bc

Gidelim Buralardan

book_age16+
241
TAKİP ET
2.3K
OKU
HE
arrogant
doctor
heir/heiress
drama
bxg
mystery
lucky dog
campus
office/work place
disappearance
civilian
like
intro-logo
Tanıtım Yazısı

Çok eskiden, daha bunca yolu arşınlamamışken, çok insan tanımamış ve çok insan tanımamış olmayı da dilememişken bir şeyler olmuştu Aras Özgür'ün hayatında. Onun yediğini, içtiğini, bunların yanında katık ettiği aşkını burnundan getirecek şeyler yaşamıştı. Şimdi o yaşadıklarını uzak diyarlara emanet etmiş gibi başka bir yol yürüyordu. O yolu yürüme kararı alalı asırlar olmuştu fakat o yolu yürümek için ilk adım bu akşam atılmış sayılırdı.

Otopsi odasında şarkılarının sözlerini yazdığı o hastanede misketleri üzerine düşen bu kızın evindeydi şimdi. Üstelik önemli bir detay daha eklenmeliydi bu bilgiye; o hastanenin sahibi üzerinde sarı bir elbise olan bu kızın babasıydı. Muazzamdı. Daha muazzam olan şey ise buraya o hastaneye ortak olmak için ailesiyle birlikte gelmiş olmasıydı. Kafasının içinde bir aslan ordusu varmış gibi hissediyordu. Hepsi birden kükremeye başlayarak işe yarar hücrelerinin hakkından gelmeye çalışırcasına hareket ediyorlardı.

Genç kızla onu tanıştırdıkları anda kalakalıyor, yanındaki küçük kızın halasının eteğini çekiştirerek onu küçük parmağıyla işaret etmesini engelleyemiyordu. Belli ki bu gece önemli şeyler olacaktı. Bir şeyler değişecek, değişim hepsinin hayatına çeşitli izler, lekeler, dokunuşlar bırakacaktı. Kız incecik bir sesle ismini dillendirirken başını sanki üç harfli tek nefeslik ismini anlıyormuş gibi sallıyordu fakat bu jest esasında aklından geçenlere yönelikti. "Ahu," derken dudağının köşesini hafifçe kıvıran şelale saçlı kızın eli kendisine uzanmıştı. Ceylan. Karaca. Zarif, ince, kırılgan...

"Aras," demişti bir nehir ismini dile getirirken kullanılabilecek en sert ses tonuyla. "Aras Özgür."

