bc

KALBİMDEKİ DÜŞMAN

book_age18+
938
FOLLOW
9.9K
READ
spy/agent
one-night stand
HE
bxg
brilliant
medieval
musclebear
like
intro-logo
Blurb

Aşk bir savaştı... Kalbi kin dolu bir kadın, ölümü göze alacak kadar intikam hırsı ile doluydu. Bazı insanlar nefes almayı hak etmiyorlardı. Onlar yaşarsa çok daha fazla masum insan ölecekti.

Olivia Peterson sıradan bir İngiliz değildi. Davetlerde eş arayan bir asil hiç değildi. Çocuk doğurmak için bir erkeğin kölesi olamazdı. O tek bir adamı istiyordu. Onunla yaşamayı değil, gerekirse ölmeyi göze alacak kadar istiyordu. Nefes almasının, lanet olasıca hayatının tek sebebi o adamdı! Bir gün ona kavuşacaktı. Dünya ikisi için küçüktü. Çok küçük...

McGrey! O adamın canını istiyordu. Bedeninden kanının çekildiğini, son nefesini acı çekerek verdiğini görmeyi her şeyden çok istiyordu. Onu öldürmek için elbet fırsatı olacaktı!

Kadınlar her zaman aynıydı. Bir kadınla yatağını ve zevklerini pek ala paylaşırdı. Onlar olmadan olmazdı. Ancak kalbini kimseye vermeye niyeti yoktu. O İskoçya'nın en azılı katili, en çok korkulan klan lideriydi. İngiliz köylerini yağmalarken, arkasında yaşayan tek bir canlı bırakmazdı. Kadınlar ve çocuklar dışında... Merhamet korkakların arkasına sığındığı en saçma duyguydu.

Kalesine aldığı Hintli kölenin kendisine nasıl bir bela olduğunu tahmin etmemişti. Güzelliği, zekası ve cesareti ile bu kız aklını başından almaya niyetliydi. Kadınlar yatağına girmek için can atarken, bu kız kaçıyordu. Üstelik küstahtı.

Kızın canını almaya gelen Azrail olduğunu bilmiyordu. Olivia Peterson, sinsi bir yılandan daha tehlikeli çok daha zehirliydi. Gizlendiği maskenin altında, asla baş edemeyeceği bir savaşçı vardı.

İkisi de bu kirli oyunun nasıl son bulacağını asla bilmiyordu.

chap-preview
Free preview
1. BÖLÜM
1598 İskoçya-İngiltere sınırı... Canlarını kurtarmak için köyün içinde çaresiz koşan halk, beklenmedik bu baskınla tam manası ile gafil avlandılar. Etraflarını saran acımasız İskoç askerleri, önlerine kim gelirse kılıçları ile kafalarını bedenlerinden ayırırlarken, liderleri olduğu anlaşılan adamın kulakları tırmalayan sesi ile daha çok güç aldılar. “Kimseye acımak yok!” diye bağırıyordu McGray. Yüzünde ve sesinde sadece nefret vardı. “Erkek, kadın, çocuk! İngiliz kanı taşıyan kim varsa öldürün! Bu soysuzları yeryüzünden sileceğiz!” İskoç askerleri aldıkları emirle, kimseye acımadan Azrail gibi can almaya devam ettiler. Kadınların çaresiz çığlıkları, çocukların masum ağlamaları ortalığı inletirken, Lortlarından gelecek yardımı bekliyorlardı. Zavallı kadınların, kocaları gözlerinin önünde teker teker ölürken, atının üzerinde onları izleyen adam, yanındaki atta oturan on iki yaşındaki oğluna doğru baktı. Küçük çocuk korku ile titreyip, babasından gözlerini kaçırdı. Bu kadar kanı ve acıyı ilk defa görmüştü. Çaresiz tuttuğu gözyaşlarını saklarken, babası ona doğru yaklaşıp, küçük çenesini elinin içine sıkıştırarak, başını yukarı doğru kaldırdı. “Lanet olsun!” diye bağırdı orta yaşlı adam. Bu kez oğluna çok kızdı. Bir gün ölünce yerine geçecek olan varisi bu kadar korkak ve aciz olamazdı. “Andreas seni geri zekâlı! Aç gözlerini de savaşmak nasıl olurmuş öğren! Karşımda bir kız gibi titreme!” dedi öfkeyle. Ve bakışları öyle sertti ki, küçük çocuk babasının öfkesinden korkup, önünde bir İskoç askeri tarafından kafası kesilen adama doğru gözlerini kaydırdı. Ve ardından bir başkasına... Midesinin bulandığını hissetse de, kesinlikle kusmayacaktı. Babasına cesur olduğunu kanıtlaması gerekiyordu. Bakışları biraz ileride, birkaç asker tarafından tecavüze uğrayan kadına takılınca, başını diğer tarafa çevirdi. Çocuk aklı ile ne yaptıklarını tam olarak anlamadı fakat bir başka tarafta kendisi yaşında acımasızca kılıçtan geçirilen çocukları görünce, kalbinin sızladığını hissetti. Babası neden bu kadar acımasızdı ki? Çocukları öldürmek zorunda mıydı? Bir gün, klanın lideri olursa şayet, asla böyle bir şey yapmayacağına yemin etti. Çünkü ağlayan annelerin sesi beyninin içinde dönüp duruyordu. Babası memnun bir yüz ifadesi ve gülümseme ile elini oğlunun çenesinden çekip, zayıf omzunun üzerine koydu. Andreas'ı bilerek buraya getirmişti. Şerefsiz İngilizlerin kendi halkına yaptığı şeylerin aynısını yaparak, izlemesini istedi. Tek oğlu, klanının gelecekteki lideri savaşın ne olduğunu öğrenmeli ve cesur olmalıydı. “Aferin.” dedi oğluna dudaklarının arasından. “Gözüme girmeye başladın evlat. Bana cesaretini kanıtlamanı istiyorum. Eline bir kılıç vereceğim ve bir adamın başını bedeninden ayırdığını zevkle izleyeceğim." Andreas duyduğu şeyle irkildi. Babasının istediği şeyi asla ama asla yapamazdı. Daha kılıç tutmayı başaramıyordu. Kaldı ki tutsa bile bir insanı öldürmek... Tanrım! Bu çok zordu. “Baba ben...” diye cevap verdi çocuk ürkek bir sesle. “ Şey... Dediğin şeyi yapamam...” "Ne demek yapamam?” diye bağırdı adam. Sesi öylesine tok ve sertti ki, yanında duran birkaç askeri bile korku ile titretti. “Dediğimi yapacaksın Andreas, yoksa seni bana karşı geldiğin için pişman ederim!” Ardından karşısında dikilen askere doğru dönüp, “Bana bir köylü getir aptal!” diye emir verdi. Asker beyinin emrini yerine getirmek için koşarken, ilk gördüğü yaşlı adamı kolundan zorla çekip onlara doğru sürüklemeye başladı. Zavallı adam öyle korkmuş ve çaresizdi ki, askere karşı bile gelemeden peşi sıra yürüdü. Andreas, askerin yanındaki adamı görünce bir an oradan kaçıp gitmek istedi. Bu yaşadığı şey kesinlikle bir kâbustu. Babası içten bir kahkaha atıp, oğluna dönerek elindeki kılıcı ona doğru uzattı. “Al şunu Andreas!” diye emir verdi buz gibi bir sesle. “Al ve bana cesaretini göster!” Sonra askere doğru bakıp "Adamı sıkıca tut. Eğer hedefi şaşırırsa, onun yerine sen ölürsün.” dedi. Andreas babasının kendisine uzattığı kılıca sadece bakmakla yetinirken, yüzüne yediği sert bir tokatla irkildi. Nerede ise atından yere düşecek kadar sarsıldı ve minik elleri ile eğere sıkıca tutundu. “Ne bakıyorsun! Al şu kılıcı! Yoksa bir tokat daha mı yemek istiyorsun? İnan bu kez canını daha çok yakarım!” Andreas yüzünde yanan ateşin ve acının etkisi ile ona uzatılan kılıcı sol eline aldı. Gözleri kılıcın üzerinde gezinirken, yaşlı adama bakmaktan çok korktu. Yaşlı adamın canını mı alacaktı? Bu işten kurtulmanın bir yolu olmalıydı? Çünkü babasının emrini yerine getirmeyi kesinlikle istemiyordu. Ama biliyordu ki yoktu. Asker adamın arkasına geçti ve kollarını belinde birbirine kenetleyip sıkıca tutarken çok ilginçti ki, yaşlı adam sesini bile çıkarmadı. Hatta yüzünde korktuğuna dair en ufak bir belirti yoktu. Aksine kendisini öldürmesi istenen çocuğa şefkatle bakıyordu. “Ne bekliyorsun Andreas!” diye bağırdı babası. Oğluna karşı artık sabrı kalmamıştı. “Öldür şu İngilizi çabuk!” Andreas çekingen bakışlarını kendisini izleyen adama doğru yöneltirken, çenesi titriyor, eli kılıcı tutmakta fazlasıyla zorlanıyordu. İçinde bulunduğu durum gerçekten berbattı. Babası gibi acımasız bir adama asla karşı gelemezdi. Buna yapmaya ne yaşı, ne de cesareti yeterdi. Birden aklına annesi leydi Lisa'nın sözleri geldi. “Andre... Baban gibi bir adam olmak istiyorsan, o ne derse yap olur mu? Çünkü bir gün klanın lideri sen olacaksın. İnsanların sana güvenmesi gerek. Halkını korumak için başka insanları öldürmek zorundasın. Yoksa sen ölürsün.” Andreas gözlerine hücum eden yaşlara aldırmadan, atını yaşlı adama daha çok yaklaştırdı ve kılıcı titreyen eli ile ona doğru salladı. Kılıcın keskin ucu adamın boynunu ince bir şerit halinde çizerken, çocuk ona bakmamak için sıkıca gözlerini yumdu. Başını gövdesinden ayıramadı ama ölümcül bir hamle yapmayı başardı. Yaşlı adam iki eliyle boynunu tutup, dizlerinin üzerine çökerken, duyduğu acıdan kasılsa da inleyip bağırmadı. Ama onu uzaktan izleyen bir çift göz, sel misali akan gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Küçük kız gizlendiği kalın gövdeli ağacın arkasından olanları izliyordu. Bağırmamak için iki elini ağzına kapatmış, tir tir titrerken, daha biraz önce kalenin dışına dolaşmaya çıktığı çok sevdiği büyükbabasının kanlar içinde yere yığılışını görünce ağlamaya başladı. On yaşındaki bir çocuğun kaldıramayacağı bir andı bu. Daha önce savaş ve ölüm görmemişti. Babası çok güçlü bir adamdı ve bu güne kadar hiç kimseye yenilmemişti. Olivia köyü basan askerlere dikkatlice bakarken, giydikleri renkli etekleri fark etti. Etek giyen erkekler! Bunlar İngiliz olamazdı. Yanılmıyorsa şayet, bu adamlar yıllardır düşman oldukları İskoçlardı. Bunu nereden mi biliyordu? Kaledeki hizmetçilerin onlardan defalarca bahsettiğini duymuştu. Hem de korkuyla. Küçük kız büyükbabasının yere yığılışını izlerken, ona doğru koşmak için tam adım atacaktı ki, arkasından bir elin onu sıkıca tuttuğunu fark etti. Başını usulca çevirince amcası Gustov ile karşılaştı. Genç adamın yüzündeki ifade endişeli ve üzgün olduğunu belli ederken, “Olivia sakın sesini çıkarma...” dedi kısık bir sesle ve kızı kendine çekip, kollarının arasına aldı. “Eğer bizi görürlerse öldürmekten çekinmezler tatlım...” “Babam nerede amca?” diye cevap verdi Olivia sessizce. “Büyükbabamı neden kurtarmıyor?” Lort Gustov yeğeninin sorusuna ne cevap vereceğini bilemedi. Gözleri önce yerde yatan babasına kaydı. Onu İskoç askerlerinin elinden canı pahasına almayı çok istiyordu ama abisi, Olivia'yı bulması için emir vermişti. Gerçi babası için artık yapacak bir şey yoktu. O yüzden küçük kızı sağlam salim buradan çıkarmalıydı. İkisi birlikte koca ağacın arkasına gizlenip, olan biteni izlemeye başladılar. Andreas atının üzerinde oturmuş, can çekişen adamı iyice ıslanmış gözleri ile izlerken, babası gayet neşeli bir kahkaha attı. Yaşlı adama yaptığı şeyle, Andreas sonunda tam bir erkek olduğunu kanıtlamıştı. O sırada biraz ileride bulunan kalenin kapısından, atlı birkaç askerin naralar atarak onlara doğru geldiğini fark etti. En önde ilerleyen atlı, Lord Peterson'dan başkası olamazdı. Adamın öfkesi ve kini ortalığı inletirken, Lort McGray oğlunun elinde bulunan kılıcı alıp, saldırı konumuna geçti. Sonunda bu adamın canını almak için istediği fırsatı yakalamıştı. İki adam kalplerindeki hınçla hiç beklemeden birbirlerine saldırdılar. Lort Peterson yerde yatan babasını görünce adeta deliye döndü. Kalesini basan İskoçları kılıcından geçirmek, paramparça etmek istiyordu. Karşısında onu bekleyen Lord McGray i görünce, kılıcını ona doğru sallayıp ”Kalleş İskoç!” diye bağırdı tüm öfkesi ve sesi ile. “Seni piç kurusu! Ölümün benim elimden olacak! Topraklarıma saldırmaya nasıl cesaret edebilirsin?” McGray gayet rahat hatta neşeli bir tavırla düşmanının öldürücü hamlesine karşılık verirken "Şerefsiz İngiliz!” dedi sert bir sesle. “Kanını toprağına akıtıp, soyunu kurutmaya geldim. Asıl ölecek olan sensin soysuz!” İki adam birbirlerine saldırırlarken, Andreas hızla atından inip, az önce boynunu kestiği yaşlı adamın önünde dizleri üzerine çöktü. Titreyen küçük parmakları ile can çekişen zavallının yüzüne dokunarak ”Çok özür dilerim...” dedi usulca. “Lütfen beni affedin. Size zarar vermeyi asla istemedim. Tüm bu olanlar babamın suçu. Ona karşı gelemedim.” Yaşlı adam nefes almaya çalışarak, küçük çocuğun kara gözlerine doğru bakıp, zor da olsa gülümsedi. “Ben... Seni affettim evlat...” diye cevap verdi titreyen ve acı dolu bir sesle. “Sakın üzülme… Suçlu sen değilsin çocuk. Suçlu... Gerçek suçlu iki ülkeyi yıllarca birbirine düşman eden krallar.” O arada yaşlı adamın eli, çocuğun çenesinde gezindi ve göğsüne doğru inmeye başladı. Çocuğun boynunda asılı duran madalyonu fark etmeden sıyırıp, avucunun içine düşürdü. Andreas son nefesini veren adamı, büyük bir ızdırapla izlerken, aslında hayatının bu andan itibaren değişeceğini hiç bilmiyordu. Çünkü çocuksu masumiyetini yaşlı adamın ellerinin arasına teslim etmişti. Gustov abisinin düşmanı ile mücadelesini izlerken, oraya gitmemek için kendini zor tuttu. Kılıcının sapını avucunun arasında sıkarken, nerede ise elini kanatacaktı. Bir söz vermişti. Tek evladı ve varisi kızı Olivia'yı ne pahasına olursa olsun koruyacaktı. Lanet olsun! Şuan eli kolu resmen bağlıydı. Eğer ortaya çıkarsa sayıca üstün olan İskoçlar, onu ve yeğenini öldürmekten büyük zevk alacaktı. Bu riski asla göze alamadı. Ama bir korkak gibi gizlenmek, canını fena halde sıktı. Lord Peterson, düşmanına ağır hamleler yapsa da, karşısındaki İskoç ona yenilecek gibi durmuyordu. İki adamın amansız mücadelesini nefeslerini tutmuş izleyen askerlerin, keyif aldıkları yüzlerindeki ifadeden ve ürkütücü kahkahalarından belli oluyordu. Lord McGray kılıcını tüm gücü ile Peterson'ın kalbine doğru salladı. Peterson kendini korumak için geriye doğru kayınca, hırçınlaşan atı onu üzerinden ani bir hareketle yere attı. McGray bu fırsattan faydalanıp, atının üzerinden hızla indi ve düşmanını gafil avladı. Peterson daha ayağa kalkamadan bacağına inen kılıç darbesi ile yattığı yerde acı ile inledi. Olivia babasına olanları izlerken, amcasının kolları arasında deli gibi çırpınmaya başladı. Eğer amcası eli ile ağzını kapatmasa, atacağı çığlıkları herkes duyacaktı. Gustov öfkeyle sıktığı dişlerine ve yumruklarına hâkim olmaya çalıştı. Abisini kurtarmanın mümkün olamayacağını biliyordu. Son savaşlarında çok sayıda asker kaybettikleri için, savunmasız kalmışlar, beklenmedik bu saldırı karşısında düşmanlarına karşı koyamamışlardı. McGray alaycı bakışlarını yerde yatan adamın üzerinde gezdirip, etrafında birkaç tur attı. Yüzündeki ifade yaptıkları baskının sonucundan memnun olduğunu belli ediyordu. Nasıl memnun olmasın ki? Peterson kalesinin lordunu dize getirmiş, sonunda bir İngiliz sınır köyünü de yerle bir etmeyi başarmıştı. “Son isteğin ne!” diye bağırdı adam. “Birazdan ölümün soğuk nefesini bedeninde hissedeceksin İngiliz! Ölümünün acı verici olması için elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsin.” Peterson asil ve korkusuz bakışlarını, üzerine karabasan gibi çöken adama dikip “Bir İskoç dölünden asla bir şey istemem!” diye cevap verdi öfke ve nefret dolu bir sesle. “Etek giyen adamlara asla saygım duymam seni korkak!” “Buna etek denmez seni aptal! Kilt denir. İskoç cesaretinin simgesidir. Ama sizin gibi boş kafalı ahmak İngilizler cesaretin ne olduğunu asla bilmezler. İskoçları hafife almanın ne demek olduğunu artık anlayacaksınız! Bu zamana kadar bizleri çok hafife aldınız.” “Çok yanılıyorsun McGray! Siz İngilizler' i hafife aldığınız için pişman olacaksınız! Benim ölümüm sana özgürlük ve başarı getirmeyecek. Bir gün İngiltere, ülkeni başına yıkacak!” McGray oldukça sesli bir kahkaha savurdu. Zavallı düşmanı hala ayaklarına kapanıp, onu öldürmemesi için yalvarmıyordu. Bu kadar gururlu olması ne kadar büyük aptallıktı. Gerçi yalvarsa bile onun canını asla bağışlamayacaktı. Elindeki kılıcı güçlü bir hamle ile sallayıp, yerde yatan adamın göğsünün ortasına sapladı. Lord Peterson aldığı öldürücü darbe ile inlerken, gözünün önüne karısı ve küçük kızı Olivia geldi. Onların sağ kurtulması için dudaklarının arasından tanrıya dua etti. Düşmanı kılıcını bir kez daha bedenine sokup çıkardı. Andreas babasını izlerken, gözlerini kapatıp, başını öne eğdi. Evet, bugün hayatının en zor gününü geçirmiş, savaşın acımasızlığını net bir şekilde görmüştü. Olivia amcasının kolları arasında çırpınmaktan yorgun düşüp, dizlerinin üzerimde toprağa çöktü. Küçük kalbi bu derece de bir acıyı kaldıramadı. Kara gözlerinden damlayan yaşlar elbisesini ıslatırken, hıçkırıkları arasında nerede ise boğulacaktı. Meydanı boşaltan İskoç askerleri kazandıkları zaferle sevinç naraları atıyor, önüne gelen her evi ateşe veriyorlardı. Gustov yeğenini kollarının arasına alıp, ağacın arkasında iyice saklandı. Birkaç mil öteden geçen İskoç askerleri onları fark etmediler. Ancak Andreas, boş gözlerle etrafı izlerken, ağacın arkasında korku dolu gözlerle onlara bakan küçük kızı gördü. Birbirlerine birkaç saniye öylece bakakaldılar. Andreas, babasının onları görmemesi için, başını diğer tarafa çevirdi. Ama kızın kara gözleri sanki beynine kazındı. Bu öfkenin ve acının resmiydi. Başka bir anlamı olamazdı. İskoçlar Peterson topraklarını nihayet terk edince, Gustov ve Olivia meydana doğru koşmaya başladılar. Gustov önce can çekişen abisine yöneldi. Yaralı adamın yanında diz çöktü ve onu kolunun üzerine alıp “Affet beni.” dedi ağlayarak. “Seni koruyamadım… Kahretsin! Olivia'yı bırakıp yanına gelemedim. Sana asla söz vermemeliydim!” Abisi derin bir iç çekip, duyduğu acı ile yüzünü ekşitti. Birkaç saniye sonra kardeşine gülümseyerek “Kızımı ve karımı koru...“ diye cevap verdi zorda olsa dudaklarının arasından. "Onlar sana emanet Gustov... Ne olursa olsun, hayatın pahasına onları koru kardeşim...“ Olivia babasına sarılıp ağlarken, küçük bedeni tir tir titriyordu. “ Baba...” diyebildi sadece. Çünkü konuşmaya gücü yoktu. İskoçlar en sevdiği adamı acımasızca elinden almışlardı. Lort Peterson, son nefesini verirken, tek elini kızının başının üzerine koyup, saçlarını okşadı ve mutlu bir gülümseme ile başını yana doğru devirdi. Mutluydu çünkü kızının yaşadığını görmüştü. Olivia çaresiz şekilde büyükbabasına doğru bakındı. Maalesef ki, yaşlı adam çoktan ölmüştü. Onun yanına gidip, küçük elini adamın elinin üzerine koydu. Ardından sıkılı yumruğunun arasındaki madalyonu fark edince avucunu açıp, üzerindeki işareti ve ismi okudu. Bir çakalın resmi ve bir isim. Andreas McGray... Büyükbabasının canını alan çocuğun ismi. Olivia madalyonu elbisesinin içine sıkıştırıp, gözyaşlarını silmeye çalışırken, tanrıya içten bir yemin etti. Bu ismi ve yaşadığı acı dolu anları asla unutmayacaktı. İskoçlar yaşadığı müddetçe artık onun düşmanıydı! Özellikle de Andreas McGray! Lort Gustov, kalenin kapısından yıkılan ve tanınmaz hale gelen köyü izlerken, sabah yaşananlar gözlerinin önünde canlandı. Düşmanın topraklarını terk ederken çıkardığı yangını söndürmek saatlerini almıştı. Doğrusu köyde işe yarar çok erkek kalmamış, kalanların çoğu da ağır yaralıydı. Siyah kaşlarını çatmış olanlara bir anlam vermeye çalışırken, kocasını kaybeden yengesinin sesi resmen kaleyi inletti. Tek tesellisi, yengesini ve Olivia'yı bu kâbusun ortasından sağ çıkarmak oldu. Köylüler ölülerini meydana toplarken, İskoçlara olan kini, içinde daha çok büyüdü. Yeterli derecede askeri olsa, İskoçya'ya gider, McGray'in kalesini basar, yaptıklarının hesabını sorunca, orayı başına yıkardı. Lanet olsun ki yoktu! Yumruklarını öfke ile sıkıp, yanındaki kapıya birkaç kez üst üste salladı. Çok sert vurmasına rağmen, canı hiç yanmadı çünkü kalbinin acısı bedenindeki acıyı bastıracak kadar güçlüydü. Ölülerin başında dua eden rahibin sesi sinirlerini daha çok gerince kalenin bahçesine girdi. Ne var ki, yengesinin çaresiz çırpınışları daha katlanılmazdı. Abisinin cansız bedeni ince bir sedirin üzerine konulmuş, yengesi ve kızı başucunda ağlamakla meşguldü. Gustov onlara doğru ilerleyip, genç kadının yanında dizleri üzerine çöktü. Vicdanının sesi beyninde yankılanırken, bu zamansız ölümden dolayı sadece kendini suçluyordu. Olivia yanında olmasaydı, canı pahasına da olsa abisini kurtarmak için, İskoç askerlerinin önüne atlar, cesurca savaşırdı. Elini şefkatle yengesinin omzuna koyup “Tüm bunların hesabı sorulacak.” dedi ciddi bir sesle. "Abimin ölümüne sebep olanlar, elbet cezasını bulacak Leydim.“ Leydi Molly ağlamaktan kızarmış gözlerini yanında duran adama çevirip “Kim soracak Gustov!” diye cevap verdi. Kadının acısı ve nefreti sesine yansıdı. “İskoçların gücü karşısında ne yapabiliriz? Kocama bir erkek varis bile veremedim. Onun intikamını alacak bir oğlum bile yok!” Tanrı bir zamanlar o varisi vermiş, ama bir anda geri almıştı. Küçük oğlunun ölümü leydi için ağır olsa da, Olivia’nın doğması yaşadığı acıları biraz olsun unutturmuştu. “Ben varım leydim! Abimin ve babamın intikamını ben alacağım! O adamın yaptıkları asla yanına kalmayacak. Tanrı şahit olsun, söz veriyorum!” “Tek başına mı? Seni de öldürürlerse biz ne yapacağız? Geriye kalan zavallı halkımız ne olacak? Ya Olivia?” “Ölümden korkmuyorum! Savaşarak ölmek benim için bir onur!” “Ama ben korkuyorum Gustov. Sana ihtiyacı olan küçük bir kızım var.” Gustov'un gözleri diğer yanında diz çökmüş ağlayan yeğenine kaydı. Olivia sessizce gözyaşı dökerek babasını izliyordu. “Olivia çok cesur bir kız leydim...” dedi Gustov. “Bir oğlun olmayabilir ama güçlü ve çok zeki bir kızın var. Abim seni ve onu bana emanet etti. Ve bende ikinizi canım pahasına koruyacağım.” “Sen her zaman bizim yanımızda olamayabilirsin.” diye cevap verdi Leydi usulca. “Kendimizi korumayı öğrenmemiz gerek. Bir kez daha bunları yaşamayacağımızın garantisi yok.” Gustov yengesine ister istemez hak verdi. O bir savaşçıydı ve ölümle burun buruna yaşıyordu. “Haklısın Leydim.” dedi genç adam. “İşte bu yüzden bundan sonra Olivia'yı tam bir savaşçı gibi yetiştirmeye karar verdim. Çaresiz bir kadın olarak yaşamasına izin vermeyeceğim. Ona öyle üstün yetenekler kazandıracağım ki, bir erkeği bile yenecek kadar cesur olacak. Ok atmayı, kılıç kullanmayı, gerekirse dövüşmeyi öğrenecek!” Olivia kendisinden bahseden amcasına doğru bakıp çocuksu bir ciddiyetle “Ve onu öldüreceğim.” dedi. Gustov küçük kızın elini tutup, merakla yüzüne bakarak, “ Kimi?” diye sordu. “Onu amca. Andreas McGray'i!”

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

MARDİN KIZILI [+18]

read
520.3K
bc

ÇINAR AĞACI

read
5.7K
bc

Ne Olacak Halim (Türkçe)

read
14.3K
bc

AŞKLA BERDEL

read
78.9K
bc

HÜKÜM

read
223.4K
bc

PERİ MASALI

read
9.5K
bc

Siyah Ve Beyaz

read
2.9K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook