6. BÖLÜM: ÜÇ EKMEK
İSTANBUL, APARTMAN DAİRESİ – PAZAR AKŞAMÜSTÜ
Caner, mutfak masasındaki sandalyede oturmuş, karşısındaki duvara bakıyordu. Duvar boştu. Badanası yer yer dökülmüş, sararmış, sıradan bir duvar. İki gün önce aynı duvara baktığında, boyanın kimyasal bileşenlerini, binanın statik yapısını, hatta yan dairedeki televizyonun ses dalgalarının duvarda yarattığı mikroskobik titreşimleri görmüştü. Dünya renkliydi. Dünya netti. Dünya, çözülmesi gereken harika bir bulmacaydı.
Şimdi? Şimdi dünya griydi. Bulanıktı. Ve çözülemez kadar korkunçtu.
Caner ellerine baktı. Titriyorlardı. Midesinde, sanki asit içmiş gibi bir yanma vardı. Bu sadece başarısızlık hissi değildi; bu biyolojik bir çöküştü. Beyni günlerce dopamin havuzunda yüzmüş, serotonine doymuştu. Şimdi ise o havuz kurumuş, geriye sadece çatlamış, susuz bir çöl kalmıştı.
“Ben aptal değilim…” diye fısıldadı Caner. Sesi, boş evde cılız bir inilti gibi yankılandı. “Ben aptal değilim… Değildim… Neydi o? Nereye gitti?”
Ayağa kalkmaya çalıştı ama dizleri tutmadı. Sandalyeye geri yığıldı. Gözü, masanın üzerinde duran poşete takıldı. Sabah, henüz kriz bu kadar derinleşmeden, o eski alışkanlıkla aldığı üç adet ekmek. Hâlâ sıcaklardı. Poşetin ağzı buğulanmıştı. Taze ekmek kokusu, evin rutubetli kokusuna karışıyordu.
“Yarına lazım olur,” diye almıştı. Yarın… Caner’in zihni “Yarın” kelimesine takıldı. Yarın pazartesiydi. Holding’e gitmesi gerekecekti. O odaya girmesi, o adamların yüzüne bakması… Hakan Korkmaz’ın alaycı gülüşü…
“Yapamam,” dedi Caner, elleriyle başını sıkıştırarak. “O odaya o kafayla giremem. O aptal halimle insanların yüzüne bakamam. Ozan… Ozan bile bana acıyarak bakacak. ‘Eskisi gibi oldu’ diyecek.”
Bu düşünce, Caner’in kalbine bir bıçak gibi saplandı. Ozan’ın acıması. En yakın dostunun, o "Dahi Caner"e hayranlıkla bakan gözlerinin, tekrar o "Zavallı Caner"e dönüşünü izlemek… Buna dayanabilirdi belki. Ama o ışığı gördükten sonra, bu karanlıkta yaşamaya dayanamazdı.
İSTANBUL SEMALARI – TÜRK HAVA YOLLARI UÇAĞI (İNİŞ ANI)
“Sayın yolcularımız, uçağımız İstanbul Havalimanı için alçalmaya başlamıştır. Lütfen kemerlerinizi bağlayınız.”
Ozan, koltuğunu dik konuma getirirken gülümsedi. Pencereden aşağıya, İstanbul’un ışıklarına baktı. Şehir buradan, yukarıdan bakınca ne kadar da düzenli, ne kadar da kontrol edilebilir görünüyordu. Tıpkı Ozan’ın hayatı gibi.
İSTANBUL, APARTMAN DAİRESİ – AYNI DAKİKALAR
Caner, mutfaktan çıktı. Ayaklarını sürüyerek salona geçti. L koltuk… Ozan’la karşılıklı oturup sabahlara kadar beyin fırtınası yaptıkları o koltuk. Sehpanın üzerinde duran o KPSS kitabı.
Caner kitabı eline aldı. Kapağına baktı. İki gün önce bu kitaptaki her soruyu, matbaadaki mürekkep hatasına kadar görebiliyordu. Şimdi kitabı açtı. Harfler birbirine girdi. Sorular anlamsızlaştı. “Lozan Antlaşması’na göre…” Okuyamıyordu. Anlayamıyordu. “Gitmiş…” dedi, hıçkırarak. “Beynim gitmiş. İçimi boşaltmışlar Ozan. Ben artık sadece et ve kemiğim.”
Kitabı yere bıraktı. Balkon kapısına doğru yürüdü. Camı açtı. İçeriye o serin, egzoz ve deniz kokan rüzgarı doldu. Dışarıda hayat akıyordu. Aşağıdaki caddeden korna sesleri, yan binadan bir bebeğin ağlaması, uzaklardan bir düğün konvoyunun sesi geliyordu.
Ama Caner, o kafasının içindeki büyük aydınlığı gördükten sonra, bu loş karanlığa dönemezdi. Mesele sadece aptallaşmak değildi; mesele, ruhunun çekilmesiydi. Beynindeki o neşe, huzur ve anlam üreten musluklar kapanmış, contalar kurumuştu. İçinde ne bir damla heves, ne bir gram umut kalmıştı. Sanki biri göğsünün içine elini sokup, kalbini söküp almış, yerine buz gibi, kapkara bir taş koymuştu.
Balkon demirlerine tutundu. Demir soğuktu. O kadar soğuktu ki, Caner bu soğukluğu bile doğru düzgün hissedemedi.
Aklına annesi geldi. Köydeki o sobalı ev. Annesinin sabahları yaptığı, üzeri tereyağlı, dumanı tüten o tarhana çorbası. Eskiden o koku bile Caner’i mutlu etmeye yeterdi. "Şimdi annem gelse," diye düşündü, gözleri dolarak. "O çorbayı önüme koysa… Kaşığı ağzıma götürecek gücü bulabilir miyim? Tadını alabilir miyim?" Alamazdı. Biliyordu. O çorba artık ona saman gibi gelecekti.
"Ozan," dedi fısıldayarak. Sesi titriyordu. "Özür dilerim kardeşim. Yemin ederim denedim. Ama ben o ağırlığı taşıyamadım. Senin gibi güçlü değilim ben. Ben… Ben sadece Caner’im. Mahallenin o işsiz, o beceriksiz, o neşeli Caner’iydim ben. Ama şimdi o neşeyi de aldılar benden Ozan. İçimi boşalttılar."
Aşağıya baktı. Beton zemin, 3. kattan bakınca o kadar da uzak görünmüyordu. Gri, sert, dilsiz bir beton. Korkmuyordu. Çünkü şu an hissettiği o "boşluk" hissi, o kimsesizlik, o tarifsiz "eksiklik" acısı; betona çarpma hissinden bin kat daha acı vericiydi. Yaşamanın her saniyesi, etine batan bir kıymık gibiydi. Nefes almak bile yoruyordu.
Gözlerini kapattı. Aklına o sabah marketten aldığı, poşetin içinde mutfak masasında duran o üç ekmek geldi. Ozan severdi taze ekmeği. Gelince acıkırdı.
"Tazeydi..." diye düşündü, dudaklarında acı, çocuksu bir tebessümle. "Kurumasınlar... Ozan gelince yer. Çaya banar yer. Kızmasın bana ekmekler bayatladı diye."
Son bir damla yaş süzüldü yanaklarından. O yaş, Caner’in vücudunda kalan son duygu kırıntısıydı.
Bir adım attı.
HAVALİMANI – PİST
Uçağın tekerlekleri piste değdi. Güümm. Sarsıntı. Fren sesleri.
Ozan’ın telefonu, uçuş modu kapatıldığı an titremeye başladı. Bildirimler yağdı. Leyla: Tebrikler Ozan! Harikaydın! Dekan: Hocam dönünce mutlaka görüşelim. Banka: Hesabınıza para girişi olmuştur.
Ozan gülümsedi. Her şey mükemmeldi. Rehbere girdi. “Kardeşim Caner” yazısına tıkladı. Telefon çaldı. Çaldı. Çaldı.
“Açsana oğlum,” dedi Ozan, uçak taksi yaparken.
İSTANBUL, APARTMAN ÖNÜ
Telefon, salonun zemininde, açık kalan balkon kapısının rüzgarıyla savrulan perdenin altında çalıyordu. Ekranda “Kral Ozan Arıyor” yazıyordu. Neşeli bir melodi evi dolduruyordu.
Ama ev boştu. Mutfakta, poşetin içinde buğulanan üç ekmek soğumaya başlamıştı.
Aşağıda, betonun üzerinde, bir kalabalık toplanmaya başlamıştı. Bir kadın çığlık attı. Biri, “Ambulansı arayın!” diye bağırdı. Ama acele etmelerine gerek yoktu.
Caner, o gri, anlamsız, sessiz dünyadan kurtulmuştu. Gözleri açıktı. Ve son kez, gökyüzüne, belki de Ozan’ın uçağının geçtiği o noktaya bakıyordu.
Ozan uçaktan inip, o pasaport sırasına girdiğinde, hayatının en büyük zaferini kazandığını sanıyordu. Oysa en büyük yenilgisini, o soğuk betonun üzerinde, başında kimse olmadan, cebinde beş kuruş parayla yatan kardeşini kaybederek yaşamıştı.
Caner, kara cevherden habersiz, gücün bedelini canıyla ödemişti. Ozan ise, gücün sahibi olarak, birazdan o bedelin faturasıyla yüzleşecekti.