3.Göl evi

1958 Words
Alex adımı duyduktan sonra birkaç saniye öylece durdu ve ardından hiç beklemediğim bir teklifte bulundu. Bu esrarengiz olayı araştırmak için kırk sekiz saat onunla birlikte kalmamı ve ardından beni serbest bırakacağını söyledi. Teklifini kabul etmezsem muhtemelen beni bekçilere teslim eder ve kendi yoluna giderdi. Böylesine güçlü bir varlıkla nasıl başedebilirdim ki? Belirsiz bir şekilde sessizce durmaya devam ettiğimde “Hiç merak etme, fazladan odamız var” dedi. Duraksadığımı görünce, “Ne diyorsun, tamam mı?” diye sordu. “Tabii,” dedim derin bir iç çekip gözlerimi boşluğa çevirerek. “Neden olmasın?” Beklediği cevabı aldığında kafasını sallayarak sokağın sonunda duran aracı gösterdi. Bunlar arasında ne tür bir sistem vardı? Yöneticileri kimdi? Cevaplanması gerek o kadar fazla soru birikmişti ki. Bütün bunların bir kısmını bile olsa Alex'ten öğrenmenin yollarını bulmalıydım. Belki küçük bir duygu oyunu tüm işi kolaylaştırabilirdi. Araca binip hızla şehrin çıkış yolunu yarıladığımızda araba kemerli köprünün tek şeridi üzerinde ilerlemeye başladı. Yine lanet olasıca kapı koluna yapıştım; çünkü diğer şeritteki asfaltta koca koca çukurlar oluşmuştu. Alex yan gözle bana baktı, gülümseyişinden korktuğumu anladığı belli oluyordu. Endişeli halim hoşuna gitmiş gibiydi, “Çok az kaldı,” diye mırıldandı. Öne doğru eğilerek radyoya uzandı, bu şekilde yolu takip etmesi çok zordu. Araba tehlikeli bir biçimde bariyerlere yaklaşmaya başladı. Kapı kolunu kavrayan elimi iyice sıkarken “Aramızda ölümsüz olmayanlar da var. Bunu unutmasan iyi olur" dedim. Yaklaşık on dakika yolculuktan son araba dursa da motor vücudumun içinde gürüldemeye devam ediyordu, kulaklarıma tıkaç sokulmuş gibi hissediyordum. Hızla arabadan aşağı atladım ve sırt çantamı omzuma attım. Ayaklarım yere basmıştı sonunda. Dizlerimin üstüne çöküp o kamyondan sağ salim indiğim için şükretmek geliyordu içimden, ama olduğum yerde durup yeniden dengemi kazanmaya çalıştım. “Bu taraftan,” Alex'in sesi karanlıkta yankılandı. Karanlığın içine gömülmüş patikadan yürüyerek vardığımız yolu dikkatle izledim. Bu evi görür görmez sevmiştim, güzelliği akıp giden zaman ve bakımsızlıktan gölgelenmiş olsa da kişilikli duruşunu yitirmemişti. Alex evin kapısını açarken omzunun üzerinden sordu: “Süper, di mi?” “Burayı ne zamandır kullanıyorsun?” diye sordum. İstila yaklaşık iki hafta önce olmuştu ve bir uzay yolcusunun ilk işinin şehir kenarında sakin bir eve yerleşmek olduğunu sanmıyordum. Arkaya dönüp “İki yıl önce” dedi ve kısaca cevapladı. Şaşkınca adımlarımı hızlandırdım ve yanına geçerek “Bir dakika, sen uzay yolcusu değil misin?” diye sordum. Kafasını iki yana sallayarak “Eğer beni öyle adlandırmayı seçiyorsan, evet öyleyim” dedi. “Peki nasıl iki yıldır burada yaşıyorsun?.” Evin içine addımlayarak “Dünyaya ilk gelişimiz olduğunu mu sanıyorsun?” diye konuştu. Onu takip ederek içeri geçtim ve pencereye doğru yürüyerek ormana dönmüş bahçeye baktım. Hâlâ canlı, dev bir meşe ağacı sol köşeyi kaplıyordu, ama sarmaşıkların ve keçisakalı bitkisinin uzun, gri dallarının arasına gömülü haldeydi. Çimenlerin yerini ölü yapraklardan oluşan bir halı ve minik mor çiçekler almıştı. Yüzünü ve ellerini göğe doğru uzatmış melek heykelinin tek kanadı kırıktı, üzerini yemyeşil yosun kaplamıştı. Çantamı yerden alıp merdivenleri çıkan Alex'i takip ettiğimde son basamakta durdu ve arkaya dönüp kolunu ahşap duvara yasladı. Yarattığı konum yüzünden hiçbir yere kımıldayamıyordum. Olmaması gereken kadar yaklaşıp “Onca insan arasından neden sen?” diye kendi kendine konuştu. Bunu bir hakaret olarak mı algılamalıydım bilmiyorum ama kafam epey karışmıştı. Geri çekilip bakışlarımı Alex'e diktim. “İzin verir misin?” dedim. İnsanı daha fazla geren kısa bir sessizlik anından sonra, ellerini indirip kenara çekildi. “Pekâlâ, buyur bakalım” dedi. Ağzımı bükerek gülümsedim. “Teşekkürler.” Sonra hızla yanından geçerek yukarıda bekledim. Başını kaldırdığında hayatımda gördüğüm en ürkütücü siyah gözlerle karşılaştım. Ağzım kurudu, yutkunamıyordum. Yüzümden ve sırtımdan ateş fışkırıyordu. Çatık siyah kaşları yüzüne şeytani bir ifade veriyordu, ama upuzun kıvrık kirpiklerle çevrili gözleri tam aksine hassas biri olduğu izlenimi uyandırıyordu. Yakışıklıydı, yüzü ruh haline göre şair de olurdu kabadayı da. Gözleri kısılırken daha sıkı kapanan dudakları, normalden daha koyu bir renkti. Çenesi gevşedi. Bir adım geriledim, tuhaf bir his kaplamıştı içimi, sanki içimi görebiliyormuş, ne olduğumu biliyormuş gibi geldi. “Her yerde seni arıyorlar, bilmiyor musun?” Boğazım düğümlendi, bir anda aklıma elindeki hançeri savuran manyak geldi. Yanağımı öyle kuvvetle ısırmıştım ki etimin yarıklığını ve ağzımın içine ılık, demir tadında kanın yayıldığını hissedebiliyordum. “Kim beni arıyor?” “Bekçiler.” “Tabii,” dedim ikiyle ikiyi toplayıp sonuca vararak, “Zaten bir kere yakalayıp öldürmeye çalıştılar. Bir daha o kadar yaklaşmalarına izin vermeyeceğim.” Kaşları havaya kalktı. “Onlar seni öldürmek istemiyor” dedi. Hiçbir şey anlamıyordum. Başımı sallayarak, “Nereden biliyorsun?” diye sordum. Tek kaşımı kaldırıp ona baktım, en azından onayladığını duymak istiyordum, ama o suskunluğunu korudu. Bu belayı başıma sarmayı nasıl becermiştim? Hayır, belayı saran ben değil, onlar beni bulmuştu aslında. Hiçbir şey söylemeden öylece işlerini halletti ve aşağı inmek için hareketlendi. “Hey, bir saniye.” Durdu, biraz döndü. “Bak, eğer bir şey biliyorsan... yani bu insanların neden benim peşimde olduğunu biliyorsan...” diye konuştum ama bakışları lafımı yarıda kesmeme neden oldu. 1,77 cm boyumla ondan pek kısa sayılmazdım, ama fırtına bulutunu andıran gözleri karşısında kendimi ufacık hissettim. Çenesi kenetlenmiş, bakışları sertleşmişti. Öne eğilerek kısık sesle konuştu. “Birlik birkaç saat önce, senin isminde ve tanımına uyan bir kişiyle ilgili telefon aldı...” dedi. “Bu da şu demek oluyor: Şehirdeki herkes peşinde.” “Sen de onlara çalışıyorsun.” “Sadece seni görmek istiyorlar. Kimse sana zarar verileceğinden söz etmedi. Ayrıca, evet, onlara çalışıyorum. Ama her zaman sözlerini dinlediğim anlamına gelmiyor bu.” Koridorun ucuna doğru yürüyerek bir odaya girip gözden kayboldu. Birden üstüme bir yorgunluk çöktü. Omuzlarım düştü. Peşinden gidip konuşmaya devam etmek istedim fakat şu an yalnız kalıp kendime gelmek ve kafamı toplamaktan başka bir şey istemiyordum, olan biteni hazmetmem gerekiyordu önce. Bu acele kaçma kararımın ya da arzumun -artık ne derseniz deyin- işe yaramayacağı ortadaydı. Hava karanlıktı. Kalacak bir yere ihtiyacım vardı. Derin bir nefes verdim, sanırım başka bir çarem yoktu. Alex'in çantamı bıraktığı yatak odasına döndüm, sakince halının üzerine oturdum. Ne var ki, koridordan gelen ayak sesleri şimdilik kafamı dinlemeye fırsat bulamayacağımın göstergesiydi. Gözlerim doldu, boğazıma bir yumruk oturdu. İnanmak istemesem de için için biliyordum. Söyledikleri doğruydu. Kader hepsini istediği yola sokmuştu, şimdi sıra bendeydi. Ilık bir gözyaşı yanağımdan kaydı, elimle silip kuruladım. Elimde yeterince bilgi yoktu. Emin olduğum tek şey, onlar iciny sıradan bir insandan farklı olduğumdu -ama bunu zaten daha en başından beri biliyordum. Daha küçükken bir şey beni öldürmeye çalışmıştı; ailemdeki diğer kadınlar bir lanetten ötürü yirmi beş yaşında ölmüştü. (Çok zayıf bir teori) Parmaklarımı birleştirip çenemi yasladım. Bir anda içine düştüğüm bu karmaşadan kurtulup huzura kavuşmanın bir yolunu bulmaya uğraşıyordum. Neyse... artık buradaydım.Şimdi yapılabilecek tek mantıklı iş Alex'le iş birliği yapmak ve yolcuların neden beni aradığıyla ilgili daha fazla bilgi edinmekti. Onların amacı bana zarar vermek de olabilirdi. İki gün. Bu iş için iki gün ayıracaktım. Hepsini halledip buradan defolup gidecektim. *** Uyandığımda dirseklerim çürümüş, sırtım tutulmuştu ve başım ağrıyordu. Gözkapaklarımın ardındaki kırmızılıktan anladığım kadarıyla, pencereden içeri güneş ışığı süzülüyordu. Bir gölgenin ışığı kesmesiyle gözlerimi sıktım. Döşeme tahtaları gıcırdadı. Gözlerimi açtım. Vücudumdaki her bir kasın donduğunu hissettim. Elim kendiliğinden kulağımın arkasına gidip bir tutama değince, yatağa girmeden önce saçlarımı açtığımı hatırladım. Saçlarımı omuzlarımın arkasına toplamak istiyordum, lakin tokamı her zamanki yerinde, sağ bileğimde bulamadım. Aralık bıraktığım kapıdan içeri Alex girerek “Tıpkı ateş rengi gibiler” diye mırıldandı. Elinde tuttuğu tokayı bana fırlatarak “Açık daya iyiler” dedi. Gözden kaybolana dek gözlerimi ondan ayırmadım. Kafamı biraz karıştırsa da beni ne kadar etkilediğini fark ederek şaşırmıştım. Açıklanamaz bir biçimde aramızda bir bağ olduğunu hissetmiş ve onunla ilgilenme ihtiyacı duymuştum. Başımı iki yana salladım. Ne önemi vardı ki bunun, yarın akşama buradan gitmiş olacaktım.Uyku sersemliğimi üstümden atıp saçlarımı toplarken ayağa kalkıp peşine düştüm. “Alex!” Merdivenlerin ortasında durdu; bir yandan saçlarımı topuz yaparak yanına yaklaşırken vücut dilinden benimle konuşmaya hiç de istekli olmadığını anlayabiliyordum. Elimin kolumun birbirine dolaşmasına neden oluyordu, ama bu durumu görmezden gelmeye çalışıyordum. İki basamak yukarısında durup kollarımı iki yana indirerek konuşmaya başladım. “Bu işi en kısa şekilde halledebilir miyiz?” diye konuştum. Dudaklarının kenarı, gülümsediğini düşündürtebilecek bir biçimde yukarı kalktı. Belki de yüzünü ekşitmişti. “Öyle yapacağız,” diye cevap verdi. Çıkış kapısının önünden geçerken eliyle işaret vererek onu takip etmemi söyledi. Anlaşılan o ki, konuşmam yüzünden olayları daha da hızlandırmıştı. Düşüncelerimi kendime saklamaya karar vererek rehberimin adımlarına ayak uydurdum. Evin arkasına giden yoldaki çatlaklara ve çitlerin içinden fışkıran, ağır sarmaşıkların ve yosunların eğdiği ağaç dallarına dikkat etmem gerekiyordu. Mekânın verdiği duygu, terk edilmişlik havası, etraftaki her şeyin yavaş yavaş çürüyor olması, bitkilerin ve ağaçların yabani hali, eski malikânelerin lanetlenmiş gibi görünmesi, buraya çok farklı bir hava katıyordu. Gözlerimi bir an için yana çevirdim; uzun siyah saçları, düşünceli gözleri ve kıpkırmızı dudaklarıyla Alex'i izledim. Alex omuz silkip parmaklarını saçlarının arasında dolaştırdı. Saçları darmadağın olmuştu. “Çok zor olmasa gerek” dedi. Sorduğu soruyu anlamadığım için öylece sessizce beklediğimde “Düşmanını böylesine dikkatle izlemek” diye devam etti. Ne yapacağımı bilemez halde elimi saçlarıma attım ve tokadan ayrılan tutamları sol kulağımın arkasına sıkıştırdım. “Sadece düşünüyordum...Seninle nasıl bir geçmişimiz olabileceğini” Büyük bölgede yalnız ikimiz vardık, hiç konuşmadan yol alırken, göl kenarında bulunan yeri gösterip burada beklememiz gerektiğini söyledi. Yere çöküp oturduğumda birden Alex yanıma oturarak beni şaşırttı. Kenara yanaştım. “Evet, bakalım,” diye kısık sesle konuşmaya başladı, “seni neden aradıklarını anlatacak mısın?” diye sordu. Omuzlarımız birbirine değiyordu. Çok derin nefes almamaya çalışıyordum, çünkü müthiş kokuyordu. “Öyle bir niyetim yok” dedim. Yer hafif hafif sallanarak Alex'e daha da yaklaşmama neden oluyordu, burnumla burnu arasında birkaç santimetrelik bir mesafe vardı. Ağzım kurumuştu. Karnımda bir sıcaklık hissettim. Kendimi güvende hissediyordum, ama rahatlatıcı bir etkisi yoktu. Hem gergin hem de heyecan verici bir durumdu. Gözleri yüzümde dolaştıktan sonra dudaklarıma kilitlendi. Çenesinde bir kas kıpırdadı. Nefesim kesildi. Tam o anda sarsıntı durdu ve kendimi ona doğru yana doğru kayarken buldum. “Az önce deprem mi oldu?” Alex kafasını iki yana salladı ve “Hayır, yeraltı dünyasından biri yukarıya çıkış yaptı” dedi. Alec çoktan kalkıp yürümeye başlamıştı. Ben de kendime çekidüzen verip kafamı toplamaya gayret ettim. Söyledikleri şeyler sanki masal kitabından fırlamış kadar inanılmaz ve gerçekliği zor olan şeylerdi. Bizi buz gibi bir sessizlik karşıladı. Adımlarımız boş ormanın içinde yankılanıyordu. Hâlâ bana az önce söylediği şeyin şokunu üzerimden atamamıştım, o ise daha kendimi bile toplamaya fırsat vermeden beni ormanın derinliklerine götürmeye çalışıyordu. Başımı sallayıp kısık sesle sayıp sövdüm, olan bitenden hiçbir şey anlamıyordum. İleride bekçilerin arama ışıklarına benzer yansımalar belirdiğinde durdum. “Tabii ki planın buydu. İşin bu senin, değil mi? Ne söylerlerse yerine getirmek” diyerek ileriyi işaret ettim. Beni onlara kendi isteğim olmasa bile teslim edebilirdi. Neden böyle kurnazca bir oyun oynamayı seçmişti ki? Belki de onların deyimiyle insanoğlunun ne kadar salak olduğunu gözler önüne sermek içindi. Geri geri yürüdüm, içime düşen paranoya korkumu daha da körüklüyordu. “Teşekkür ederim, ama hayır. Galiba burada yollarımız ayrılıyor” diye konuşarak hızla yürümeye devam ettim. Dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı, hüzünlü bir gülümseyiş belirdi sanki. “Seni teslim etmek isteseydim, kaçman beni engelleyemezdi” diyerek arkamdan yüksek sesle konuştu. “Beni tanımıyorsun, tanımayı istemiyorsun bile! Neden beni ele vermeyecekmişsin ki?” Uzun bir süre sessiz kaldı, ne düşündüğü hakkında hiçbir fikrim yoktu. Gözleri kararıp çelik grisine döndü. Çenesindeki kas konuşmaya başlamadan önce birkaç kez attı. “İkimiz de aynıyız. Ne demek olduğunu çok iyi...” “Lütfen başlama, ne demek olduğu hakkında hiçbir şey bilmiyorum, tamam mı? Bu konuda hiçbir fikrim yok...” dedim. Bu meydan okumaya karşılık verebilmeyi, aslında ne kadar acayip olduğumu ona açık açık anlatmayı isterdim, ama dilimi tuttum. Buna değmezdi. Hem zaten o da şu tuhaf uzaylı yeteneklerinden bana bahsetmemişti. Ben neden onunla kendiminkini paylaşacaktım ki? Alex'in arkasından siyah cüppeli birisi yaklaşmaya başladığında telaşla “Alex, dikkat et!” diye bağırdım. Kafasını çevirip arkaya baktığında gülerek “İşte beklediğimiz adam” dedi. Ne dediğini anlamam imkansız olduğu için sadece yüzüne bakmakla yetindim. Bu durumu sonunda farkedince “Eski anıları ortaya çıkaracak kişi ta kendisi” diyerek korkunç adamı işaret etti.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD