Ah Aykut, ah! Şiirde dediği gibi sahiden de sevmek için çok mu geçti yoksa? Bir heves, Aykut’un rüzgarına kapılıp, sonunda üzülmek istemiyordum ama karşı da koyamıyordum. Akıntıya karşı kürek çekmek gibi komik ve anlamsız bir çabaydı benimki. Ne yaparsam yapayım, eni sonu Aykut’un istediği gibi olacaktı, bu belliydi. Aykut’un beni kollarına aldığı, dudaklarımı dudaklarıyla beraber usul usul gezintiye çıkardığı o anların bitmesini hiç istemedim. Öyle güzel öpüyordu ki beni, sanki bir emaneti saklar gibiydi... Tenime değil, ruhuma bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Kalbimde garip bir kış akşamı, aile sıcaklığı, huzuru, güveni canlanıyordu... Aykut’un hiçbir temasını yabancılamıyordum. Her şeyiyle bana tamamlanmış hissettiriyordu.
“Yapma!” dedim cılız bir sesle, ellerimle omuzlarından beceriksiz bir şekilde onu iterken.
Güç uygulamamıştım ama hamlem onu durdurmaya yetmişti. Benden uzaklaşmadan, sadece dudaklarını geri çekti. Sanki ellerinde kırılacak bir eşyaymışım gibi, sanki biraz sıkı sarsa canı çıkacak bir kuşmuşum gibi davranıyordu. Böyle yapması bile bana hiç kimsenin yanında hissetmediğim bir huzuru, güveni hissettiriyordu.
“Tamam...” dedi... “Tamam.... Sen istemediğin sürece yapmam...”
Elleri hâlâ belimi sarıyordu, yüzü yüzüme çok yakındı. Beni sanki kırılacak çok değerli bir mücevhermişim gibi sarıyordu. Sanki beni ellerinden düşürse, dünyada hayat duracaktı. Hani tipide donmak üzereyken tatlı bir uyku bastırır ya, Aykut’un kollarında olmak tam da bu hisse eş değerdi. Karşı gelmem gerekiyodu ama gelemiyordum. Son bir gayret, kalan son mantık kırıntılarımı da toplayıp sağ elimin hizasındaki kapı kolunu oynatmaya yeltendim ama Aykut bileğimden tutarak beni durdurdu. Çenesini omzuma dayadı.
“Biraz daha dur, lütfen...” dedi sarılırken.
Yıllardır bu anı mı bekliyordu, yaşadığı duygusal boşluktan mıydı yoksa kendisine gösterdiğim yakınlıktan dolayı mı böyle yapıyordu, anlamıyordum. Tek bildiğim, benim de ona aynı şekilde karşılık vermek istememdi. O yüzden kendimle daha fazla mücadele etmedim ve yenilgiyi kabul edip, kollarımı Aykut’un boynuna sıkı sıkıya sardım. Benim de ona sarılmam onu rahatlatmış olacak ki, derinden bir iç çekti. Bir elimle saçlarındaki tutamlarla oynuyordum, diğer elimle sırtını okşuyordum ama o, sadece sıkıca sarıyordu beni. Sanki bana tutunuyormuş gibiydi.
“Teşekkür ederim.” diye fısıldadı.
“Bu anı ömrüm boyunca unutmayacağım.”
Ben de unutmayacaktım.
‘’Aykut, gitmem lazım.’’
‘’Biraz daha kal.’’
‘’Bizimkiler bu saatte evde olmadığımı anlarlarsa zor durumda kalırım.’’
Evet, 24 yaşında, üniversite mezunu, müdür kadındım ama aileme bu saatte dışarıda olmamı açıklayamazdım. Aykut’un yaptığı
çok büyük cesaretti, ben aile evinin konforundan ayrılmayı göze alamazdım. Tabii karşılığında bazı bedeller ödeniyordu, özlük haklarıma saldırı veya mental sağlığımın yurdu terk edişi gibi…
‘’Peki, tamam. Seni bırakayım.’’
‘’Hiç gerek yok Aykut, ben kendim giderim.’’
‘’Bu saatte tek başına çıkma, ben bırakırım.’’
‘’Camdan bakarsın. Yemekler daha da soğumadan karnını doyur sen.’’
‘’Her şey için teşekkür ederim Gökçe. Yaptığın her şey için.’’
‘’Lafı edilecek şeyler değil bunlar. Görüşürüz, kendine iyi bak.’’
Çıkmadan önce yanaklarından öpmek istedim ama kendimi Aykut’un dudaklarında buldum. Nasıl olduğunu ben de anlamadım. Bu
sefer Aykut değil, ben öpüyordum. Ellerimi yüzüne koydum, kokusunu derin derin içime çektim. Beni kucağına alıp yatak odasına gitti. Yatağa oturduğu anda kendimi elektrik çarpmış gibi geri çektim.