chap-preview
Ücretsiz ön okuma
1
Mürekkep bulaşan parmaklarına bir bakışı bile reva görmeden lekeli gömleğine sürdü. Önündeki tütüne uzanması hemen arkasından gerçekleşti ve tütünü sarma işini pek bir ciddiye almaya hevesli parmakları sabırsızca kıpırdandı. Bu sondu. Bunu da sardıktan sonra geldiği gibi sessizce çıkacaktı bulunduğu yerden. Başka bir mesken bulurdu kendine nasılsa. Kimselerin uğramaya yeltenmeyeceği yerleri tutardı elbet kendine mesken. Oralara hiçbir zaman yuva demezdi belki. Oralar hiçbir zaman genç adamın yuvası olamazdı fakat sığınağı olurdu hiç yoktan. Sardığı tütünü sıkıştırdı soğuktan rengi kaçmış dudaklarının arasına. Onu orada tutmaya devam edecek, bu esnada iki dizesi kalmış olan bestesini tamamlayacak, su gibi akıp yatağını bulacaktı. Kara kaşlarını çatarak kalemi bir kez daha kavradı. Mürekkepli parmakları bu kavrayışla rahatlamışlardı. Ormana, yani doğasına, yani yuvasına bırakılan bir geyiğin kalbine benzemişti parmakları. Tak tak tak... Üç kere vuruldu otopsi odasının kapısına. Bu zamanının dolduğunu gösteriyordu. Oyalanmadan buradan sıvışmalıydı. Dudaklarında asılı durmaya devam eden, kendi imkânlarıyla yaptığı ince sigarası yanmadığı halde onu serbest bırakmadı. Böylece konuşurken sesi de boğuk ve daha anlaşılmaz çıkacaktı. "Bekle," dedi kapıyı çalan kişiye. Beklemeyi bil. Tak! Bir kez vurulan kapı beklemenin mümkün olmadığını simgeliyordu. Genç adam bu sefer dudaklarını mümkün olmayan şeyleri hezimete uğratmak isteyen ama bunun için kılını dahi kımıldatmayacak bir insanın kabullenişiyle gayriihtiyarî kıvırdı. Son dizenin son harfi için de kalemini oynattı. O son harfe hediye edilmiş oldu bu dudak kıvrılışı. O son harfin bahtına içinden bir Türk sanat müziği tutturup kendince gönlünü aldı. Kurumaya yüz tutmuş mürekkepli parmakları kâğıda hiç nazik davranmadan ancak verdiği kıymeti esirgemeden katladı. İçinde el emeği, gönül ekmeği, ruh sancısı taşıyan kâğıt birkaç kez katlanmanın verdiği yıpranmışlığı da yüklendi. Adamın gömleğinin cebinde kendine bir yer edindi. "Çıktık," diye söylenerek soğuk odanın kapısını açtığında gerginlikten yüzünün belirli noktalarına kan oturan Mustafa'yı gördü. Paltosunu yaka kısmının ucundan kavrayıp omzuna atarken Mustafa'nın yüzüne kendisinde her zaman bir parçacığının olmasını dilediği rahatlığıyla baktı. "Ne bu tantana bahçıvan?" Mustafa adamın dudaklarının arasındaki tütünü gördükten sonra telaşla bir sağına bir soluna bakınmıştı. "O zıkkımı çıkarmasaydın bari içeride," derken sesi titriyordu neredeyse. "Sen benim kıçıma tekmeyi vursunlar istiyorsun, belli oldu." "Korkma be bahçıvan!" Mustafa'yı rahatlatmak için tütünü baş ve işaret parmağının arasına alıp hafifçe kımıldattı. "İçmiyordum." "Biçtireceksin beni göreceksin bahçıvan kimmiş." "Doğrusun." Klasik Aras Özgür cümlesi... Bir şeyleri geçiştirmek istediğinde onu onaylayıp işin içinden sıyrılmak adamı tanıyan herkesin çok iyi bildiği bir huyuydu. Bu yüzden Mustafa karşısındaki adamın iflah olmayacağını, böyle ümitler içerisine girmenin en büyük yanılgılardan biri olacağını düşünerek iki yana sallamıştı başını. Aras Özgür, söz yazarı ve besteciydi. Aslında bestekâr kulağa daha ağır, daha bu işin hakkını verir gibi geliyordu. Belki de tuhaf yerlere kurulup kalemini konuşturan bu adam o sebeple kendisine böyle söylenmesinin ağırlığı altında kalıyordu. Omuzları dikleşmiyordu, omuzları geriye doğru atılıyordu ve geride kendini bilen, kendini ölçen her insanın yapacağı gibi bir parça mahcubiyetle kalıyordu. Mustafa'nın çalıştığı bu hastanenin otopsi odasında, Tuna'nın izbe barındaki en köşede duran taburenin üzerinde, kendi evinin küçük mutfak balkonunda ve birçoğunda... Çiçek'in güzel kokularla dört bir yanının çevrili olduğu mutfağı da vardı mesela. Gerçi kızın ayak seslerini duyduğunda bile bütün tılsım zedeleniyordu. Hastaneyi arkasında bırakmak için yeri ezer gibi adımladığı yolda bile harfler uçuşuyordu. Harfler her yerdeydi. Aras sanki baştan ayağa harflerden olmuştu da yürüdükçe paçalarından ondan bir şeyler dökülüyordu. Paltosunu hâlâ üzerine giyinmediği için gömleğindeki yer yer lekeler açıkça belli oluyor, adamı hiç mi hiç rahatsız etmiyordu. Küçük bir kız aniden önüne fırlayıp abartılı bir duraklayışla geriye doğru hareket etmesine neden olmasaydı etrafından sürekli birilerinin geçip durduğunu dahi farkına varamazdı. "Ay," dedi açık kahverengi saçlı kız küçük dişlerini göstererek. "Şaşırdım." Aras kaşlarını kaldırarak en fazla beş yaşlarındaki kızın kıkırdayışını izledi. "Ben de şaşırdım," diye otomatik olarak döküldü kelimeler ağzından. Bu da kızı sebepsizce –ki çocukların gülmek için herhangi bir sebebe ihtiyaçları yoktur- tekrar güldürüvermişti. "Ama sen benim önüme çıktın," diye nazlandı. "Kocaman kocaman." İkilemesini yaparken gözlerini abartıyla açıp ellerini havada oynattı. "Özür dilerim," dedi Aras bir eliyle paltosunu tutup diğeriyle saçlarını dağıtarak. "Bir dahakine küçük küçük olmaya çalışırım." Kız gözleri kısıla kısıla güldü. Gevrek gevrek... Tatlı tatlı, şekerleri kendine hayran bırakırcasına... Fakat gülüşünü bölen başka bir tiz ses oldu. Ağızlarda hoş, ferah bir tat bıraksın diye başka şekerli diyarlardan getirilip sahibine bahşedilmiş sanki bu ses. "Sima," diye seslendi insanın etine sızan bir yumuşaklıkla. "Yine nereye kaçtın sen bakayım?" Aras'ın etrafındaki birkaç insan için yüzünden birkaçını indirdiği parça parça taşları gelip tekrar yerlerini buldular. Omurgası dimdik duruyordu; sımsıkı örülmüş bir örgü gibi. Tek ilmek kaçırılmamış. Tek ilmek yerinden oynatılmaya cesaret edilmemiş. Adam sırtını bu ilmeklerin kuvvetine yaslamıştı. O ilmeklerden aldığı kuvvet beton gibi bir kuvvet miydi ki ayağındaki topukluların sesleri hastane koridorunda yankı yapan su yeşili elbiseli genç kızın yüzüne kaşını bile kımıldatmadan bakmıştı? Yüzündeki o taşlar kırılmayan taşlardan mıydı ki genç kızın gözleri birer misket gibi küçük kızın karşısında dikilen bu kocaman adama doğru yuvarlandığı halde kirpiği bile bir diğeriyle buluşmamıştı? Sırtına saçları dalga dalga yayılan kızın her hareketiyle birlikte birkaç tutam küçücük yüzüne düşüyor, yanağını gölgeliyordu. Küçük, kavisli çenesi bir kez daha kımıldamaya başladığında Aras hastanenin soğuk duvarlarından daha soğuk bakışları eşliğinde dinledi onu. "Seni çok merak ettim," diyordu eğilip küçük kızın boyuna erişmeye çalışarak. Mini su yeşili elbisesini kibarca önünde toparlamıştı ve her nasıl yaptıysa bu hareketi bile hayali derecede asil durmuştu. "Beni peşinde koşturmayacağına söz vermiştin hani?" "Buradayım ya işte halacık," diye kırılıverdi küçük kız. "Bak kendime kocaman arkadaş buldum." İşaret parmağıyla Aras'ı göstermesiyle adam buradan hızlıca kaybolmamış oluşuna içten içe kızdı. Koyu kahverengi saçlarını savurarak sırtında toplanmalarını sağlamaya çalışan genç kız başarısız olmuştu. Yine de endişeli yüzü saniyeler içerisinde biraz daha rahatlamış olduğundan küçük bir gülümseme dudaklarını ele geçirmekte hiç zorlanmamış gibiydi. Aras onun uçuk bir pembe rengine boyanmış dudaklarının kıvrılışından gözlerini alıp bir baş sallayışıyla bu ortamı terk etmeyi denedi. Denediğiyle de kaldı. "Senin üstün çok kirlenmiş," diye ağzında bir sakızı evirip çevirir gibi konuşuyordu Sima. "Öyle gezilmez. Babam görse böyle yapardı değil mi halacık?" derken babasını taklit eden bir çocuğun başarısızlığı fakat şirin gayretiyle kaşlarını çattı. Dilini de ağzının içinde birkaç kere şaklatmaya çalıştı ve Aras'ın kulaklarına cık cık cık seslerini doldurdu. "Sima," diye uyardı halası küçük kızı. "Seninle ne konuşmuştuk hatırlamıyor musun halacığım?" Söylediği kelimelerin aksine yüzünü ele geçirmek için canını dişine katan bir muziplik vardı. Yerinden doğrulup kırdığı dizlerini düzeltirken asaletinden bir kıyafetten sıyrılır gibi sıyrılabilseydi Aras onun az evvel Sima'nın gülüşünü andıran bir kıkırdayışı ağzından kaçıracağını düşünürdü. "Yabancılarla konuşmayacağım," derken burnunu kıvırdı Sima. "O da var tabii," derken genç kız mahcup bir edayla bütünleşmişti. "Bir de büyüklerimizi taklit etmiyorduk hatırlarsan." Aras onun daha kıza ne kadar ikazda bulunacağını sorgulamaya başlamışken bakışlarını Sima'dan çekmişti halası. "Kusura bakmayın lütfen. Onu oyaladığınız için de teşekkür ederim ayrıca." Nane yetiştirilen bir bahçeye düşmüştü herhalde Aras Özgür. Kız konuştukça bir faninin burnunun vakit geçtikçe ayırt edemeyeceği o ferahlığı hissediyordu. Sadece nefesinden. Sadece harfleri yan yana getirişinden. Belki biraz az önce Sima'nın önünde çöküvermesinden. Öyle gözlerin kapalı kokusunu içine çekmeye doyamayacağın bir yerde sakince dolaşmak gibi. Genç kız öyle çöktüğünde, küçücük eteğini toparladığında, şimdi yine küçücük yüzüne iki misket gibi kondurulmuş gözleriyle baktığında bahçeye ayak basılmaması gerektiği halde adımladığını biliyordu. Bahçe tanıdık değildi. Yabancı yerlere izinsiz ayak basılmazdı. Lakin Aras'ın izin almalarla arası hiç iyi değildi. "Ben oyalamadım," diye başını iki yana salladı. "Kendisi bunu çok güzel yapıyor." "Sizi oyaladıysak kusura bakmayın o zaman," dedi kız kibarca haliyle. "Kusur yok." Paltosunu daha sıkı kavrayıp gideceğinin sinyalini veren bir insanın yapacağı gibi geriye doğru yarım adım attı. "Olsa da bakmam." Sima'ya son kez bakıp göz kırptıktan hemen sonra attığı yarım adımı tamamladı. Bir daha arkasına bakmayı aklının hiçbir bölgesine uğratmadan seri yürüyüşüyle hastaneden ayrıldı. Yağmur hafifçe çiseliyordu. Patır patır yağsaydı da bunu önemsemezdi. Biraz ileriye park ettiği plakası yerinden düşmek üzere olan motosikletine varana dek yavaş yürümeyi dilerdi. Tabiatında yavaş yürüyebilmek olmadığı için saçları birkaç siyah tutam alnına düşüp hafif kıvırcıklaşacak kadar nemlenmişti. Paltosunu çabukça üzerine geçirip motosikletine atladığında köklediği gazla daha araç yerinden oynamadan park alanını gürültüsüyle çınlatmıştı. Çiçek'le buluşacaktı. Geciktiğinden emin olarak sıkıntıyla verdi nefesini. Kaygan zeminde hızını kontrol ettiği motosikletini sağa kırsa evine gidip önce bir duş alırdı, sonra da temiz kıyafetlerle çıkardı kızın karşısına. Bunun Çiçek'in daha çok beklemesine sebebiyet vereceğini bilmesinden mütevellit suratını asarak genellikle buluşmayı tercih ettikleri mekânın önüne aracını park etti. Çıngıraklı bir zil vardı mekân kapısının üzerinde. Kapı hareket ettikçe çalıyor, içeride birilerini bekleyen insanlar görmeyi umdukları yüz için kapıya dönüyorlardı. Çiçek de onlardan biriydi. Genç kapıdan girer girmez kahvesini yudumlamayı bırakıp heyecanlı bakışlarını adamın yüzüne sabitlemişti. Aras onun kahveyi bir yerlerine dökme ihtimaliyle kaşlarını çatmıştı bile. Yanına varır varmaz Çiçek'in sandalyesinden kalkıp yanağına bir öpücük bırakmasını sessizce takip etti. "Bu sefer tam kırk iki dakika geciktin," diye şakıdı genç kız parmak uçlarında yükselmeyi bırakarak. "Yani benimle geçireceğin vakte kırk iki dakika daha eklemek zorundasın." Aras yerine oturduğunda Çiçek'in yüzünde ismine yaraşan bin bir çeşit çiçek barındıran tebessümünü gördü. Dayanamayarak uzandı ve kızın şakağına dudaklarını bastırıp kaşlarını biraz daha çattı. "Aç değil misin sen?" dedi onun söylediği şeyi duymazdan gelerek. "Boş mideye kahve mi içiyorsun yoksa?" "Herkes sen mi acaba Aras Özgür Ilgar?" derken masanın üzerinden eğilip gözlerini sevimlice kırpıştırdı Çiçek. "Midemi bozmak istemem." "Aferin," diye kızı kısaca takdir etti Aras. Takdirleri böyle kısa, öz, şakşaksızdı. "Çikolatalı pasta ister misin?" Çiçek'in hevesle başını sallamasıyla garsonu çağırıp kendine bir sadece kahve kıza da pastasını söyledi. Genç kız sürekli konuşup onun zihnini oyalama yöntemini yürürlüğe koyarken mürekkep bulaşan parmaklarından birine uzanıp onunla oynuyordu. Bu çocukluğundan kalma bir alışkanlıktı. Hatta bebekliğinden. Çiçek, Aras Özgür'ün bir tanecik kız kardeşiydi. Yedi senedir aynı evde yaşamıyorlardı. Aras üniversiteye başladıktan bir süre sonra evden ayrılınca bundan en çok Çiçek etkilenmiş, ağabeyine düşkünlüğünden dolayı çok bocalamıştı. Yine de aynı şehirdeydiler. Aras bir orada bir burada olsa da, Aras gurbeti sırtına yük etse de, Aras hep yükleriyle, Aras hep kimsenin taşımayı istemenin uçlarına uğramayacağı yükleriyle devam etse de görüşmeyi bırakmamışlardı. Çiçek, ağabeyinin tıpkı bebekten yaptığı gibi parmağına dolamıştı kendi parmağını. Onu oradan kesip atmadığı sürece bir tırnak gibi etinde hayatını sürdürecekti. Fincanın dibinde kalan kahvesini şöyle bir etrafında döndürdü. Telveler de adamın gözlerinin önüne harf harf dökülüyordu. İki misket oluyordu o harfler bir araya gelince. Su yeşili dakikalar önce kalemi eline almamış gibi onun parmaklarını karıncalandıran bir renge dönüşüyordu. Nane şekeri tadıyordu. Dilinin altında ferahlık, ağzının etrafında ovalarca ferahlık. Eli gömleğinin yaka cebini bulunca kâğıda tutunacağını zanneden parmakları durakladılar. Kaykılarak oturduğu sandalyede dikleşiverdi. Kâğıt yoktu. İçinde bir hazine kadar değerli kelimeler barındıran kâğıt güvercin olup su yeşili yatağını bulmuştu.

editor-pick
Dreame-Editörün seçtikleri

bc

Askerin Yaralı Gelini

read
26.3K
bc

İNFAZ

read
4.8K
bc

KIZIL ŞEYTAN (BERDEL) TAMAMLANDI

read
14.2K
bc

Askerin Gelincik Çiçeği

read
33.0K
bc

Sessiz Çığlık

read
9.9K
bc

KARŞI KOMŞUM Bİ ROMEO

read
7.3K
bc

YIKIK MESKEN

read
3.3K

Uygulamayı indirmek için tara

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook