Olivia kaleye girer girmez, hızla odasına yöneldi. Odadan içeri girince, kendini yatağın üzerine bıraktı. Andreas McGray'in hayatını kurtardığı için, kendine inanılmaz öfkeliydi. Burada bulunmasının sebebi bu adamı öldürmekti ama bugün! Tanrım... Keşke yanlarında Aila olmasaydı. Böylece eline geçen fırsatı pekala değerlendirebilirdi. Genç kız yanaklarından süzülen yaşları silerken, aklına babasını ve büyükbabasını kaybettiği gün geldi. Topraklarını bir anda basan İskoçlar, önüne kim gelirse öldürmekten çekinmemiş, zavallı halka inanılmaz eziyetler etmişlerdi. Gözleri bir boşluğa dalıp giderken, eli yatağın şiltesinin altına uzandı. Orada bulunan madalyonu alıp, parmaklarının arasında çevirirdi. "Bugün senin hayatını kurtardım Andreas...” dedi dudaklarının arasından. “Ama bu sana yaşaman için verdiğim, ilk ve son şanstı. Bir daha asla bugün gibi şanslı olamayacaksın.”
Madalyonu dedesinin elinden aldığı anı hatırlayıp, derin bir iç çekti. Küçük bir çocuğun kılıcı ile yaşlı bir adamı öldürmesi inanılacak gibi değildi. Tanrı bu insanlara kesinlikle merhamet denilen duyguyu vermemişti. Daha küçük bir yaşta bile bu kadar acımasızsa, şimdi kim bilir insanlara nasıl davranıyordu? Genç adamın kadınları etkileyip, büyüleyen yüzü, güçlü vücudu, erkeksi çekiciliği... Oysa bu Tanrı vergisi güzelliğin altında, tam manası ile bir canavar vardı. Ve birilerinin bu canavarı durdurması gerekiyordu.
Olivia bugün genç adamı şaşırtan yeteneklerini kazanana kadar yıllarını vermişti. Amcası Gustov eline ilk kılıcını verdiğinde henüz dokuz yaşında bir kızdı. Savaşın ve adam öldürmenin ne olduğunu bilmiyordu. Fakat yaşadığı acı kalbinde büyürken, bilmediği şeyleri mecburen öğrenmek zorunda kalmıştı. Bu yaşına kadar birinin canına kıymasa da Andreas’ı öldürmek için gün sayıyordu. Ailesini yok eden, annesinin yıllarca gözyaşı dökmesine sebep olan, McGaryler hak ettikleri cezayı mutlaka bulmalıydı. Uzandığı yerden kalkıp, pencereye doğru yürüdü. Bahçede bulunan İskoç askerlerinin gidecekleri savaş için hazırlık yaptıklarını görünce, yumruklarını sıkmaktan kendini alamadı. Amcasına gönderdiği haberin bir an önce ulaşması için içten içe dua ederken, gözleri doldu. “Umarım çok büyük bir hayal kırıklığı yaşarsın Çakal!” dedi usulca. “Kaybettiğini görmek için sabırsızlanıyorum.”
Andreas akşam yemeği için masaya oturduktan birkaç dakika sonra, Aila salona girdi. Abisinin yarın İngiltere'ye gideceğini bildiği için, yüzünde oldukça mutsuz bir ifade vardı. Bu adam savaşa gittiğinde, kalbine sanki bir bıçak saplanıyor, Andreas sağ salim dönene kadar, bu bıçak içeride dönüp duruyordu. Genç adam kardeşinin yüzündeki ifadeyi fark edince, “Aila yine yas tutmaya başlamışsın.” dedi gülerek. “Her defasında bunu yapmaktan vazgeç. Abin sağ salim ülkesine dönecek.” Genç kız abisinin sağ tarafında bulunan sandalyeye oturdu ve gözyaşları ile ıslanıp, kızaran gözleri ile Andreas’a doğru baktı. “Senin için konuşmak kolay. Kendini benim yerime koymaya çalış. Benim senden başka hiç kimsem yok. Şayet ölürsen... Tanrı korusun. Tek başıma nasıl yaşarım? En önemlisi buna nasıl dayanırım?”
"Ölmek gibi bir niyetim yok Aila.”
"Bu sana bağlı değil abi!”
"Ölmeyeceğim sevgili kardeşim. Artık kendini üzmeyi bırak.”
"Nereden biliyorsun Lort McGray? Yoksa Tanrı ile bir anlaşma falan mı yaptın?” Andreas kız kardeşinin sözlerine gülümseyip “Tanrı benim gibi bir adamın ölmeyeceğini zaten biliyor. Hem ölürsem diğer tarafta başına bela olurum.” dedi. "Abi lütfen böyle konuşma. Tanrımızı kızdırıyorsun.” diye çıkıştı Aila.
"Senin inandığın Tanrı ile benim inandığım tanrı aynı değil.”
"Bu ne demek şimdi?”
"Şu demek Aila... Senin tanrın acizleri koruyor. Benim tanrım, güçlünün yanında.” Aila gözlerini tavana dikerek, "Ulu Tanrım! Lütfen abimi bağışla.” diye seslendi. “Bu adam bazen ne konuştuğunu bilmiyor.” Andreas gülerek sandalyesine yaslandı. Hizmetçi yemek servisini yaparken “Sumata yemeğe gelmeyecek mi?" dedi merakla. Onun masada olmasını emretmişti.
"Gelirken odasına uğradım. Kendini çok yorgun hissediyormuş. Uyuyacağını söyledi.” Genç adam kaşlarını çatıp, masa da bulunan bıçağı eline alarak "Sumata benim verdiğim emirleri yerine getirmesi gerektiğinin farkında değil galiba.” dedi. “Hanımefendinin keyfine göre mi davranacağız?”
"Ama Sumata olmasa bugün...“
"Bana Onu savunma! Yaptığı şey için minnettar olduğumu zaten söyledim. Ancak şimdiki tavrı hiç hoşuma gitmedi.” “Neden Lordum? Bakıyorum da onunla gayet iyi anlaşmaya başladınız.”
"Aila saçmalamayı kes! Söylediğin şey çok aptalca.”
"Özür dilerim...”
"Kalemde yaşayan hiç kimse, kendi keyfine göre davranamaz. Buna O da dâhil.”
"Abi öfkene hâkim ol. Neden büyütüyorsun anlamıyorum? Bıraktı kız dinlensin.” Aslında Andreas da verdiği tepkinin aşırı olduğunu düşünse de Sumata’nın masasına gelmemesine içten içe bozulmadan edemedi. Bu kale de daha önce hiçbir hizmetçiye bahşetmediği bir onuru genç kıza bahşetmişti. Tabii bunda yaptığı iyiliğin etkisi çok büyüktü. Aman ne demeli? Yorgun olduğunu söyleyip, masaya gelmemişti. O gelmiyor ise, kendisi zorla getirecekti. Bakalım kendisini karşısında görünce, yine reddedecek miydi?
Genç adam oturduğu sandalyeden kalkıp, hızla kapıya doğru yürüdü ve salonun dışına çıktı. Karşısına çıkan ilk hizmetçiye, Sumata’nın odasına götürmesini emretti. Ve sonra hizmetçinin peşinden koridor boyunca yürümeye başladı.
Olivia üzerindeki elbiseyi çıkarıp, ince içliği ile yatağına uzanırken, saçlarını eliyle dağıttı. İnanılmaz başı ağrıyordu ve bunun tek sebebi bugün yaşadığı şeydi. İçliğin askıları omuzlarını tutarken, oldukça kısa olan eteği, pürüzsüz olan bacaklarını ortaya çıkarmıştı. Tanrım... Neden bu kalenin kapılarında sürgü yoktu ki? İşte tam bunu aklından geçirirken, kapının sert bir şekilde vurulduğunu duyup, olduğu yerde sıçradı. Bu nasıl bir kapı çalmaydı böyle? “Kimsiniz?” dedi genç kız bağırarak. “Benim Sumata!” diye cevap verdi adam. “Andreas McGray!” Olivia onun sesini duyunca bir anda telaşlandı. Burada ne işi vardı ki? “Ne istiyorsunuz Lordum?”
"Kapıyı açacak mısın, yoksa içeri gireyim mi?” dedi sertçe. Olivia yatağının başucunda duran, elbisesine uzanmaya çalışırken, kapının açıldığını fark edince, hızlı bir hareketle, battaniyenin altına girip, tüm bedenini kapattı.