‘’Oturacak tek rahat yer burası. Sandalyede rahat edemezsin. Bir kere öptün diye senden fazlasını talep etmeyeceğim.’’
Söyledikleriyle gülümsedim. Kucağına iyice yayılıp, başımı omzuna yasladım. Bir süre öylece durduk. Her şey iyi, hoş, güzeldi ama beynime akın eden düşüncelerden kaçamıyordum. Aykut’un rüzgarı ve sürekli taarruz eden düşüncelerim arasında sıkışıp, kalmıştım. Birine inanıp mutlu olmak, diğerine inanıp kendimi korumak istiyordum ama bu iki yamaç arasında bir denge oturtup, köprü kuramıyordum.
‘’Sıcak oldu.’’ dedim üstümdeki Aykut’un montu çıkarırken.
‘’Sayende…’’ dedi ve bir elimi tutup avuç içimi derin bir nefes alarak öptü.
‘’Aykut, şu anda yaşadıklarımızı ben gidince unutalım.’’
Aykut sinirlenip beni kucağından indirdi ve ayağa kalktı.
‘’Kızacak ne söyledim ki ben şimdi sana? Bir an, zaafıma kapıldım, kendime engel olamadım Aykut ama kafanın karışmasını, bu yakınlığı yanlış anlamanı istemiyorum.’’
‘’Gökçe, sus. Kalbini kırmak istemiyorum.’’
‘’Kötü bir şey demedim ki.’’
‘’İyi bir şey mi bu söylediğin Gökçe? Yıllardır aklımın hep bir köşesinde acaba Gökçe’yle bir yola çıksaydım nasıl olurdu sorusuyla yaşıyorum. Yıllar sonra bu soruya bir cevap bulmak için şansımın doğduğunu düşünüyorum. Kendince beni anlamadan, dinlemeden kapris yapıyorsun, amenna. Buna da saygı duyuyorum, bunu da anlıyorum Gökçe. Zamanla kendimi daha doğru ifade ederim, o da anlar duygularımda ne kadar samimi olduğumu, bize, biz olmamız için bir şans verir diye sabırla bekliyorum. Sana kendimi anlatmanın yollarını arıyorum. Ama gelip, beni öpüp, kucağıma oturup, sonra unutalım diyemezsin. Ben senin oyuncağın değilim.’’
Ne cevap vereceğimi bilemedim ama sessiz de kalmak istemiyordum.
‘’Ben seni öpmedim, sen beni öptün.’’ dedim.
‘’Sen de beni öptün Gökçe. Ayrıca biz bunu neden tartışıyoruz? Sen beni neden anlamıyorsun?’’
‘’Sen beni anlamıyorsun asıl.’’
‘’Anlat da anlayayım. İstemiyorsan söyle açık açık istemediğini. Ben de seni daha rahatsız etmem.’’
‘’İsteyip istememekle alakası yok ki.’’
‘’Neyle ilgisi var peki? Bir insanı öpüp, koklayıp, ona ümit verip sonra yok saymak istemenin neyle ilgisi var?’’
‘’Birden gelip, hazıra konmanı istemiyorum, anladın mı? Bunca yıl neredeydin, ne yaptın, hiçbir şey bilmiyorum. Durduk yere karşıma çıkıp, benimle bir ilişkiye başlamak istiyorsun. Bu ilişkiden kastın ne, beklentin ne, onu bile bilmiyorum.’’
‘’Kızım ilişki ya, bildiğin ilişki. Dümdüz… Hani iki kişi birbirini sever, birbirine hep destek olur, işler yolunda giderse
beraberlikleri ömürlük olur hani… Bildiğin ilişki işte.’’
‘’Ben ilişki filan bilmiyorum.’’
‘’Söylemene gerek yok, yabaniliğinden anlaşılıyor.’’
Sinirden, az önce üstümden çıkardığım montu, suratına fırlattım. Bir deparla kapıya doğru gittim ama tam çıkacakken beni bileğimden tuttu.
‘’Nereye?’’
‘’Vahşi doğama gidiyorum. Uzak dur, kuduz kaparsın benden maazallah.’’
‘’Şunu giy, ellerin yine soğuktan morarmasın. Isınırken çok acırlar. Ellerini de ceplerine koy.’’
Bu durumda bile beni düşünüyordu.
‘’Gerek yok, istemiyorum.’’
‘’Gökçe, giyiyor musun, giymiyor musun?’’
‘’Giymiyorum.’’
‘’İyi madem.’’ dedi ve ani bir hareketle kapının üstündeki anahtarı çevirip, kapıyı kilitledi. Aldığı anahtarla bana arkasını
döndüğünde, onu yakalamaya çalıştım ama benim saldırmamla, anahtarı ağzına koydu. Anahtarı çıkarsın diye burnunu sıktım.
Mecburen, nefes almak için ağzını açtı. Anahtar ağzından çıktı ama biraz salyası da çıktı. Benim bu konularda titiz ve tikli olduğumu biliyordu. O anahtar bana Narnia’nın kapısını açsa, elimi süremezdim artık.
‘’Al… Al hadi…’’ dedi bana meydan okuyan bir yüz ifadesiyle.
Gıcıktı bu çocuk, çok gıcıktı hem de…
‘’Alırım, ne var?’’ dedim başım dik bir şekilde, şımarık bir kız çocuğu gibi.
‘’Al da görelim. Al, bekliyorum.’’
Bir hışımla gözümü karartıp yere eğildim ve elimi uzattım. Ama sadece eğilip, anahtara uzanabildim, daha öteye gidemedim. Elim, üstündeki salyadan dolayı parlak duran anahtara her uzandığında midem daha da çok bulanıyordu, elimde değildi.
Yüzüm nasıl bir hal aldıysa artık, Aykut beni birden kucaklayıp, pencerenin önüne taşıdı ve camı açarak nefes almamı istedi.
‘’Derin derin nefes al, sana su getiriyorum.’’
Bir bardak suyla ve naneli şekerle geldi. Naneli şekeri çok sevdiğimi ve böyle anlarda da en çok naneli şeker üstüne su içtiğimi bunca yıla rağmen unutmamıştı. Annem bile pek dikkat etmezdi benim böyle huylarıma ama Aykut unutmamıştı.
‘’Sen bunu iç. Ben anahtarı dezenfekte edip, geliyorum. Allah muhafaza veba filan bulaşır şimdi.’’
Elimin tersiyle karnına vurdum.
‘’Ne vuruyorsun kızım?’’ diye yalandan itiraz etti.
Biraz hava almak iyi gelmişti. Camdan, sokaktaki kedileri izlediğim sırada Aykut’un kolları arkadan belime dolandı ve göğsü sırtıma dayandı. Çenesini omzuma yasladı.
‘’Biraz daha iyi misin böcük?’’ diye sordu.
Karnımda birleştirdiği eline bir şaplak attım. Bunu yapmama güldü.
‘’Montu giy de, gidelim hadi.’’
‘’Senin gelmene gerek yok.’’
‘’Olmaz, seni tek başına bırakamam sokağa. Çalarlarsa sonra ne yaparım? İnsanları senden nasıl kurtarırım?’’
‘’Ya pislik misin sen?’’
Pis pis gülüyordu bir de.
Montu giyip, çıktım evden. Aykut da peşimden geldi tabii. Apartmandan girince, montunu çıkarıp, uzattım.
‘’Artık ihtiyacım olmayacak.’’
‘’Kokun yeterince sindi mi üstüne bari?’’
‘’Aykut böyle konuşup, aklımı karıştırma, lütfen.’’
‘’Aklın değil, kalbinle benim işim.’’
‘’Aykut, yapma…’’
‘’Ne yapmayayım? Hiçbir şey yaptırmıyorsun ki zaten.’’
‘’Hep böyle yapıyorsun.’’
‘’Ne yapıyorum Gökçe?’’
‘’Böyle hep en münasebetsiz zamanda, iki arada bir derede açıyorsun bu konuyu. Beni araya sıkıştırıyor gibisin.’’
‘’Ben sana ömür diyorum, sen bana araya sıkıştırmak diyorsun.’’
‘’İyi o zaman, şöyle söyleyeyim; bir ömür böyle geçmez Aykut.’’
‘’Yettiği kadar yaşarız biz de…’’
‘’Sana daha fazla kapı arasında laf yetiştiremeyeceğim. Dikkat et kendine hadi. Görüşürüz....’’
‘’Görüşürüz güzelim.’’
Sözle veda etmiştik ama gidemiyorduk. Birbirimizin gözlerine baka baka durduk öylece. Ta ki Aykut’un telefonu çalana kadar.
Yurtdışından, benim yüzümden tamamen unuttuğu müşterisi arayınca, mecburen beni bırakıp gitmek zorunda kaldı. Gitmeden son bir kez yanağıma bir öpücük bıraktı.
Onun yanındayken benim içimdeki bahçelerde hep kelebekler kanat çırpıyordu ama ben bir gün o kelebeklerin ezilmesinden korktuğum için adım atamıyordum.