EYLÜL 2000, İSTANBUL BEŞIKTAŞ LİSESİ
Okula başlayalı neredeyse bir ay olacaktı ve benim tek arkadaşım, hâlâ okulun deniz manzarasıydı. Martılara kantinin tutkal tadındaki simitlerinden parçalar atarken birden yere çakıldım. İki kürek kemiğimin arasına basketbol topu çarpmış ve 39 kilo olan ben, buna direnç gösteremeyip fiskos üstündeki biblo gibi yere çakılmıştım.
"Gökçe! Gökçe iyi misin? Kusura bakma lütfen. Oha! Kızım burnun kanıyor. Gel, bedencinin yanına gidelim. Odasında ecza deposu vardı, sana pansuman yapsın. Gökçe, beni duyuyor musun?"
Senin o erkeksi, tok sesini nasıl duymayayım Aykut? Aykut da Aykut değil, Yılan Hikayesi'ndeki Memoli'ydi maşallah. Uzun boyu, geniş omuzları, yeşil gözleri... Saçlarını bile Memoli gibi yapıyordu. İçim bir titriyordu hani kendisine bakarken. Beni kaldıramayacağını anlayınca kucakladı bu sefer de... Pileli okul eteğimden altım göründüğü için okulun abazaları hemen ıslık çalmaya başlamışlardı. Efe ve Turan da biz okula girerken salak salak düğün marşı mırıldanıyorlardı. Nöbetçi öğretmen bütün bu gürültüyü keşfedip geldi.
"Oğlum siz ne yapıyorsunuz Allah aşkına? Düğün salonu mu burası?"
"Hocam, Gökçe'ye basket topu çarptı ve yere düşürdü. Burnu kanıyor ve kendisi kalkamadı. Beden hocasına götürüyorum, pansuman için."
"Basket sahası dışında oynarsanız böyle olur. Gökçe, sen de in Aykut'un kucağından. Abartmayın, bir şey yok."
Aykut beni indirmişti ama kendi kendime ayakta duramayacağımı bildiği için boyum kadar olan koluyla destek de vermişti. Balım benim...
Okul müdürü ev telefonundan annemi arayıp çağırdı, çünkü iyi değildim. Annem gelip beni devlet hastanesine acile götürdü. Röntgen çekildi, ilaç ve krem verildi... Sonra iki günlük rapor yazdılar. Akşamları ev telefonumuzdan Aykut arayıp duruyordu. Ödevleri verip, benim nasıl olduğumu da öğreniyordu. Raporum bittikten sonra, eksik notlarımı tamamlamam için okul çıkışı beni kütüphanede çalıştırmaya başladı. Sonrasında alışkanlık oldu ve yıl sonuna kadar birlikte ders çalıştık.
HAZİRAN 2001
Karne günü Aykut beni, okulda en sevdiğim yer olan sahile getirdi.
"Niye buraya geldik Aykut? Melisa bir şey anlatıyordu."
"Gökçe seninle bir şey konuşmam lazım." dedi ama beni getirirken sahip olduğu özgüveni yoktu.
"Ne oldu Aykut? Bir sorun mu var?"
"Gökçe, biz beraber okuyoruz, biliyorsun."
"Eee? Ne var bunda?"
"Şimdi ben seninle hep ders çalıştım ya... Bütün sene yani..."
"Evet Aykut? Önümüzdeki sene çalışmak istemiyor musun?"
"Hayır... Yani evet... Yani... Lafımı kesme be kızım... Dinle beni."
"Dinliyorum canım."
"Gökçe, ben senden çok hoşlanıyorum." deyiverdi bir çırpıda."
"Aykut?"
"Biz bu yaz Söke'ye, anneannemlerin yanına gidiyoruz. Cavabını tatilden dönünce, okullar açılınca verir misin?"
Şimdi bakınca bu konuşmalar çok komik geliyor ama on beş yaşındaki halimiz için çok romantikti.
"Bana Söke'den mektup yollar mısın Aykut?"
"Anneannemler telefon bağlattı. Ararım bile... Babamın cep telefonundan da ararım ama çok kontör gidiyor diye izin vermez.
Kontör çok pahalıymış."
"Evet, çok pahalı. Benim annem de öyle diyor. Ev telefonu da çok yazıyor ama kontör daha pahalıymış."
"Olsun... Olmadı ankesörlü telefondan da ararım seni."
"Olur, ben de ararım."
"Siz bu yaz bir yere gitmeyecek misiniz?"
"Bilmiyorum. Belki Almanya'dan teyzem gelirse, Antalya'daki yazlığına gideriz. Ben sana haber veririm."
"Tamam... Ben anneannemin numarasını vereyim o zaman sana..."
Ay anılar.... Anılar... Gözümde canlandılar... Ne kadar ezik bir ergen aşkı yaşamışız o yıllarda... Şimdiki nesil çok akıllı.
O yaz Aykut'la birbirimizi tabii ki aramadık. Ben mahalle arasında, sokaklarda voleybol oynayıp, durdum, Aykut Söke'den İzmir'e denize gidip durdu... Akşam olunca da ben mahalledeki kızlarla çekirdek, kola, dondurma yapıp dedikodu yaptım ve birbirimizi unuttuk...
Yaz bitti, okullar açıldı biz Aykut'la karşılaştığımızda üç ay önceki konuşmamız yüzünden mahçup olup, birbirimize çok uzak durmuştuk. Üç ay önce romantik olduğunu zannettiğimiz halimiz, dalga geçilecek bir şey gibi gelmişti. Yıllar yılları kovaladı ve biz lise sonda, yine birbirimizden hoşlanmaya başladık. Bunda aynı dersaneye yazılmış olmamızın etkisi de büyüktü tabii. Okuldan dersaneye birlikte gidip geliyorduk ve bu da bizi yakınlaştırıyordu.
Lise bitti, ÖSS'ye girdik, ben İTÜ'yü, Aykut da 9 Eylül'ü kazandı. İki sene sonra yani ben üniveriste ikinci sınıftayken kameralı cep telefonları çıkmaya başlamıştı. Babam da bana o yıl doğum günüm için kameralı bir cep telefonu hediye etti. Ben üniversite dördüncü sınıftayken MSN kullanmaya başladım ve hâlâ liseden görüştüğüm arkadaşlarımla birbirimizi eklerken Aykut'la da denk geldik.
O İzmir'de, ben İstanbul'da önce MSN sonra da cep telefonu üzerinden mesajlaşıp, webcam aracılığıyla da görüntülü konuşuyorduk. Yavaş yavaş aramızda yine bir kıvılcım başladı. Sonra f*******: kullanmaya başladık. Orada iletişim kurduğumuz insanları gördükçe, ıkimiz de hayatımızda başkaları var zannettik. Sanırım ilişkimizle ilgili ilk yanlış anlama burada başladı.
Okullarımızdan mezun olduk, ben bir otomobil şirketine müdür olarak girdim. Sabahları Kartal'dan Gebze'ye gidiyordum. Haftasonları da kızlarla toplanıp İstanbul'un tadını çıkarıyorduk. Böyle böyle 2010 yılına geldik. Bir gün Aykut'un İstanbul Boğazı'nı paylaştığını ve "Hoşgeldim" yazdığını gördüm. Ellerim benden bağımsız hareket etti ve "Hoşgeldin" diye yorum yazdım.
Yorumlardan, mesajlara geçtik. Telefon numaralarımız aynıydı. Yeniden mesajlaşmaya başladık ve o haftasonu buluştuk. Aykut beni önce dönemin modası olan AVM'ye, hamburgerciye götürdü. Oradan sinemaya gittik. AV Mevsimi'ni izlemiştik. Onca yıl geçmişti ama biz tıpkı on yıl önceki gibiydik. Hiç değişmemişiz, hiç ayrılmamışız gibi... Film zevklerimiz bile aynıydı.
Aykut o akşam beni evime kadar bıraktı. Ailemle yaşadığım için içeri davet edememiştim.
"Her şey için teşekkür ederim. Çok güzel bir gündü benim için."
"Ben de teşekkür ederim. Bunca yıl sonra seni yeniden görmek çok güzeldi."
"Bir ara bütün okul görüşelim."
"Olur, f*******:'ta grup açalım. Herkesi toplayıp konuşuruz."
"Güzel fikir. Organizasyon sende o zaman."
"Tamam..."
"Iııı... Gökçe!"
"Efendim?"
"Hani sana on sene önce karne günü bir şey söylemiştim, hatırladın mı?"
Kahkaha attım duyduğum şeyle.
"Hatırlamamayı tercih ederdim. 2000'lerde ergenlik çok zavallı bir şeymiş."
"Peki 2010'larda bir yetişkin olarak, o konuşmayı günümüze uyarlasak, olur mu?"
"Aman Tanrı'm! Körür közün körmez teg
Bilir biligim bilmez teg boldu!"
"Efendim?"
"Orhun Kitabeleri'nden. Görür gözüm görmez, bilen dimağım bilmez oldu...."
"Anlıyorum... Alper Tunga öldi mu? Ne diyeceğimi şaşırdım. Liseye gidelim dediysek, o kadar da lise dememiştim aslında..."
"Yani Aykut Bey, diyorum ki, sil baştan mı başlasak? Artık yetişkin iki insanız ya hani burada. Bence daha kararlı adımlar
atabiliriz."
"Öyle mi diyorsunuz Gökçe Hanım?"
"Aynen öyle diyorum Aykut Bey..."
Aniden gözlerim karardı, kalbim tekledi, yer ayaklarımın altından kaydı... Bana neler oluyordu böyle? Nasıl yani? Bir dakika... Dudaklarımda... Aykut! Aykut beni öpüyordu ve benim bunu idrak etmem neredeyse yarım dakikamı almıştı. Beni kollarımdan tutmuş, öpüyordu. Sonra duraklarını geri çektiğinde, burnunu burnuma sürtüp dudaklarını alnımla buluşturdu. Aldığım titrek nefesimle beraber kokusu genzimi doldururken, gözlerimi yumdum. Kolları arasında titrediğimi hissetmiş olacak ki beni iyice sarıp, göğsüne bastırdı. Dudaklarını bu defa da saçlarıma bastırıp, gülümsememe neden olan o sözleri fısıldadı...
"Atmayı on yıldır beklediğim sağlam bir adım..."