Battaniyeyi gözlerinin alt hizasına kadar çekip, içeri giren adama öfkeli bir bakış atıp, “ İçeri girebileceğinizi söylememiştim.” dedi. “Rica ediyorum odamdan çıkın!”
Andreas kendisine emir veren kızı bir an parçalamak istese de vazgeçti. “Neden yemeğe gelmiyorsun?” diye cevap buz gibi bir sesle.
"Çünkü aç değil ve yorgunum.” Andreas kendini yatağa gizleyen kadına dikkatlice bakıyordu. “Çık oradan Sumata!” diye bağırdı. “Siz delirmiş olmalısınız! “ dedi genç kız ciddiyetle. "Asla bir erkeğin karşısına bu halde çıkmam.”
"Ne halde?”
"Yarı çıplak bir halde tabii ki! Lütfen dışarı çıkın yoksa...”
Andreas bu kez gülmeye başladı. Hintli hizmetçi acaba onu ne yapmakla tehdit edecekti? Fazlasıyla merak etti. “Yoksa Sumata? Acaba beni ne ile cezalandıracaksın?”
"Siz çok kaba ve terbiyesiz bir adamsınız!” dedi genç kız kendini tutamayarak. Evet, şuan da tam olarak Olivia Peterson gibi davranıyordu. “Genç bir kızın odasına asla bu şekilde girilmez.”
"Burası benim kalem ve istediğim yere canım nasıl istiyorsa öyle girerim.” "Burası da benim odam!”
Genç adam ağır adımlarla yatağın başucuna doğru yürürken, Olivia üzerindeki battaniyeye daha sıkı sarılıp, yatağın içine gömüldü. Andreas’ın onu izleyen bakışlarından fazlasıyla rahatsız oldu. “Kendini boğmaya mı çalışıyorsun?” dedi Lort. “Biraz daha battaniyenin altına girersen, havasız kalacaksın.”
"Aslında iyi fikir. Kendimi değil ama sizi boğarak öldürebilirim.” Genç adamın gür kahkahası odada yankılanırken, Olivia iyice öfkelendi. Ne derse desin, bu kesinlikle etkilenmiyordu. “Beni öldürmek için, o yataktan çıkman gerek. Ya da benim oraya girmem.”
"Bunu aklınızın ucundan bile geçirmeyin Lordum!”
"Diyelim ki geçirdim... Bana nasıl karşı geleceksin merak ediyorum?” Olivia derin bir nefes alıp, dişlerini sıkarak “ İsterseniz deneyin ve görün.” diye cevap verdi. “Her kadın yatağınıza aldığınız, o zavallı kız gibi değil. Beni bu kadar hafife almayın derim.”
Andreas kendisini reddeden, kıza bir an ne cevap vereceğini şaşırıp, ona unutamayacağı bir ders vermeye karar verdi. Hiçbir kadın bu güne kadar onu reddetmemişken, o kim oluyordu ki kendisini reddedebiliyordu? Elini ağırca battaniye doğru uzattı. Olivia yatağın diğer tarafına usulca kayarken “Sakın! “ dedi ciddiyetle.
“Neden? Benden çok mu korkuyorsun? Ya da gizlediğin vücudun çok mu çirkin?” “Çünkü bu yaptığınız şey ahlaksızca!” "Ben zaten ahlaklı bir adam değilim inan.”
"Evet, sayın Lort. Bunu şimdi çok iyi anladım.”
"Sumata...”
"Efendim...”
"Gerçekten sana dokunmamı istemiyor musun?” dedi boğuk bir sesle. “Oysa ben...”
"Asla istemiyorum!”
"Emin misin?”
“Çıkın dışarı!”
"Ama ben çıkmak istemiyorum...”
Olivia bedenini gizlemeye çalışırken, tüm sinirlerinin gerildiğini fark etti. Lanet olasıca adam! Gerçekten ona dokunmaya cesaret eder miydi? Andreas’ın niyeti Sumata ile yatmak değildi elbet, masasına gelmediği için aklı sıra ondan intikam alıyordu. Genç kızı sinirlendirmek çok hoşuna gitmişti. Bir anda battaniyeyi hızla çekip, yatağa atladı. Genç kız çığlık atarken üzerine doğru eğilen adamı tekmelemeye başladı. Andreas Olivia’nın ellerini yakalamaya çalışırken, onu tekmeleyen bacakların arasına ani bir hareketle yerleşip, Olivia’nın vücudunu kendi bedeni ile kapattı.
Genç kız, hala inatla direnmeye çalışsa da, başını sağa sola çevirmeyi bırakıp, birkaç kez derin nefes alarak, onu izleyen adamın gözlerine doğru baktı. Kahretsin ki yüzleri birbirine o kadar yakındı ki nefesleri karışıyordu. Andreas Olivia’nın vücudunu süzerken, kaslı göğüslerinin altında bulunan dolgun tepeciklere hayran kaldı. Ve birde teninin güzelliğine... Sumata’nın saçları yastığa dağılmış, yüzünde boya namına hiç bir şey yoktu. Tanrım... Ne kadar güzeldi. Gözleri, kavisli kaşları, zarif burnu ve dolgun pembe dudakları... Sıyrılan içliğinden belli olan uzun ve mükemmel bacakları. Basit bir köle değil, güzellik abidesi genç bir kız aldığını fark etti. Ya bu kokusu? Sanki çiçeklerle dolu bir bahçeye girmişti. Bir süre birbirlerinin gözlerine daldılar. Genç adam öpülesi dudakları, öpmemek için kendisiyle savaşırken avuçlarının arasında bulunan narin elleri okşamaya başladı. “Sen... Nesin böyle?” dedi erkeksi ve boğuk bir sesle. “Yolunu kaybetmiş bir melek falan mı? Sumata... Çok güzelsin... Hatta güzellik kelimesi seni tarif etmeye yetmiyor...” Olivia amcasının ona söylediği sözleri hatırladı.
Ya güzelliğini fark ederse Olivia?
"Lordum...” diye cevap verdi genç kız titreyen ve yalvaran bir sesle. “Bana zorla...” Genç adam dudaklarını genç kızın saçlarında gezdirirken “Sana asla zorla sahip olmam...” diye fısıldadı. “Ben o kadar gaddar değilim... Bunu sen de istemelisin.”
"İstemiyorum... Ne olur beni rahat bırakın...”
"Neden Sumata?”
"Size daha önce hastalıklı olduğumu...” "Sumata... Buna asla inanmadım. Ve inanmayacağım. Böyle bir güzellik, bir erkeğe armağan edilmek için yaratılmış olmalı. Tanrı işini mutlaka biliyordur.” "Ben sizin metresiniz olamam...”
"Neden güzel kız?” dedi genç adam merakla. “Söyler misin ne kaybedersin?” “Onurumu, şerefimi... Her şeyimi. Hatta canımı.”
"Canını mı?”
"Çünkü benim ülkemde bekâretini evli olmadığı adama veren bir kız, ölmeyi hak eder.”
"Bu çok saçma!”
"Size göre öyle ama bana göre değil. Eğer bana istemediğim halde dokunursanız, kendimi öldürmekte asla tereddüt etmem.”
"Bunu gerçekten yapar mısın?”
"Emin olun yaparım.”
Andreas genç kızın yalan söylemediğini bakışlarından anlayıp, usulca Olivia’nın üzerinden kalkarken, lanet olsun dedi dudaklarının arasından. Onu gerçekten arzulamıştı. Şimdi kendini kazanmak üzere olduğu bir savaşı, son anda kaybeden bir komutan gibi hissediyordu. Ama ne olursa olsun genç bir kızın ölümüne sebep olmayı asla istemezdi. Yataktan kalkıp, kapıya doğru yürümeye başladı. Bir an arkasına dönüp, bakmak istese de vazgeçip, kendini odadan dışarı attı.
Koridorda derin birkaç nefes alıp, bedeninin arzusunu sakinleştirmeye çalıştı. Az önce hissettiği şeyi düşününce, tüm sinirleri gerildi. Sumata güzelliği ile onu resmen büyülemişti. Bu kızı kaleye getirdiği için pişman olacağını hissederken, aklına hiç gelmeyecek olan bir şeyle karşılaşmıştı. Sumata bugüne kadar gördüğü en güzel kadındı. Hatta onun için ödediği birkaç altın bile ne kadar değersizdi. Bu güzellik paha biçilemezdi. Fakat gerçek olan tek bir şey vardı. Genç kız sadece ona aitti... Nihayetinde buraya kendi isteği ile gelmişti. Öyle değil mi? Onun yatağına gelmesini sabırla bekleyecekti.