2.Sera Mel Vera

2323 Words
Ormanın derinliklerine doğru ne kadar koştum bilmiyorum. Saatlerin üzerimde birikmiş yorgunluğu, susuzluk ve açlık beni tamamen bitkin bir hale getirmişti. Aralarından hızla koştuğum ağaç dalları kollarımda sayısını hesaplayamadığım kadar çok sıyrık izleri bırakmıştı. Kendimi onlardan gizlemeyi başarmıştım, lakin koskoca ormanın ortasında yapayalnızdım. Ama kim bilir, belki şimdi işler başka türlü gelişebilirdi. Mümkün müydü bu? Neye yarayacaktı? Nasıl olursa olsun, hiçbir şey yapmaya cüret edemeyecektim ki. Beklemekten başka bir şey yapamazdım. Bir insan tek başına kalmış aklının uçsuz bucaksız koridorlarında, hiç kimse kendisine erişemezken, kendisini kurtaramazken, başı boş dolaşırsa, korkunç bir kaybolmuştuk duygusuna kapılır. Anıları karmakarışık olmuş bir insandan daha aciz bir yaratık düşünülemez. Derken yattığım çalılığın arkasından ayak sesleri ile birlikte birkaç konuşmaya kulak misafiri oldum. Boğuk çıkan bir erkek sesi “— Dünyalılar, sefil yaratıklardan başka bir şey değiller, inançları da olmasaydı, neleri kalacaktı ellerinde? Bunun dışında, her şeyleri alınmış ellerinden. Yoksul bir dünyaya, yoksul bir yaşama mahkûm edilmişler” dedi. Varlığımı hissetmemesi için adeta bir ölü kadar hareketsiz ve sessiz durmuştum. Ayak sesleri ormanın diğer tarafına doğru uzaklaşmaya başladı ve tamamen kayboldu. Ağaçların arasından vurmaya başlayan sabah güneşi bu kez benim için hiç neşe verici değildi. Saklanabileceğim tek yer karanlığa bürünmüş ormandı. Şimdi ise ilerlemekten başka çarem kalmamıştı. Olup biteni kavramak için kısa bir an yetmişti bana. Ciğerlerim sabahın taze havasıyla dolarken, anılarım da canlandı: İki uzay yolcusuyla burun buruna gelmem, bana söyledikleri şeyler, sonra da felâketten kaçışlarımı... Silkinip gerindikten sonra, dayanılmaz bir meraka kapılıp, hızla yürümeye başladım. Kendime saklanacak büyük bir ağaç bulduğumda durdum. Öylesine şiddetli bir hiçlik... bir yokluk duygusu kaplamıştı ki içimi, birkaç dakika sonra boğucu bir paniğe düşmüştüm. Olayın gerçek boyutları daha yeni yüzüme vurmaya başlamıştı. Artık yanı başımda tanıdığım ve güvenebileceğim tek bir kişinin bile olmayışı gerçeği. Saklandığım ağacın arkasında öylece duruyorken kafamı eğip üstüme baktım. Her yerim Lane'nin kurumuş kanlarıyla kaplanmıştı. Sırtımdaki çantamı yere bırakıp içinden elime geçen ilk kıyafeti aldım ve üstümdeki tişörtü çıkardım. Kumaş parçası kollarımdan sıyrılıp çıktığı anda dün gecenin yüklerinin biraz olsun üzerimden atıldığını hissettim. Açıkta duran çantaya baktığımda Susan için bulduğum su şişelerinden birine takıldı gözüm. Derinden içli bir nefes alarak şişeyi sıkıca tuttum ve açarak kollarımda leke yapan kanların üzerine dökmeye başladım. Bu savaşın kirliliğinden ne kadar arınabilirdim bilmiyorum ama en azından sadece dışımda temizlenebilirdim. Yeni kıyafeti üzerime geçirip aceleyle çantayı sırtıma attım ve yoluma devam ettim. Kısa bir süre sonra ormanın sonlarına doğru büyük bir yer kaplayan gölün kenarına geldim. Bir süre öylece ayakta dikildikten sonra yere çöküp kendi yansımamı gölde seyretmeye başladım. Başımı bir o yana bir bu yana çeviriyordum; sonra derin bir iç çektim ve birkaç saniyeliğine gardımı düşürüp kafamı dizlerime koyarak gözlerimi kapattım. İçimi bürüyen korkuyla göl kıyısından ayrılıp, toprağın dışına çıkmış ağaç köklerine tutunarak, sıkı olmayan zeminli dik kıyıdan yukarı tırmanmaya başladım. Tepeye ulaşınca karşıma yaklaşık üç yüz metre sonra kurulmuş küçük bir kamp alanı çıktı. Kampa varınca çadırların arasından sessizce ilerlemeye başladım. Kamp oldukça sessizdi; Etrafta her şeyin üzerinde bir ağırlık ve uykulu bir hava hâkimdi. Kampı izleyebileceğim kadar uzak bir mesafede saklandım ve saatlerce birilerinin gelmesini bekledim. Burasının savaştan önce mi, yoksa sonra mı kurulduğu içimi kemiren bir soruydu. *** Bir hafta sonra: Günler acımasızca birbirini takip ederken artık kampın tamamen boş olduğuna ikna olarak bir süreliğine saklanma yeri ilan etmiştim. Beni birkaç gün idare eden yiyecekler ve sular artık bittiğinde eşyalarımı toparlayıp gitme zamanımı belirlemiştim. Bir hafta içinde boş durmadan kendi çapımda saklanmayı, dövüşmeyi ve silah bulmayı öğrenmiştim. Bu konuda bana destek olan sporcu geçmişim sonunda hayatımın bir noktasında kendimi korumam için bana yardımcı olmuştu. Saatlerdir çıktığım yolda artık bitkin düşerek yere yığılma durumuna gelmiştim. Ürpererek kollarımı ovaladım. Yapılması gereken çok şey vardı, ama çoğu daha sonraya kalmıştı. Bir sürü soruya yanıt bulunması gerekiyordu ve bu da sonranın işiydi. Kafamdaki belli belirsiz düşüncelerle birlikte ilerlemeye devam ettim ve ölüm sessizliğine bürünmüş şehir merkezine geldim. Adeta bir trafik zinciri misali yolda öylece bırakılmış arabalara yanaştım ve eğilip görünmeden ilerlemeye çalıştım. Kafamın üzerinden sinek vızırtısını andıran bir ses geçtiğinde bakışlarımı yukarı kaldırmadan kaybolmuştu. Ne yapacağımı bilemez halde çantamı sıkıca tutup koşmaya başladım ve gözüme gestirdiğim ilk binaya girmeyi hedefledim. Ne yazık ki, ben hedefime yaklaşamadan bile birisi peşime düşmüştü. Dönüp bir saniyeliğine arkama baktığımda, uzun boylu ve biçimli bir adamın beni takip ettiğini gördüm. Normal bir insandan kat kat daha fazla hızla ilerliyordu. Ben binanın içine girib yolu yarılamadan o beni ensemden yakalamış ve kendine doğru çekmişti. Eli tenime dokunduğu anda göz bebeklerim sanki yuvalarından fırlayacak gibi oldu ve tenim cehennem ateşiyle yanmaya başladı. Gözlerim tamamen kapandığında önümde birkaç görüntü ışık hızıyla geçti. Yüzünü sadece bir saniye gördüğüm adamla geçirdiğim birkaç romantik sahneden başka bir şey değildi. Kendime geldiğimde hızla kendimi ondan kurtarmak istedim. Benden daha sonra kendine gelmiş olmasının etkisiyle ellerinin arasından sıyrıldım ve hızla yerde duran şişelerden birini alarak duvara vurdum. Kırılan şişe parçaları ayaklarımın altına döküldüğünde, elimde kendimi koruyabileceğim bir silah bırakmıştı. Adam tamamen kendine geldiğinde sinirle “Büyücü” diye söylendi. Küçük dilimi tutarak sadece “Ne!?” diyebildim. Kırık şişeyi tuttuğum elimi ışık hızıyla kavrayıp ters döndürdü ve beni sertçe duvara çarptı. Arkamda durduğu için kulağıma yaklaşıp “Bu küçük numaralarla zihnime girebileceğini mi sandın?” diye konuştu. Nefes nefese kendimi zorla toparlayıp “Bunu bir insanın yapabileceğini sanmıyorum, oyun oynamayı kesmelisin” dedim. Bana gösterdiği görüntüler her neyse, hepsi onun beni zayıf düşürmek için yaptığı bir oyundan ibaretti. Sıkıca tuttuğu kolum ağrıdan uyuşmaya başladığında acıyla inledim ve sıkıca gözlerimi kapattım. Dikkatimi dağıtmak için sağ ayağımı defalarca kez sertçe yere vuruyordum. Acının verdiği son enerjiyle kafamı sertçe geriye attım ve onun beni bırakması için zemin yarattım. Bir saniyede kendimi toparlayıp sakinleşmezsem nefes nefese kalacak ve ona karşı savunmasız durumda olacaktım. O an aldığım nefes yumruk gibi boğazıma oturdu. Sinirle bana doğru döndü ve elini boğazıma atıp duvara çarptı. Ağzımı açıp da dışarı çıkmasına izin vermediğim çığlık göğsümde patlayacak gibiydi. Yüzüm kıpkırmızı kesilmişti. Elimi kaldırıp onun boğazımı sıkan ellerinin üzerine koydum ve gözlerimi kapattım. Eğer gerçekten bu adamla bir bağımız varsa ve bütün olanları unutmuşsak, hiç değilse kim olduğumu hissedebilirdi. Aksi takdirde olanları gözümde canlandırdığımda, tüylerim diken diken oldu. Bilincim tamamen kapanmadan önce sadece yüzüne bakıp “Lütfen, yapma” diyebildim. Zar zor nefes alabiliyordum. Bunu hiç beklemiyordum... İçim acıyordu. Beni öylece yere fırlatarak odanın diğer ucuna doğru yürümüştü. Gözlerimin kenarlarında biriken yaşları hızla sildim ve öksürerek havasız kalan ciğerlerini dizginlemeye çalıştım. Korkudan kalbim göğsümden fırlayacakmış gibi atıyordu, tüylerim elektrik verilmiş gibi diken diken olmuştu. Eğer bütün uzay yolcuları onun kadar güçlüyse, o zaman onlara karşı nasıl savaşabilirdim ki? Zira buradan sağ çıkıp çıkmayacağım bile belirsiz bir konuydu. Bir anda adrenalin önce göğüs kafesime sonra kollarıma hücum etti, ama içimden geldiği gibi çığlık atıp yüzüne bir yumruk indirmek yerine altdudağımı ısırdım ve yumruğumu sıktım. Ayağa kalkıp “Şimdi ne olacak? Beni öldürecek misin?” diye sordum. Odanın diğer ucundan bana doğru döndüğünde “Bir uzaylıyla iş birliği yapacak değilim” diye ekledim. Belki de şu an en son kurmam gereken cümleyi söylemiş olabilirdim. Öfkeyle yüzüme bakıp “Öncelikle adım Alex, diğer konuya gelirsek asıl ben bir insanoğluyla anlaşma yapmam” dedi. Başını eğip ensesini kaşıyarak odanın içinde yürümeye devam ederek “Sadece bu görüntülerin neyin nesi olduğunu öğrenene kadar hayatta kalacaksın” dedi. Şu anda boşver. dikkat etme. Hayat Adil Değil deyip koyuvermenin manası yoktu. Daha önce yapmış, dersimi de almıştım. Bu şekilde incinmenin kimseye bir faydası olamazdı. Onların ırkının bizimkinden daha gelişmiş olması, bizim bir anda silinebilecek kadar önemsiz varlıklar olduğumuz anlamına gelmezdi. Her adım atışımda içimdeki şüphe büyüyor, giderek kendimi daha aptal hissediyordum. Bir görüntü yüzünden, bütün fikirlerimin karmakarışık olduğuna inanamıyordum! Geçmişimizle ilgili cevaplar neredeydi? Neden böyle bir durumun içinde kalmıştık? Kafamdakı bütün düşünceleri bir kenara itip odanın içinde dolaşan adama doğru ilerledim. Alex'in dikkati tamamen başka yerlerdeydi. Yanına geldiğimde elimi koluna koyup olabildiğince yaklaştım. Diğer elimi göğsünün üzerine koyup bakışlarımı kaldırdım ve “Geçmişimizi hatırlıyorum” dedim. Tek kaşını havaya kaldırıp kuşkucu bakışlarla “Nasıl?” diye sordu. Bu yakınlığa daha fazla maruz kalmadan, dikkati dağıldığı anda elimi belindeki silaha attım ve hızla kavrayarak geri çekildim. Elimle silahı kavradığım an bir rahatlama hissi içimi kapladı. Doğrulup derin bir nefes aldım ve kendimi talim yapıyormuş gibi düşünmeye zorladım. Bu türden senaryolar üzerine milyonlarca defa tatbikat yapmıştım. Kendimi nasıl kurtarırım, nasıl savunurum, karşımdakini nasıl etkisiz hale getiririm, biliyordum. Beni baştan aşağı süzdükten sonra gözlerini gözlerime dikince, bazı sözler kulaklarımda çınladı. YAPMA! Geniş omuzlarıyla bana doğru ilerledi. Onu vurmak istemiyordum, bununla birlikte içimden bir ses silahın onun hiç umurunda olmadığını söylüyordu. Konuşmaya başladı. Farklı bir dilde. Alçak, emreder gibi bir ton kullandığından, her ne söylüyorsa kötü bir şeyler, ölümcül bir şeyler olduğundan emindim. “Hadi ama, aptallık etme.” Geriledim, ayağım yerdeki şişelere takıldı. “Seni vurmak istemiyorum.” Bana iyice yaklaştı, aramızda neredeyse bir metrelik bir mesafe kalmıştı. Ağır aksanlı bir İngilizceyle konuşarak “Onun beni yaralayabileceğini mi düşünüyorsun?” dedi. Kahretsin, beni buna mecbur edecek. Kararsızca ateş ettim. Silah sesi gecenin sessizliğinde bir bomba gibi yankılandı, mermi adamın uyluğuna saplanırken geri tepiş kuvvetini bedenimde hissettim. Alex bir an duraksayarak geri çekildi, sonra yine bana doğru yaklaşmaya devam etti.Gözlerim fal taşı gibi açılmış, ağzım kurumuştu. Deli gibi atan nabzımı kulaklarımda hissedebiliyordum. Kolunun istemsiz bir homurtu sesi çıkarmasına neden olacak denli kuvvetli bir biçimde aşağı inişinden önceki saniye hiç bitmeyecek gibi geldi. Silahı doğrultup tetiği bir kez daha çekerken, elimi neredeyse hissetmedim bile. Bu defa kurşun sağ omzuna saplandı. Öldürücü bir darbe değildi, ama en azından üzerime gelmesini engellerdi. Kolu aşağı düşerken olduğu yerde durdu ve yarasından akan kana baktı. Sonra deliye dönmüş gözlerini bana çevirerek sırıttı. Bittin sen. İki adım atıp hamle etti. Kolunu yakaladım, yaralı olduğu için gücümün onu tutmaya yeteceğini umuyordum. Yüzüyle yüzüm arasında birkaç santim mesafe vardı; gözlerindeki, hedefe kilitlenmiş ışığı görebiliyordum. Sol şakağından ter süzülüyordu. Kenetlenmiş dişlerinin arasından yine o tuhaf dilde bana sövüyordu. Yumruk yaptığı diğer elini savurdu, ama acısını düşünerek dirseğimle durdurmayı başardım ve o anda kasıklarına bir arabanın kaportasını göçertmeye yetecek güçte bir tekme indirdim. Gerileyerek iki büklüm oldu. Şaşkınlıkla “Bu numaranın bir uzaylıda bile işe yaradığına inanamıyorum” diye konuştum. Alex tekrar ayağa kalkmaya başladığında korkuyla geri gitmeye başladım. Mermisi biten silahı hızla yere fırlatıp içgüdülerimle davranmaya başladım. Ok gibi fırlayıp yerdeki bıçağı kaptım, saçlarım dağılmış, gözlerimin önüne dökülmüştü. İkinci bir kavganın daha içine girmemek için hızla koşmaya başladım. Binadan ayrılıp ıssız sokakta tam köşeyi dönmüştüm ki ardımdan bana yetişen Alex'in bileğimi kavradığını fark ettim. Neye uğradığımı şaşırarak bir çığlık attım. Beni çekip döndürdü, kollarımı kıvırdı. Hayır! Kendimi darbeye hazırladım.Yere ilk önce dirseklerim çarptı, bir saniye sonra da alnım çatırdayarak asfalta kapaklandı. Elimdeki bıçak bir yana uçtu. Her yanım sızlıyordu, gözlerimi kör eden ağrıyı kafatasımın içinde hissediyordum. Bu da ne böyle! Her yeri göz kamaştıran yeşil bir ışık kapladı. Her tarafım uyuşmuştu, nabzım deli gibi atıyordu. Kendimi bir an önce toplamazsam telaşa kapılıp karşı koyma gücümü hepten yitirecektim. Eğer yere düştüysen, karşı koymaya devam et! Çaresiz kalmamak için elinden ne geliyorsa yap! Panik duygusundan kurtularak ters dönüp körlemesine etrafı araştırmaya başladım. Elimle yeri yoklarken kabzaya değdiğimi fark ettim ve başucumda durduğunu anladığım bıçağı kavrayarak doğruldum. Bir şeye denk gelmesini umarak var gücümle savurmaya başladım. Kalbim davul gibi gümbürdüyordu, sesinden kulaklarım neredeyse sağır olmuştu. Yavaş yavaş gözlerim görmeye başladı. Alex bacaklarımın arasına diz çökmüştü, iki eliyle hançerin kabzasının dibinde görünen küçük bir bölümünü tutuyordu; gerisi göğsüne saplanmış haldeydi. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi duruyordu, bunu hiç beklemiyormuş gibi şaşkın bir hali vardı. Zaman geçiyordu. Gözlerimizi birbirimizden hiç ayırmadan bakışıyorduk. Birden ifadesi değişti, bakışlarında bir pişmanlık belirdi. Genzim şişip kurumuştu. Bakışlarımı önümdeki adama diktim, gözyaşlarım gözlerimi yakıyordu. Yirmi beşinden büyük olamazdı. Sağlıklıydı. Yakışıklıydı. Eğer gördüğüm görüntüler doğruysa güzel bir hayatımız olabilirdi. Tanrım. Az önce birsini öldürmüştüm -parmaklarım bıçağın kabzasını kavradı- hem de lanet olası minyatür bir kılıç kullanarak yapmıştım bu işi. Titreyen ellerimden birinin tersiyle ıslak gözümü sildim. Eklem yerlerim bembeyaz kesilmiş, parmaklarıma kramp girmiş olsa da diğer elimle bıçağı sıkı sıkı tutmaya devam ediyordum. Bir daha hiç kıpırdayamayacak, şokun etkisinden kurtulamayacak gibiydim. Yabancı biri tarafından saldırıya uğramanın şoku. Hayatta kalmak için mücadele etmek. Onu öldürmek... Yerinden çıkacakmış gibi atan kalbimi sakinleştirmek için bir an durup derin nefes aldım, kalkmak üzere yana döndüm, ama birden Alex'in bedeninin kıpırdadığını fark ettim. Hayretler içinde yeniden yere oturdum ve gözlerimi kırpıştırdım. Bıçağı tutan parmaklarım gevşedi. Sokak lambasının ışığı üzerine vuruyor ve bulaşan kanı parıldatıyordu. Hâlâ açık duran ağzımdan keskin bir kahkaha patladı. “Cidden oldu mu bu?” Gecenin sessizliğinde sesim çok cılız çıkmıştı. “Cidden mi?”. Ben kendime ardı ardına soruları saydırmaya devam ederken Alex'in gözleri açıldı ve ilk baktığı yer benim yüzüm oldu. Elini kaldırıp boğazıma doğru götürmek istedi ama yaralı olduğu için bunu yapmadan önce geri çekilebilmiştim. Son anda kendime gelip elimi bıçağın kabzasına götürdüm ve “Eğer bunu çekersem ölecek misin?” diye saçma bir soru sordum. Hayatımda kaç kere bir uzaylı bıçaklamıştım ki? Kafasını iki yana sallayarak çıkarmam için işaret verdi. Sıkıca tuttuğum hançeri bir anda hızla çekip çıkardım ve Alex'in acı eşliğinde duyulan seslerine şahit oldum. Yarası birkaç saniye sonra birleşmeye ve cildi eski kusursuz halini almaya başladığında “Hayır, olamaz” diyerek korkuyla yerde geriye doğru sürünmeye başladım. Ayağa kalktığı anda o bıçağın hesabını benden alacağına emindim. Kolumu kaldırıp yüzümü kapattım ve kafama gelecek herhangi bir darbeyi önlemeye çalıştım. Az önce yaptıklarımdan ve gördüklerimden dolayı dikkatim tamamen dağılmıştı, hazırlıksız yakalanmıştım. Damarlarımdaki kan ışık hızıyla akıyordu, her tarafım uyuşmuş, kafam allak bullak olmuştu. Alaycı bir ses tonuyla “Sarhoş falan mısın?” diye sorduğunda “Hayır,” diye boğuk bir sesle hırıldadım, dizüstü dönüp zayıf düşen bedenimi ayağa kaldırmak için avuç içlerimi asfalta dayadım. Dengede durmayı becerdiğimde ellerimi kot pantolonuma sildim. “Ee?” Hâlâ şokta olduğumu ve ani bir şey söylemek için ruh halimin pek de uygun olmadığını bildiğimden şöyle bir yutkundum. “Merak etme seni bıçaklayacak değilim” dediğinde daha sonra şunları ekledi. “Benim gibi iyileçeceğini bilsem, kafanı bile koparırdım” dedi. Korkuyla küçük dilimi tutarak sertçe yuktundum ve bir şey söylemeden öylece durdum. Islatıp eline aldığı bezle üzerindeki kan izlerini silerken deminkine nazaran daha sakin bir ses tonuyla “Pekala, ismin nedir?” diye sordu. Durumu daha da çıkılmaz bir vaziyete sokmamak için aynı şekilde sakince konuşup “Sera Mel Vera” dedim.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD