6. BÖLÜM

2582 Words
Andreas belki de ilk kez, aldığı bir karardan ödün vermek zorunda kalmış ve bunun için Aila'yı suçluyordu. Kız kardeşi olanlara karışmasa, Sumata'yı kalesinden dışarı atacaktı. Ama yapmamıştı. Annesine ölmeden önce kardeşini koruyacağına ve üzmeyeceğine söz vermişti. Genç adam için verdiği sözler kesinlikle önemliydi. Yine bu garip görünüşlü kadın onu rahatsız ediyordu ve aldığı kararın doğruluğunu sorguluyordu. Aila, Olivia oradan ayrıldıktan sonra, yüzünde hoş ve memnun bir ifade ile abisine doğru baktı. Bu adamı verdiği sözlerden döndürmenin ne kadar zor olduğunu biliyordu ama bugün yıkılmaz inadını kırmayı başarmıştı. Genç kız ne olursa olsun, bir kadına kötü davranılmasına karşıydı. Ayrıca Sumata'ya acımış, onu abisinin öfkesinden kurtarmak istemişti. "Teşekkür ederim abi...” dedi Aila son derece kibar bir sesle. “Beni kırmadın ve Sumata'nın burada kalmasına izin verdin.” Andreas sert bakışlarını kardeşinin yüzünde gezdirip, masanın üzerinde bulunan koca bir viskiyi tahta bardağına boşalttı. “Bir daha hizmetçilerin önünde bana karşı gelme Aila.” diye cevap verdi ciddiyetle. “Bu kez seni affediyorum fakat bu durum bir daha tekrar ederse asla affetmem!” Genç kız başını yere devirdi. "Tamam, Lordum. Asla tekrarı olmayacak emin olabilirsin. Ben sadece zavallı bir kızı…” "Senin o zavallı dediğin kız, hiç de aptala benzemiyor. Benimle olan konuşmalarını duysaydın şaşırırdın. Bir de kendinden emin tavrını. Sanki Hintli bir kızı değil de İngiliz bir leydiyi satın almışım.” "Sumata uzun süre İngiltere'de yaşamış. Onlardan etkilenmesi çok doğal. Farkındaysan İngilizcesi gayet güzel.” Andreas elindeki viskiyi bir dikişte bitirip, bardağını tekrar doldurarak koltuğuna oturdu. Az önceki öfkesi geçmiş, biraz daha sakinleşmişti. Alia'da karşısındaki koltuğa oturdu. Kısa bir süre konuşmadılar. Ardından genç kız ”Gözleri.” dedi. “Sumata’nın gözleri ne kadar güzel fark ettin mi?” Andreas kız kardeşine alaycı bir yüz ifadesi ile bakıp gülümsedi. Galiba kardeşi kördü ya da onunla dalga geçiyordu. Basit kara gözler... Nasıl güzel olarak nitelendirebilmişti? Ayrıca genç kız gözünün üzerine sürdüğü siyah boya ile daha bir çirkindi. "Bu fikre nasıl kapıldın sevgili kardeşim?” diye cevap verdi genç adam gülerek. “O kızın gözleri bana geceyi hatırlatıyor. Hatta karanlık ve soğuk… Bence senin gözlerinde bir sorun var. Sumata'nın gözleri güzel falan değil, hatta yüzü de basbayağı çirkin. Hele o giydiği paçavra... Ona kalemde böyle dolaşma dedim ancak bana verdiği cevap sinirlerimi epey bozdu.” "Ama onu böyle kabul etmeliyiz. Ne giyeceğine karışmak çok saçma. Sonuçta o başka bir ülkeden geldi.” "Kızın nasıl giyindiği umurumda değil. Hatta iyi ki kendini saklıyor. Çirkinliğini görmeye meraklı değilim.” "Bence yanlış düşünüyorsun Lordum. Sumata'nın çok güzel olduğu ortada. O kıza karşı o kadar önyargılı ve öfkelisin ki güzelliğini göremiyorsun.” "Tanrı aşkına Aila.” diye cevap verdi genç adam şaşkın bir sesle. “Her yerini kapatmış, yüzüne garip boyalar sürmüş, etrafta tuhaf bir şekilde dolaşan bir kızın güzel olduğuna nasıl karar verdin çok merak ediyorum? Benim göremediğim bir şey mi gördün acaba?” "Hissettim desem. Gözlerinin parlaklığı ve rengi... Kirpikleri ne kadar uzun ve gür. Dudaklarını fark etmemiş olamazsın.” "Bana o kızdan bahsetme artık! Bu gereksiz sohbete bir son verelim. Ayrıca son bir şey daha Eppie’e söyle, gözüme görünmesin. Gerekirse mutfakta çalışsın ve Sidelya'dan uzak dursun.” Aila Sidelya ismini duyunca gerildi. Kaleye geldiği günden beri kesinlikle o kızdan hiç hoşlanmıyordu. Abisinin onda ne bulduğunu bir türlü anlamazken, erkeklerin kadınlar konusunda ne kadar zayıf olduğuna bir kez daha karar verdi. Andreas'ın Sidelya'ya âşık olmadığını biliyordu. Şayet âşık olsaydı, bu kızla evlenirdi. Tanrı korusun! İyi ki böyle bir şey olmayacaktı. Çünkü Sidelya abisi gibi bir adamı kesinlikle hak etmiyordu. Aila bazen Andreas'ın çekilmez bir adam olduğunu düşünse de, yine de kalbinde bir yerlerde sakladığı iyi yönleri olduğunu hissediyordu. Tabii ki sert ve güçlü görünmek zorundaydı. Sonuçta koruması gereken halkı ve ülkesi vardı. Aynı zamanda bir ünü. O İskoçya'nın Çakalı, korkusuz Andreas McGray'di. Adını duyan herkes önce irkilir, onun azabından inanılmaz korkardı. İngilizlerle defalarca karşı karşıya gelmiş, daha bir savaş bile kaybetmemiş, üstelik düşmanının canını epey yakmıştı. Aila abisinin kaleden her ayrılışında, günlerini sadece onun için dua etmekle geçiriyordu. Çünkü hayatta ondan başka kimsesi yoktu. Genç kız oturduğu yerden kalkıp kapıya yöneldi. Salondan çıkmadan önce, abisine bir kez daha teşekkür etmeyi ihmal etmedi. Olivia Eppie ile birlikte tekrar ona verilen odaya girdi. Yaşlı kadın genç kıza doğru gülümseyip, “Leydi Aila olmasaydı Lordumuz senin burada kalmana kesinlikle izin vermezdi Sumata.” dedi. "Haklısınız Bayan Eppie.” diye cevap verdi genç kız. “Öyle bir adamın, böyle melek gibi bir kız kardeşi olsun. Gerçekten şaşırtıcı.” "Sumata! Hala ne konuştuğunu kulağın duymuyor. Burada kalmak istiyorsan Lordumuz hakkında yorum yapmayı bırak. Eğer kulağına giderse, inan seni Leydi Aila bile kurtaramaz.” "Haklısınız efendim. Özür dilerim.” "Bugünlük bu kadar heyecan yeter. Şimdi yat ve dinlen. Yarın sana uygun bir iş buluruz. Kalede neler yapabileceğine sakin kafa ile karar veririz. Hem ilk günden çok fazla şey yaşadın. Odandan çıkma ki Lordumuzla karşılaşma. Biraz sinirlerinin yatışması gerek.” Bayan Eppie tam odadan çıkacakken, genç kız ona doğru seslendi. “Bayan Eppie!” "Yine ne var Sumata?” "Odanın kapısının sürgüsü yok. Kapıyı nasıl kilitleyeceğim?” "Kalede hiç bir kapının sürgüsü yok. Lordumuz kapıların kilitli olmasından asla hoşlanmaz. Eğer kaygın rahatsız edilmekse endişelenme. Çünkü kimse kapıyı çalmadan içeri giremez.” Olivia duyduğu saçmalıktan hiç memnun olmadı. Kendine ait bir odada bile, özgürlüğünün kısıtlanması kabul edilebilir bir şey değildi. Üzerindeki giysileri çıkarıp, nasıl uyuyacak ya da yıkanacaktı? Yüce Tanrım! “Ama bu çok...” "Sumata! Az önce ne konuştuk? İtiraz yok. Zamanla burada yaşamaya alışacak ve kurallara uyacaksın. Sadece biraz sabır.” Olivia odadan dışarı çıkan kadının ardından, kapıyı sıkıca kapattı. Bir süre kapının arkasına yaslanıp derin birkaç nefes aldıktan sonra, yatağın kenarına ilerleyip oturdu. Daha sonra kabarık eteğini kaldırıp, uzun süredir bacağının üst kısmında bir bez parçası ile sarılı olan hançeri çıkarıp, yatağının altına gizledi. Ardından başındaki şalı çıkarıp, sıkıca sardığı siyah saçlarının arasında bulunan küçük bir keseyi alıp, onu da yatağının altına gizledi. Bu kesede Hindistan'dan getirdiği, bir yaprağı bile koca bir öküzü öldürecek olan zehirli bir ot bulunuyordu. Sonra saçlarını dağıtıp rahatladı. Uzun ve dalgalı saçları belinin altına geliyordu. Olivia inanılmaz güzel bir kızdı. Saçlarının siyahı öyle parlak ve göz alıcıydı ki annesi her zaman onu gece güneşim diye severdi. Ya gözleri? Kara bir elması andıran, gümüş rengi ışıltılar barındıran gözleri... Bir erkeğin yüzüne uzunca bir süre bakmaya kalksa, bakışları ile adamı büyülemeye yetiyordu. Uzun ve zarif yüzü, kavisli kaşları... Özellikle de kırmızının en güzel tonunu yansıtan, kalın dudakları... Amcası onu işte bu yüzden uyarmıştı. Çünkü yeğeninin ne kadar güzel olduğunu, nerede ise tüm İngiltere duymuştu. Onunla evlenmek isteyenler, genç kız tarafından defalarca reddedilse de aslında Olivia hiç kimse ile karşı karşıya gelmedi. Çünkü evlenmek gibi bir düşüncesi yoktu. Hatta birine âşık olmak bile aklının ucundan geçmedi. Çocukluğundan bu yana kinle dolmuş kalbinde aşka yer olamazdı. Yavaşça ayağa kalkıp, elbisesinin üzerindeki uzun kumaş parçasını çözüp çıkardı. Kendini gizlemek için inanılmaz çaba harcamış, galiba başarmıştı. Kapısında kilidi olmayan bu odada güvenli olmadığı için kesinlikle dikkat etmesi şarttı. Olivia güzel bir kız olduğunun farkındaydı. Ve hiç bilmediği bu kalede erkeklerin peşine düşmesini istemiyordu. Özellikle de Andreas McGray'in. Anladığı kadarıyla bu adam kadınları sadece zevki uğruna kullanıp, önemsemeyen bir pislikti. Evet, itiraf etmek gerekirse çok yakışıklıydı. Omuzlarına uzanan dalgalı siyah saçları, kara mı ya da kahverengi mi? Ne renk olduğunu anlamadığı gözleri. Sert bakışları ve çekici çene çukuru... Olivia onun yakışıklı olduğunu düşündüğü için bir an kendine kızdı. Sanki hayatında daha önce yakışıklı bir adam görmemişti. Şu an gözünde Andreas McGray, acımasız bir katildi. Ve bu katile hayatının şokunu yaşatacaktı. Sumata'yı hafife aldığı için pişman olacaktı. Genç kız bahçeye bakan pencereye doğru ilerledi. Dışarıda kalabalık bir asker grubu, talim yapıyordu. Kendini belli etmeden bir süre onları izledi. Sonra yatağına dönüp uzandı. Gözünü kapatacağı sırada, kapının çalınması ile irkildi. Daha kendini toparlayamadan, bir anda içeri giren genç kızla gözgöze geldi. Aila olduğu yerde donup kalmış, Olivia'ya şaşkın bir şekilde bakarken, “Aman Tanrım! “ dedi dudaklarının arasından. "Sumata... Bu sen misin?" Olivia bir an ne yapacağını şaşırıp, yatağın üzerinde bulunan şalına uzanırken, Aila hızla kapıyı kapatıp, genç kızın yanına geldi. “Dur Sumata.” dedi gayet hoş ve sevecen bir sesle. “Sakın benden çekinme.” Sonra genç kızı dikkatlice inceledi. “Tanrım! Ne kadar güzelsin...” diye devam etti. “Ben... Tahmin etmiştim fakat bu kadarını asla beklemiyordum.” "Leydim lütfen...” diye cevap verdi genç kız. “Beni böyle görmenizi asla istemezdim.“ "Sumata seni anlıyorum... Bir hizmetçinin bu kadar güzel olması gerçekten ürkütücü. Seni kullanmak isteyebilecek erkekler olacak. Hatta buna abim de dâhil. Sakın benden çekinme. Asla seni ele vermem.” "Çok… Çok teşekkür ederim.” "Bana teşekkür etme. Bu bir kadın dayanışması diye düşün. Aslında buraya seninle konuşmak için gelmiştim.” "Benimle ne konuşacaksınız?” "Sen uzun yıllar İngiltere'de kaldın ve anladığım kadarıyla eğitimli bir kızsın. Yani gerçek bir hanımefendi gibi davranmanın nasıl olduğunu görmüşsündür. Ayrıca İngilizler bize göre daha... Şey?” "Görgülü.” "Evet.” "Benden ne istiyorsunuz leydim?” "Beni eğitmeni. Bilmediğim şeyleri öğretmeni. Ne dersin?” "Ben mi?” "Tabii ki sen.” "Ama abiniz bu konuda ne der?” "Abimin duymasına gerek yok ki. Hem o benim ne yaptığımla ilgilenmez.” "Ya fark ederse?” "Hiç sanmıyorum. Ona kalırsa evlenmesem de olur. Beni hayatı boyunca yanında tutmaya niyetli.” "Bilmiyorum Leydim?” Aila genç kızın elini avuçlarının arasına aldı. “Arkadaşlar sır saklamak için vardır Sumata. Birbirimizin sırrını pekâlâ saklayabiliriz.” Olivia genç kızın teklifini kabul etmekten başka çaresi olmadığını anladı. Ayrıca Aila'nın istediği şey onun için çok kolaydı. Çünkü Olivia Peterson asil bir leydi gibi davranmayı zaten biliyordu. Şu an sünepe bir Hintli gibi görünse de genç kız asaleti ve görgüsü ile bile Andreas McGray'i alt edip aşağılayabilirdi. "Tamam, kabul.” dedi Olivia. “Size bildiğim her şeyi öğreteceğim.” "Sana yemin ediyorum Sumata. Abime evimizde muhteşem güzellikte bir peri kızı olduğundan bahsetmeyeceğim.” Aila bu sözü içtenlikle verirken, ister istemez düşündü. Eğer abisini biraz olsun tanıyorsa, bu güzelliği görünce yatağında isteyeceği kesindi. Fakat buna izin vermeyecekti. Olivia gece doğru düzgün uyuyamadı. Yatağında sürekli dönüp dururken, düşmanının kalesinde neler yapacağını düşündü. Andreas McGray'in etrafında çok dolaşmaması söylendiği için, o ona nasıl ulaşacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Bir ara gece yarısı kalkıp, mutfağa gitti. Hizmetçilerin çoğu uykuda olmasına rağmen, kalenin içinde nöbet tutan askerler dikkatini çekti. İlgilerini çekmeden odasına geri döndüğünde, işinin zor olduğunu bir kez daha anladı. Ertesi sabah erkenden uyanıp, onu gizleyen giysilerini giyip, odasından çıktı. Bu kez ateş kırmızısı renginde saten kumaştan bir elbise tercih etti. Elbisenin üst kısmı boynuna kadar dar ve kapalı, beline tam otururken, etek kısmı hafif kabarıktı. Kırmızı şalı ile başını kapatıp, saçlarını gizledi. Göz kapaklarının üzerine siyah bir boya sürdü. Yanında getirdiği metal ve parlak renkte üç bileziği koluna, taşlı iki yüzüğü de parmağına takıp, aynada bir süre kendini izledi. Tam manası ile bir Hintli ‘ye benzediğine karar verdi. Genç kız ağır adımlarla koridora çıkıp, mutfağa doğru yol alırken, onu merakla izleyen asker ve hizmetçilere aldırış dahi etmedi. Her ne kadar basit ve tuhaf giyimli bir kız gibi görünse de, Olivia Peterson gibi asil yürümesinden, hatta tavrından vazgeçemiyordu. Mutfaktan içeri girince, içeride olan telaş ve koşuşturmaca hemen ilgisini çekti. Eppie tezgâhın başında yiyeceklerle uğraşırken genç kızı fark edip, “Sumata! “ diye bağırdı. “Orada dikilip durma. Görmüyor musun işimiz başımızdan aşkın? Hemen bir şeylerin ucundan tutmaya başlasan iyi olur." Olivia yaşlı kadına doğru ilerleyip, son derece itaatkâr bir tavırla “Tamam Bayan Eppie.” diye cevap verdi. “Lütfen ne yapmam gerektiğini söyleyin.” Eppie elindeki sebzeleri doğramayı bırakıp, bıçağı ona doğru uzatarak, “Al şunları doğra. Öğlen yemeği çok kalabalık olacak. İskoçya'nın önemli klan liderlerini ağırlayacağız.” dedi. Olivia kadının dediğini yapıp, işe koyuldu. Demek ki bugün katiller için ziyafet düzenlenecekti. Hepsinin de Andreas McGray gibi adamlar olduğunu hayal edince, öfkesi daha çok arttı. Belki de bir araya gelmelerinin sebebi İngiltere hakkında savaş planları yapmaktı. O yemeğe mutlaka katılmalı ve neler konuştuklarını duymalıydı. Ama nasıl? Evet, bu önemli bir sorundu çünkü McGray onu etrafta gezinirken görmek istemiyordu. Peki, onun isteği önemli miydi? Tabii ki de hayır! Öğlene kadar tüm hizmetçiler ziyafet için canla başla çalıştılar. Olivia da onlara yardım etmek için elinden geleni yaptı. Yalnız ortalıklarda göremediği tek kişi, ilk günden kavga ettiği Sidelya denilen kızdı. Anlaşılan o ki Sidelya sadece efendisine hizmet için orada bulunuyordu. Gerçi bu durum Olivia'yı hiç rahatsız etmedi, aksine onunla karşılaşmadığı için mutlu bile oldu. Kalenin büyük salonu dolmaya başlarken, masada birbirinden çeşit İskoç yemekleri harika görünürken, Olivia mutfağın bir köşesinde içeride olanları merak etmekle meşguldü. Lanet olsun oraya gitmesi gerekiyordu. Burada öylece beklemek çok sıkıcıydı. Eppie mutfağa girince, Olivia'ya dikkatlice bakıp, “Sumata neden hala buradasın?” dedi merakla. “Bilmem Bayan Eppie. Nerede olmam gerekiyor ki” dedi genç kız. “Tabii ki salonda canım. Gidip yemeklerin ikramına yardım et. İçerisi o kadar kalabalık ki kızlar yetiştirmekte zorlanıyor.” "Ama efendiniz beni görünce?” "Boş ver sen onu. Şu an o çok meşgul. Varlığından bile haberdar olacağını sanmıyorum. Hem sen de ona çok yaklaşmamaya çalış. Misafirlerin yemekleri ile ilgilen.” "Tamam efendim.” Tanrım fırsat ayağına gelmişti. Eppie farkında olmadan ona iyilik yapmıştı. Genç kız hızlı adımlarla mutfaktan çıkıp, salona yöneldi. İçeriden gelen kahkaha sesleri koridorda yankılanırken, kapıdan girer girmez, masada bulunan adamların neşe içinde bardaklarını havaya kaldırdıklarını gördü. İçlerinden biri bağırarak, “Ölü İngilizlere! “ derken diğerlerinin eğlendiği açıktı. Olivia kendi dillerinde konuşan adamların, dediği şeyi duymazdan gelmeye çalışsa da ellerini öfke ile sıkmaktan kendini alamadı. Bakışlarını adamlardan kaçırıp, hizmet eden diğer hizmetçilere katılıp, masalara servis yapmaya başladı. Uzun ve geniş masanın en başında oturan Andreas, genç kızı içeri girdiği andan beri dikkatlice izliyordu. Daha ilk girdiği anda onlara olan bakışlarını fark etse de kızın bu kadar güçlü adamların arasında ürktüğünü düşündü. Üzerindeki kırmızı elbise gerçekten ilgi çekici görünse de, hiç hoşuna gitmedi. Bu kızın giyiminden kesinlikle hoşlanmıyordu. Yanında oturan bir başka klan lideri Andreas'ın baktığı noktaya bakıp, “Bu kız da kim?” dedi merakla "Ne kadar farklı giyinmiş.” "O bir Hintli.” diye cevap verdi Andreas dudaklarının arasından. “Yeni satın aldım.” "Andreas seni şanslı adam! Hintli kızlar çok güzel olur. Eline nasıl düştü peki?” "Ne güzeli Ian! Kızın çok çirkin olduğundan emin olabilirsin. Ayrıca da çok bilmiş.” Lort Ian hizmet eden kızı derin bakışları ile süzerken, “ İstersen bana sat dostum.” dedi gülerek. “Ben onu yola getirmeyi iyi bilirim.” Genç adam bu teklife sıcak bakarken, aklına kardeşine verdiği söz gelince "Şimdi bunu yapamam.” dedi boğuk bir sesle. “Ama iyi ki teklif ettin. Eğer ondan kurtulmak istersem ilk önce senin haberin olacak.” Olivia her bir adamın önüne et yemeği dolu tahta tabakları yerleştirirken, onlarla gözgöze gelmemeye dikkat etti. Genç kız onları dikkatlice incelemese de İskoç erkekleri gerçekten çirkindi. Hem yüz ifadeleri, hem de iri vücutları midesini bulandırdı. Birde kendi aralarındaki konuşmalar o kadar terbiyesizceydi ki Tanrı’ya şükür kendi dillerini kullanıyorlardı. Gerçi bu dili bilse de, en azından onlara belli etmediği için rahattı. Şimdi duyduğu küfürleri, İngiliz askerlerinden bile duymamıştı. En azından yanında böyle konuşmuyorlardı. Andreas yanına kadar gelen kızı dikkatlice izlerken, yemeğini servis yapmasını bekledi. Olivia genç adamın tabağını et yemeği ile doldurup, onunla gözgöze gelmemek için, başını yere devirdi. Zaten şalı yüzünden bu pek mümkün değildi. Bu arada Andreas'ın yanında oturan genç adamın dediklerini duydu. “Andreas hizmetçinin poposu ne kadar sıkı merak ettim dostum.” dedi adam iğrenç bir şekilde sırıtarak. "Yanıma gelince dokunup merakımı gidereceğim.” Olivia adamın dediğini tabii ki anlamıştı ama onların dilini bildiğini fark ettirmemek zorundaydı. Pis domuz! Senin o ellerini kesmek vardı şimdi! Kendisine dokunmasına asla kesinlikle tahammül edemezdi. Andreas arkadaşına alaycı bir bakış atıp “Ben hiç merak etmiyorum Ian.” diye cevap verdi gülümseyerek. “İnan vücudu beni ilgilendirmiyor. Ayrıca hizmetçimden uzak dur dostum şu an bana ait!”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD