeni bir öksürük krizine girerken, Rüzgar'ın ters bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Zilin çalmasıyla sıradan kalkıp, kapıda biten Sinem'in yanına doğru yürüdüm.
Kapıdan "Abi bir şey ister misin?" diye seslenen kardeşine ters ters bakarak önüne döndü Rüzgar. Kapıya yönelecekken, ani bir hareketle dönüp Rüzgar'ın yanına doğru yürüdüm.
"Biliyor musun asıl geri zekâlı sensin."
Şaşkınlıkla bana bakakalan Rüzgar'dan bir "Ne?" nidası yükseldi.
"Sadece bir kez ona gülmen için canını verebilecek bir kardeşin var ve sen hala mal mal somurtuyorsun. Kardeşinden bir su istemek seni aciz yapmaz, ki yürümemeyi seçen sensin. Kardeşinin yasını tutuyorsun bunu anlarım, ama yaşayan kardeşini üzmeni anlayamam kusura bakma."
Rüzgar hâlâ aynı şaşkınlıkla bana bakarken arkamı dönerek kapıya yöneldim.
"Ne dedin ona sinirli sinirli?" diyen Sinem'in koluna girerek "Derste beni delirtti de her zaman ki gibi." diyerek sınıftan çıktım. Benim biricik(!) üvey babam geberdiğine göre Rüzgar ve uyuzluklarıyla daha bir özgüvenle baş edebilirdim. Ah, tabii ki de sevgili babacığımın ardından görevimi yerine getirmiştim. Dün sadece sigarayla kutlasam da bugün bir sürü bira alıp muhteşem yasıma devam etmeyi düşünüyordum. Babacığım ölmüştü ne de olsa, yasta olmalıydım değil mi?
Kantinden tost ve çay alıp da masaya oturunca "Abim sana ne anlattı?" diyerek bana bakan Sinem'e anlamadığımı belli eden bakışlar attım.
"Poyrazla alakalı."
"Çok bir şey değil." diyerek konuyu geçiştirdim. Bana kimseye anlatmadım demişti Rüzgar, kalkıp da ben anlatacak değildim.
"Poyraz abim olsa riskli de olsa o ameliyatı olurdu. Ama Rüzgar..." diyerek susup doğru kelimeleri aradı Sinem bir kaç saniye. "Riskli olduğu için ameliyattan vazgeçer mi insan? Tamam, ben de onu düşünüyorum ama yine de onu tekrar yürürken ya da gülerken görmeyi o kadar çok istiyorum ki."
Kaşlarımı çatarak "Risk?" diye sordum. Neden her şeyi taksit taksit anlatıyorlardı? Biri çıkıp adam gibi her şeyi anlatsa ne olurdu ki yani? Tek tek her şeyi açıklıyorlar, ben tam da bitti derken başka şeyler de ortaya çıkıyordu. Bir türlü çözemiyordum tam anlamıyla neler olduğunu.
"Ameliyat, riskli bir ameliyat. Rüzgar'ın istememesinin nedeni o." Demek tüm herkese öyle söylemişti. Peki ya bana neden gerçeği anlatmıştı ki? Sanırım Rüzgar’ı asla tam anlamıyla anlayamayacaktım.
"Anladım." diyerek eş zamanlı olarak başımı salladım. Başkalarının sırlarını, kardeşi bile olsa, bir başkasına anlatmazdım. Zaten bilse de Sinem'in yapacağı bir şey yoktu. Ama ben de Damla isem o Rüzgar'ı adam edecektim.
Tostu bitirirken "Rüzgar'a da al da öyle gidelim." diyerek ayağa kalktım.
Sinem üzgün bakışlar atarken "Suratıma fırlatır." diyerek kalktı ayağa.
"O zaman ben de çay alayım. Senin yüzüne fırlatırsa ben de çayı onun yüzüne fırlatırım." diyerek gülerken Sinem de gülmeye başladı. Kantinden Rüzgar için çay ve tost alırken, ilaçları içmek için su da aldım kendime. Bu derste de öksürürsem Rüzgar kör testereyle keserdi beni maazallah.
Sınıfa girerken, tedirgin adımlarla kapıdan giren Sinem'i kolumla dürtüp "Çay işi bende." diyerek göz kırpınca gülerek Rüzgar'ın yanına doğru gitti.
"Şey..." diyerek elinde tostu tutmuş öylece dikilen Sinem'in arkasından çayı uzattım.
"Sabah adam gibi kahvaltı etmedin bana laf sokmaktan. Sinem'in de içine sinmemiş."
Rüzgar önce bana bakıp sonra Sinem'e dönerek elindeki tostu aldı.
"Teşekkür ederim."
Sinem şaşkınca Rüzgar'a bakarken, kahkaha atmamak için zor tutuyordum kendimi, resmen Tom'u görmüş Jerry gibi bakıyordu şu an.
"Zil çalacak birazdan." diyerek elimi Sinem'in önünde sallarken, Rüzgar çoktan tostunu yemeye başlamıştı bile.
"Ha. Tamam. Gideyim ben." diyerek şaşkın ördekler misali sınıftan çıkan Sinem'in arkasından kahkaha attım. Sıraya oturup ilaçları çantamdan çıkartırken, "Bu kadar mutlu olacağı aklıma gelmemişti. Hep umursamıyor gibi görünüyordu." diyen Rüzgar'a bakıp "O da senin kardeşin, ne kadar umursamaz olabilir ki?" diyerek ilacı ağzıma atarak suyu kafama diktim.
O açıyla bakarsan, dışarıdan bakıldığında benden umursamaz insan yoktu. Ama içim öyle değildi işte, anlamak istemeyen göremiyordu. Anlamak için önce istemek, sonra gerçekten acının ne demek olduğunu öğrenmek gerekiyordu.
Ders zili çalınca yanıma oturan Selim'e bakmadan kitabımı çıkarmaya başladım.
"Akşam ders çalışacağız. Gelmek ister misin?"
Yine ona bakmadan "Hayır." deyip defteri de çıkardım çantamdan.
"Neden ki?"
"Çünkü ses olunca çalışamıyorum ben. O yüzden size iyi çalışmalar." Kimseyle arkadaş olmak gibi bir derdim yoktu benim, özellikle de erkeklerle.
Selim daha fazla ısrar etmeden gözlerini benden çekip önüne dönerken, hoca da sınıfa girdi.
Teneffüs zili çalınca sıradan kalkmayarak gözlerini bana diken Selim'e baktım daha fazla dayanamayıp.
"Bir şey mi oldu?"
"Bilmiyorum. Aynı soruyu ben soracaktım."
"Pardon?" diyerek kaşlarımı çattım.
"O kız yanına geldiğinden beri böylesin."
"Hangi kız?" derken ilk günler Selim benim diyerek beni tehdit eden kız geldi aklıma. "Alakası yok, ben hep böyleyim."
"Ama ben senin arkadaşınım." diyen Selim'e şaşkınlıkla bakarak "Sen benim arkadaşım falan değilsin." dedim. "Aynı sırayı paylaşıyoruz hepsi bu. Benimle muhabbet etmek zorunda değilsin, aynı şekilde ben de seninle konuşmak zorunda değilim." diyerek sıradan kalkıp sınıftan çıktım. Konuşmuyorum işte çocuk, neyini zorluyorsun değil mi ama?
"Damla." diyerek peşimden koşarak sınıftan çıkan Selim'e döndüm. Ne derdi vardı bugün benimle?
"Ne var?"
"Bak o kız benim hiçbir şeyim değil. O günde söyledim sana."
"Ben de umurumda olmadığını söyledim." diyerek arkamı döndüğüm sırada kolumdan tuttu Selim.
"Anlamıyorsun değil mi?"
"Ortada anlamam gereken bir şey mi var? " diyerek kaşlarımı çattım. Gayet de akıllı bir kızdım oysa ki. "Neyi anlamıyormuşum?"
"Damla. Bak sana saçma gelecek belki ama. Ben..." diye Selim'in söylemek istediği şeyi anlayınca elimi kaldırarak susturdum onu. Bu konuşmanın sonu benimle halay çeker misin sorusuna bağlanmayacağına göre, demek istediği şey apaçık ortadaydı.
"Bak..." diyerek derin nefes aldım. "Aklındaki her neyse unut. Ben ne normal bir arkadaş istiyorum hayatımda ne de erkek arkadaş. O yüzden bu konuşmaya devam etme, kırılmanı istemem."
Selim'den gözlerimi çekince hiç sınıftan çıkmayan Rüzgar'ın kapıdaki görüntüsü takıldı gözüme. Kolumu da çektikten sonra ikisine de aldırmayarak sınıfa geri girip sıraya oturdum. Kulaklıkları da çıkartıp kendimi sınıftan soyutlarken, gözlerimi de kapattım. Bir süre sadece müziğin götürdüğü dünyada kafa dinlemek istiyordum.
***
Okuldan çıkıp da eve gelince gizlice çıkıp bira almış ve eve geri dönerek sigaramı yakıp, çok sevgili babamın ölümünü kutlamaya başlamıştım. Ta ki Rüzgar gelip de "Bana da vermezsen evi ayağa kaldırırım." diyene kadar da gayet mutluydum. El mahkûm Rüzgar'ı içeri davet edip, bir dahaki gizli işlerde kapıyı kilitlemeyi aklımın bir köşesine yazarak içmeye devam ettim. Rüzgar'a da poşetteki biralardan birini uzatırken, biten sigaramı atarak yenisini yaktım.
"Nasıl gebermiyorsun hayret ediyorum." diyen Rüzgar'a bakıp güldüm.
"İyice cezamı çekeyim istiyor yukarıdaki. Bazılarını bebekken günahsız bir şekilde alıyor yanına, bazılarını da benim gibi süründürüyor işte ne yaparsın."
"Sanırım ben de sürüngen kısımdayım." diyerek açtığı birayı tepesine dikti Rüzgar.
"Bence senin hâlâ umudun var. Ailen var en azından."
"Senin de baban var. Ah! Bir de Selim'in." diyen Rüzgar'ın konuştuklarımızı duyduğu belliydi.
"Her hayatına girmek isteyeni alamaz insan." diyerek ona bakınca "Bazıları sen istemeden girer hayatına." diyerek bana baktı o da.
"Ben istemeden kimse giremez hayatıma."
"Beni istedin yani." dedi sorarcasına. İstememiştim, ama mecburdum... Ama şu an, ilk cümleden emin olamayan bir Damla vardı içimde.
"Kafamı karıştırıyorsun." dediğinde, kafasını ellerinin arasına almıştı.
Sigaramın son nefesini içime çekip biricik saksıma bastırırken "Neden?" dedim.
Bakışlarını bana çevirdi.
"Bazen öyle bir şey yapıyorsun ki, “Hayır,” diyorum. “Bu Damla olamaz.” Sonra bambaşka bir şey yapıyorsun ve bu sefer," önüme gelen saçımı kulağımın arkasına itti. "Hayır, diyorum. Bu Damla’dan başkası olamaz."
Şaşkınlıkla ona bakıp kafamı geri çekerek az önceki sorusunun cevabını verdim. "Sen hayatımda değilsin. Sen cehennemin dibindesin ve ben iyilik zebanin olarak arada su uzatıyorum sana hepsi bu." diyerek büyük bir yudum aldım biradan.
"Peki, bana su uzatırken sen de yanıyorsan ama farkında değilsen?" diyen Rüzgar'a alayla bakarak kahkaha attım. Ben ateştendim zaten, daha nasıl yanacaktım ki?
***
Sabah okula gidince Selim'e hiç bakmadan sıraya oturup defterimi çıkarttım. Üzülmüyordum, sadece konuşup daha fazla uzatmak istemiyordum konuyu. Birileri için üzülmeyi bırakalı çok olmuştu çünkü. İnsan kendi dertleri başını aştığı an, başkalarını umursamamayı öğreniyordu bir zaman sonra.
Dersi dinleyerek ve bana bakan Selim'i yok saymaya çalışarak geçirdiğim dersin sonunda zil çalınca, teneffüs kısa olduğu için kulaklıkları taktım kulağıma. Ta ki birisi kulaklığı kulağımdan çekene kadar gayet de mutluydum.
"Beni yok sayınca yok olmuyorum."
"Benim için oluyorsun ve bence bu yeterli." diyerek gözlerimi Selim'den çekip, kulaklığı geri taktım kulağıma. Ben Rüzgar için buradaydım ve Selim benim için hiçbir zaman yoktu zaten.
Sınıftakilerin içeri girmesiyle zilin çaldığını anlayıp kulaklıkları çıkartırken, gülümseyerek bana bakan Rüzgar takıldı gözüme. Tövbe Bismillah! Ölüyordum da haberim mi yoktu acaba?
‘Ne var?’ der gibi Rüzgar'a bakınca ‘Yok bir şey.’ der gibi omuz silkti o da. Bakışlarla bile anlaşabiliyorduk artık, vay be...
Çantamdan kitabı çıkarmak için dönünce Selim'in hâlâ bana baktığını fark ettim, sonunda iyi bir patlayacaktım ya... Hadi hayırlısı.
Nefesimi sesli bir şekilde dışarı verip, bu konudan sıkıldığımı belli ederek anlamasını ümit ettim. Anlamazsa kafasına vura vura anlatacaktım artık, başımdaki onca dert yetmezmiş gibi bir de onunla uğraşamazdım.
Derse gelmeyen hocaya en nadide küfürlerimi sunup, tekrar çıkarttım kulaklıklarımı meydana. Ben düğüm olmuş kulaklıklarımla uğraşırken, Selim elimdeki kulaklıklarla birlikte elimi de tutarak bana döndü. Sınıftakilerin çoğu bahçeye çıkarken, diğer kısmı "Çek elini." diye bağıran bana dönmüştü. Erkeklerin bana dokunmasından nefret ediyordum!
"Ben... Sadece konuşmak istiyorum." diyerek şaşkınca elini çekti Selim. Tamam, biraz fazla çıkmıştı sesim, ama dayanamıyordum işte.
"Bak, ben söyleyeceğimi söyledim. Böyle yaparak sadece daha çok sinirlendiriyorsun beni."
"Neden ki? Bir sevgilin varsa söyleyebilirsin, merak etme rahat bırakırım seni." Sevgili mi? Ben çocuğa erkeklerden nefret ediyorum diyorum, o sevgili diyor yahu. Resmen kıt beyinli.
"Olsa da seni alakadar etmez. İstemiyorum dedim bitti, uzatma." Sinirle kulaklıkları çekiştirerek açmaya çalışırken, elimden çekip alan Rüzgar'a baktım. Kendi kulaklıklarını bana uzatıp, benim aksime gayet sakin bir şekilde kulaklıkları çözmeye başladı.
Kulaklığı telefona takıp, müziği açacağım sırada adını bilmediğim ama Selim'in yanında gördüğüm bir erkek "Baksana sevgilisi belli onun, tabi ben de böyle güzel olup da böyle biriyle çıksam söylemeye utanırım." deyince şalterler attı bende doğal olarak. Telefonu bir hışımla çekip, kulaklıkların kulağımdan çıkmasını sağlayarak ayağa kalktım. Çocuğun üzerine yürüyüp, yaslandığı duvara iyice yapıştırırken sinirden gözlerim dönmüştü. Hakan'ın yılışık erkekleri başımdan atmak için aldırdığı dövüş dersleri de işe yarıyordu bazen.
"Lan geri zekâlı! Kiminle çıkıp çıkmayacağımı size mi soracağım ben? Sayıyla mı veriyorlar lan sizi bana?" Birkaç kişi beni çekerken, çocuk da beni itekliyordu. Deli gücü dedikleri bu oluyordu sanırım.
"Bir kişi..." deyip sinirle karşımdaki beyinsiz mahlukatlara baktım. "Tek bir kişi daha Rüzgar'a laf ederse yemin ederim atarım şu camdan aşağıya." Selim'e döndüm bu kez. "Ve evet, Rüzgar'ı seviyorum tamam mı? Şimdi siktirin gidin başımdan."
Sırama geri dönüp telefonu alırken, Rüzgar'ın şaşkın bakışlarını üzerimde hissediyordum. Ne de olsa onu korumakla kalmamış, sınıfın yarısı da olsa, karşılarında aşkımı ilan etmiştim. Telefonu sinirle alarak sınıftan dışarı attım kendimi. Sinem'in sınıfının önünde durarak, kapının yanındaki duvara yaslanıp kulaklıkları taktım kulağıma. Son ses müzik kulaklarımı doldururken, sakinleşmek adına derin nefesler almaya başladım. Büyük bir ihtimalle sınıfta olan kızlar dedikodumu yapmaya başlamıştı bile. Umurumda değillerdi açıkçası, bana bulaşmadıkları sürece sorun yoktu.
Sınıftan çıkan öğrencilerle birlikte Sinem'in sınıfına daldım. Bir yandan kulaklıkları çıkartırken, diğer yandan da gözlerimle Sinem'i arıyordum. Arkadaşlarıyla konuşan Sinem'i görüp yanına oturdum ben de.
"Aa, birilerinin başına taş düşmüş." diyerek şaşkınlıkla bana bakan Sinem'e dönerek "Keşkee, en azından belki hafıza kaybı falan geçirirdim de bu gün yaptıklarımı hatırlamazdım." dedim. Söylediklerimin sonuna kadar arkasındaydım, ama Rüzgar'ın vereceği tepkilerden de korkuyordum.
"Ne oldu?" diyerek bana bakan Sinem'le birlikte arkadaşları da merak içinde yüzüme bakıyorlardı.
"Selim malının arkadaşına sinirlendim, Rüzgar'ı seviyorum dedim sınıfta. Hem de bağıra bağıra." diyerek kafamı sıraya gömdüm. "Tamam, çocuğu koru da ne diye seviyorum diyorsun değil mi ama?" diyerek hâlâ kendi kendime söyleniyordum sinirle. Kimseden ses çıkmadığını fark edince kafamı kaldırıp, hepsinin bir karış açılmış ağzıyla karşılaştım.
"Ne var?"
"Sen... Rüzgar abiyi mi seviyorsun?" diyen kıza baktım, sanırım zavallı Sinem hâlâ şoktaydı.
Söylemiştim bir kere, ağzımdan çıkmıştı. İnkâr etmek, saçmalığın daniskası olurdu. Zaten bilmemesi gereken tek kişi duyduktan sonra bir önemi de yoktu.
"Sanırım evet." diyerek başımı salladım. Rüzgar'dan hoşlanıyordum inkâr edemezdim, bana insan gibi davranan tek erkekti sonuçta ama sevmek benim bilmediğim bir duyguydu, bilmediği bir şeyi nasıl yaşardı ki insan? Sinirle söylediğim şeyin aslında gerçeklik payı olduğu o an dank etti kafama, hah hayatımda da bir bu eksikti zaten değil mi? İyileştikten sonra bırakıp gideceğim adama aşık olmak... Sanırım git gide daha da acınası bir hâl alıyordu hayatım. Yılın en aptal kızı ödülüne en iyi adaydım bence.
"Ya tamam, aranızda bir şey vardı ama." diyerek susan Sinem'e döndüm. "Neyse ya, hayırlısı olsun müstakbel yengecim." Hata bendeydi ki Sinem'den mantıklı bir cümle bekliyordum. Ankara da vapur beklemek gibi saçma bir şeydi bu.
"Gidiyorum ben ya." diyerek sinirle sıradan kalkarken, zil de çalmıştı. Sınıfa doğru giderken, yıllardır yaptığım şeyi yaparak kimseyi umursamamaya karar verdim. Ah! Bilmezsiniz siz, en iyi yaptığım şeydi umursamaz gibi davranmak...
Sınıfa girince omuzlarımı dikleştirerek sırama doğru yürüdüm. Bir kaç kişinin bana baktığını görsem de umursamadım, sanırım ağladığımı falan düşünüp ona dair bir iz arıyorlardı yüzümde. Ama ben bu kadar basit şeyler için ağlamayı bırakalı çok olmuştu.
Telefondan kulaklığı çıkartıp Rüzgar'a vereceğim sırada "Evde alırım." diyen Rüzgar'ın sesini sadece benim değil, sınıftakilerin de duyduğuna emindim. Yeni bir dedikodu daha çıkmıştı onlara, aman ne güzel!
Rüzgar'a sinirle bakarken, sinsi sinsi sırıtıyordu pislik. Bence ben hoşlanmayı falan bırakıp direk öldürmeliydim bunu, uyuz züppe ne olacak?