Olivia ağır adımlarla adamın yanına yaklaşırken, sandalyesine yaslandığını fark edince bedenini ona çok yaklaştırmamaya gayret edip, arkasında duran hizmetçiye “Yemeğini sen ver...” dedi usulca. Hizmetçi kız Olivia'nın önüne geçip, adama servis yapınca genç kız geriye çekildi.
Andreas meraklı bakışlarını Olivia'nın yüzünde gezdirirken, tek eliyle çenesini okşadı. Acaba ne konuştuklarını anlamış mıydı? Tepkisi ilgisini çekti. Sumata dillerini biliyor olabilir mi? Olivia Andreas’ın verdiği tepkiyi fark edince gerildi. Lanet olsun! Neden kendini ele veriyordu ki? Genç adam şüphelendiği şeyi anlamak için, Olivia'nın ayaklarına doğru bakıp “Şu koca sıçanı çabuk yakalayın!” diye bağırdı. Tabii ki İskoç dilinde.
Ancak Olivia hiç tepki vermeden, hatta aldırış bile etmeden olduğu yerde bekledi. Andreas'ın kendisini tuzağa düşürmeye çalıştığını anlayacak kadar akıllıydı. Çakal kızın tepki vermediğini görünce, kendi kendine güldü. Ondan şüphe etmek gerçekten aptallıktı. Eğer dediği şeyi anlamış olsaydı, korkudan çığlık atıp kaçardı. Her kadın fare cinsi hayvanlardan kesinlikle korkardı. Olivia yemek servisi bittikten sonra salonun bir köşesine geçip, içki servisine yardım etmek için bekledi. Bu arada masada bulunan liderlerin hararetli konuşmalarına kulak kesti.
Andreas onu dinleyen adamlara “ İki gün sonra İngiliz topraklarına gireceğiz.” dedi gayet ciddi bir sesle. “Sınırda bulunan Grendow kalesini ele geçirmek için elimizden geleni yapmamız gerek. Lort Grendow'un ordusu gerçekten çok güçlü. O yüzden saldırıyı gece yapacağız. Onları uykuda yakalayalım ki canlarını rahat alabilelim.”
"Bu harika bir plan.” dedi liderlerden biri. "Yanındayız Çakal!” diye seslendi bir başka lider. “İngilizler İskoçları hafife aldıkları için çok pişman olacaklar!” "Yaşasın İskoçya!”
"Yaşasın İskoçya!”
Olivia onları izlerken, duyduğu bu haberi bir an önce amcasına iletmek için sabırsızlanıyordu. Ama bunu yapabilmesi için kalenin dışına çıkması şarttı. Kendisini satan İskoç’la iki günde bir buluşacaklar, Olivia ona bilgi verecekti. Aslında bunu amcası Gustov emretmişti. Yeğeninin başına bir şey gelmediğinden emin olmak istiyordu. Yarın kalenin dışına bir şekilde çıkması şarttı.
Olivia salonda işi bitince bahçeye çıktı. İçerideki konuşmalar ve İngiliz düşmanlığı gerçekten canını çok sıkmıştı. Biraz hava almaya ihtiyaç duydu. Düşmanlarını dinlerken, onlara cevap vermemek için kendini inanılmaz sıkmış, bu yüzden bedeni epey bir gerilmişti. Şimdi aklında sadece saldıracakları kale vardı. Ölecek bir sürü insan, kadın, çocuk... Tanrım! Bunu kesinlikle engellemeliydi.
Genç kız düşüncelerinin arasında kaybolurken, arkasından yaklaşan kişiyi son anda fark edip, geriye döndü. Bu adam az önce Andreas’ın yanında oturan pisliğin ta kendisiydi. Ian iğrenç bakışlarını genç kızın yüzünde ve bedeninde gezdirirken, Olivia rahatsız oldu. İçtiği viskinin ağır kokusu burnunu yakarken, geriye doğru bir adım attı. Genç adam onun ürkek tavrından hoşlanmış, “Benden kaçma kırmızılı kız.” dedi sırıtarak. “Korkmana gerek yok güzelim. Sadece biraz sohbet edeceğiz.” “ Sizinle sohbet etmek istemiyorum.” diye cevap verdi Olivia gayet ciddiyetle. "Benden uzak durun!”
"Demek inatçısın ya da nazlanıyorsun. Bak bu çok hoşuma gitti. Ben zor kadınları severim. Acaba yatakta da...” "Ben hiç kimsenin yatağına girmem!”
Ian genç kızın kendine olan güveninden hoşlandı. Ayrıca dolgun dudakları ilgisini çekti. Kıza doğru bir adım atıp, iki eli ile onu kollarından yakaladı ve kendine doğru çekmeye başladı. Olivia bu barbara boyun eğmeyecekti. Kara gözlerini genç adama dikip ”Bunu sen istedin! “ dedi buz gibi bir sesle. Adamın bacaklarının arasına dizi ile tekme attı. Ian çektiği acı ile bağırırken, Olivia bununla da yetinmeyip, yere doğru eğilen adamın sırtına oldukça sert bir yumruk indirdi. “Lanet olsun seni sürtük!”
Aslında bağırmak değil, kükredi adam. "Hak ettin seni pis domuz! Bir daha bana dokunmaya kalkarsan, bu kez ellerini kırarım!”
Adam öfkeli bir şekilde derin birkaç nefes alıp, ağırca doğruldu. Canını yakan sürtüğe dersini vermesi şarttı. Genç kızı yakalamak için ileri doğru hamle yapınca, Olivia ona doğru uzanan eli tutup dişlerini bileğine geçirdi ve adam iyice delirdi. Hemen sonra kalenin kapısına doğru koşmaya başladı fakat önüne çıkan etten bir duvara çarpınca, durmak zorunda kaldı. Başını yukarı kaldırınca Andreas'la karşılaştı. Tanrım bu kez gerçekten başı büyük beladaydı! Genç adam kızın gözlerine öfke ile bakarken "Sen ne yaptığını sanıyorsun!” diye bağırdı.
"Kendimi koruyordum. Çünkü arkadaşınız bana saldırdı.” Andreas olan biteni zaten görmüştü. Ancak şaşırmasına sebep olan şey, bir kızın kendisinden iki katı irilikte bir adama direnmesi, onu hırpalamasıydı. Beklemediği bir şeye şahit olduğu için ne diyeceğini bilemedi. "Kendini mi koruyordun? Sumata adamı öldürmeye çalıştın.”
"Ama hak etti!”
"Sen kimsin Hintli?” dedi genç adam meraklı ve çok ciddi bir sesle. “Kadın kılığına girmiş bir erkek falan mı? Az önceki yaptığın şeyi bu kadar güçlü bir adama benim askerlerim bile yapamaz!” Olivia genç adama daha çok yaklaşıp, gözlerini onun gözlerine dikerek “O zaman beni çok hafife almayın Lordum." dedi usulca. “Canı yanan bir kadın, kendini korumak için her şeyi yapabilir."
Andreas derin bir nefes alıp, genç kızın gözlerine daldı. Ve o an Olivia'nın ne söylediği ile değil, güzelliğini yeni fark ettiği kara gözleri ile ilgileniyordu. O sırada onlara doğru gelen, Ian'ı fark edip, genç kızı arkasına doğru çekti. “ Ver onu bana Andreas!” dedi adam. Ve sinirden resmen ağzı köpürüyordu.
"Kendine gel Ian!” diye cevap verdi Andreas. “Sumata'yı rahat bırak. Onu sana asla teslim etmem. Dua etki misafirimsin.”
"Ver şunu dostum! Yoksa...”
Çakal yüzünde oldukça sert bir ifadeyle adama doğru adım attı.“ Yoksa?” diye cevap verdi dudaklarının arasından tıslayarak.“Bana ne yapacaksın?”
Ian çok güçlü bir adamdı fakat İskoçya'nın Çakal’ına meydan okuyacak kadar cesur değildi. Onun kudreti ve gücü ile baş edemeyeceğini çok iyi biliyordu. Sinirden tüm kasları gerilse de kendini tutup, yere doğru bir tükürük savurdu. "Lanet olsun seni fahişe!” dedi. “Elbet hesaplaşacağız. Mutlaka elime düşeceksin!”
Olivia oradan kaybolmak için, geriye doğru adım atarken, Andreas ona dönüp, genç kızı kolundan sıkıca tutarak, kalenin içine doğru sürüklemeye başladı. Lanet olasıca Hintli başına daha ne gibi belalar açacaktı? Gerçekten merak ediyordu! Olivia ona direnmeden, peşinden yürümeye başladı. Kendisine ne kadar çok kızdığı her halinden belli oluyordu. Kaleye girince Andreas onu bulduğu ilk odaya sokup ileri doğru iterken, “Seni aptal!” diye bağırdı odayı inletircesine. “Ne yaptığını sanıyorsun? O adama vurmaya nasıl cesaret edebilirsin?”
"Bana böyle bağıramazsınız!” diye cevap verdi genç kız kendini tutamayarak. “Ben sadece kendimi korudum.”
"Bir kadının kendini bu şekilde koruduğunu ilk kez gördüm!”
"Ne yapacaktım Lordum? Bana iğrenç elleri ile dokunmasına izin mi verecektim? Asla!”
Genç adam derin bir nefes alıp, “Sen kimsin Sumata?” dedi boğuk bir sesle. "Böyle dövüşmeyi kimden öğrendin?” "Amcamdan.”
"Neden peki?”
"Çünkü... Çünkü amcam hayatım boyunca kendimi korumam gerektiğine inanırdı.”
Andreas odanın içinde birkaç tur atıp, sadece düşündü. Namusunu korumaya çalışan bir kadını ne ile suçlayacaktı ki? Zaten kızdığı bu değildi. Kızdığı şey bunu insan irisi bir adama yapmasıydı. Kalesine geleli iki gün olan bu kız, yaptığı şeylerle sinirlerini germeyi nasıl da başarmıştı? “Pekâlâ.” dedi genç kıza doğru dönüp. “Şimdilik sana hak veriyorum. Eğer başına buna benzer bir şey daha gelirse, bana söyle. Kendin halletmeye kalkma."
Olivia memnun bir yüz ifadesi ile başını yere devirdi. “Teşekkür ederim Lordum.” diye cevap verdi. Sonra odadan çıkmak için kapıya yöneldi. O sırada ona seslenen adamı duydu ve geri döndü.
"Sumata!” dedi Andreas bu kez çok sakindi. “Şayet sana dokunmaya kalkan, o değil de ben olsaydım, bana da vurmaya cesaret edebilir miydin merak ediyorum?”
Olivia genç adama hoş bir şekilde gülümseyip “Size mi Lordum?” diye cevap verdi. “Emin olun ki, aynı şeyi size de yapardım.” Andreas bir an kaşlarını çatıp “Bu cevabı bir şaka olarak kabul ediyorum.” dedi. “Şaka mı? Bence gerçek olduğunu düşünün. Çünkü bazı konularda asla şaka yapılmaz Lordum.”
Olivia odadan çıkınca, Andreas peşinden sadece bakakaldı. Bu arada aklından geçen tek şey, Sumata’nın ilgisini çeken kara gözleriydi. Ve ” Sumata...” dedi genç adam dudaklarının arasından. “Bakalım bundan sonra senin yüzünden daha neler yaşayacağım?”
Olivia odadan çıktıktan sonra derin bir nefes aldı. Az önce yaşadığı şey hiç hoş olmasa da kendisine saldıran bir adama karşı tabii ki sessiz kalamazdı. Hatta az bile yapmıştı. Sadece Andreas McGray'in buna şahit olması hoşuna gitmedi. Üstelik adamı üstü kapalı tehdit etmişti. Tanrım insanın karakterinden ödün vermesi ne kadar zordu. Ne olursa olsun kendini tutması, sakin davranması gerekiyordu. Koridora çıkıp, mutfağa doğru yol alırken birden önüne çıkan Sidelya ile gözgöze geldi. Sidelya yüzünde son derece kızgın bir ifade ile ona doğru bakıyordu. Olivia genç kızın sağ tarafından geçmek için bir adım attı fakat Sidelya önüne geçerek, gitmesine izin vermedi. Anlaşılan bir derdi vardı. "Dur bakalım seni aptal.” dedi Sidelya buz gibi bir sesle. “Nereye gidiyorsun?” "Çekil önümden!” diye cevap verdi Olivia. Bu kızla sohbet etme havasında değildi. Zaten tavrına bakılırsa amacının sohbet etmek olmadığı gayet açıktı. "Çekilmezsem ne olur? Bana da mı vurursun?” Olivia ona cevap verme gereği duymadı. McGray'in metresi ile uğraşmaması gerektiğini biliyordu. Bu kız başını belaya sokmaktan başka bir işe yaramazdı. “Amacın ne sürtük? Lordumuzun kadını olmak mı?”
"Onun kadını zaten var değil mi? Bu işi pekâlâ sen beceriyorsun. Bana gerek yok!”
"Andreas senin gibi bir sünepeyi asla yatağına almaz. Çünkü sen hem çok çirkin hem de aptalsın!”
"O halde sorun ne Sidelya?” dedi Olivia alaycı bir ifade ile gülümseyerek. "Madem böyle düşünüyorsun. Neden benden korkuyorsun?”
"Senden korkmuyorum! Şu haline bir bak! Tanrı aşkına ikimizin arasındaki fark oldukça açık. Andreas'ın kadın zevkine kesinlikle uymuyorsun!”
"Bak buna çok üzüldüm.”
"Kapa çeneni!” Olivia genç kıza bir adım daha yaklaşıp, sert bakışlarını onun gözlerine dikerek “Sen kapa çeneni Sidelya!” dedi. “Metresi olduğun adamın yatağında gözüm yok. Hatta bilmeni isterim ki McGray benim tipim değil. Çünkü ben katillerle yatmam!”
Sidelya az önce kalenin penceresinden dışarıda yaşananları gördüğü için, Olivia'ya yaklaşmaktan ister istemez korkuyordu. Koca bir adama meydan okuması gerçekten şaşılacak şeydi. Yani bu kızla kavga etmek istemiyordu. Tek amacı onu biraz olsun korkutmaktı. Ayrıca Andreas'ın onu, Ian denilen adamdan koruması hiç hoşuna gitmemişti. Evet, Lordunu kıskanıyordu. Onun sevdiği adamı etkilemesine asla izin veremezdi. Gerekirse bu kızı öldürür ve ondan kurtulurdu. Kesinlikle bu konuda şakası yoktu. Sidelya geriye doğru bir adım atıp “Yine de seni uyarıyorum.” diye cevap verdi ciddiyetle. “Eğer Andreas'ın etrafında dolaştığını görürsem, seni bu kaleden attırmak için elimden geleni yaparım. İnan yapacaklarımı asla tahmin edemezsin!”
Sidelya arkasını dönüp, oradan uzaklaşırken Olivia sadece gülümsedi. Anderas McGray'den, İskoçya'nın azılı katili bir cellattan asla korkmuyorken, Sidelya gibi basit bir hizmetçiden elbette ki korkmuyordu. Bir an bu kıza acıdı. Yaşadığı durum gerçekten hiç hoş değildi. Bu kadar tutku ile bağlandığı Lordu, bir gün ondan sıkılabilir, hayatından çıkarabilirdi. Ama Sidelya zaten başından kaybettiği bir savaşı kazanmak için, resmen çırpınıyordu. Ve Andreas'tan da nefret etti. Genç bir kızı sadece bedensel zevkleri için kullanmak, onursuzluktan başka bir şey değildi. Kim bilir bu adam, daha kaç tane kızın canını yakmış, günahına alet etmişti? Galiba bu durum İskoç erkeklerinin genel özelliğiydi. Kendisine saldıran adam da tam manası ile bir kadın düşkünüydü. İstedikleri kadını elde edebileceklerini sanıyorlar, hatta bunun için kendilerini haklı görüyorlardı.
Olivia kafasından geçen düşüncelerden sıyrılıp, mutfağa doğru ilerledi. Şimdi düşünmesi gereken çok daha önemli bir sorun vardı. McGray'in saldırmaya karar verdiği İngiliz kalesi. Ne pahasına olursa olsun bu haberi amcasına ulaştırması gerekiyordu. Bu kaleden çıkmanın bir yolunu bulması şarttı. Ve bunun için Eppie'den yardım isteyecekti. Ya da belki de leydi Aila'dan... Köye inmek ve İskoçlar konuşmak için, bir sebep uydurması şarttı. Tek sorun McGray'e fark ettirmeden bunu nasıl yapacaktı? Adam bir gölge gibi kendisini izliyorken, rahat hareket etmesi gerçekten zordu.
Mutfağa girince tezgâhın üzerinde yığılan tabakları fark edip, onları yıkamaya çalışan hizmetçiye yardım etmeye başladı. Nihayetinde bu kalede bir hizmetçiydi. Akşama kadar mutfakta zaman geçirdi. İşi bittiğinde inanılmaz yorulmuştu. Sonunda kalede verilen davet sona ermiş, misafirler gitmişti. Mutfaktan çıkınca Aila’nın odasına gitmek için, yukarı kata yöneldi. Kafasında gün boyu planladığı şeyi onunla konuşacaktı. Odaların bulunduğu kata girince, koridor boyunca ilerledi.
Sidelya erkeğinin gönlünü hoş ederken, bu adamın kadını olmaktan inanılmaz mutluydu. Andreas sarhoştu fakat hala kendindeydi. Genç kızı yatağına atmış, bedenin de gezinirken, alelacele işini bitirip, yana doğru uzandı. Sidelya onu memnun etmenin sevincini yaşasa da içinde inanılmaz bir hayal kırıklığı vardı. Bu adam neden kendisini öpmüyor, kulağına güzel birkaç söz fısıldamıyordu. En azından bunu hak ediyordu. Sadece vücudunu kullanıyor, sonra arkasını dönüyordu. Gözünde dolan yaşları fark ettirmeden, genç adama doğru döndü. Elini Andreas’ın güçlü ve geniş göğsüne uzatırken, genç adam elini sert bir şekilde tutup “Çık dışarı Sidelya! “ diye bağırdı. "Burada işin bitti."
İş mi? Bu sadece bir iş miydi? Hizmetlerinden biri de buydu elbette. Daha fazla ne olabilirdi ki? Fazlasını beklemek kesinlikle aptallıktı. Kendisine ne demesini bekliyordu ki? Seni seviyorum Sidelya mı? Andreas McGray sevmeyi bilmeyen bir adamdı. Uzun süredir onun yatağında yer alırken, artık bir kalbi olmadığını fark etmişti. Sidelya usulca yataktan kalkıp ağır adımlarla gezinerek, yerde duran elbisesini aldı ve giymeye başladı. Genç adam gözlerini kapatmış dinleniyordu. Ve hiç istemeden odadan ayrıldı